Tıbbi Uzmanlık Tez Koleksiyonu
Bu koleksiyon için kalıcı URI
Güncel Gönderiler
Öğe Preeklampsi tanısı konulan gebelerde vesağlıklı gebelerde maternal serum humanapelin düzeyleri ile visseral adipozite indeksi(VAİ) ilişkisinin kıyaslanması(Kırıkkale Üniversitesi, 2022) Katranci, Simge; Özkan, Zehra SemaGebeliğin hipertansif hastalıklarından biri olan preeklampsi (PE), gebeliklerin %3-5'inde görülen, 20. gebelik haftasından sonra yüksek kan basıncı ve proteinüri ile karakterize, gebeliğe özgü multisistemik bir hastalıktır. PE'de endotelyal hücre hasarı veya disfonksiyonu ve buna bağlı olarak hipertansiyon (HT) meydana gelmektedir. Vücutta çeşitli dokularda ve ayrıca plasentada endotelyal hücrelerde de bulunan, endotelyal hücre hasarı ve/veya disfonksiyonu ile ilişkisi saptanmıç olan apelinin PE patofizyolojisi üzerinde rolü olabileceği düşünülmektedir. HT ile ilişkisi ortaya konmuş olan Visseral Adipozite İndeksi (VAİ) yüksek olduğunda adipokin üretimini artırmakta olup; bu yolla apelin üretimini artırıyor olabileceği ve PE oluşumuna katkıda bulunuyor olabileceği düşünülmektedir. Bu nedenlerle çalışmamızda PE tanısı konulan gebelerde ve sağlıklı gebelerde maternal serum human apelin düzeyleri ile VAİ ilişkisinin kıyaslanması amaçlanmıştır.Çalışmaya 27/12/2021-01/10/2022 tarihleri arasında Kırıkkale Üniversitesi Tıp Fakültesi Hastanesi Kadın Hastalıkları ve Doğum Anabilim Dalı Gebe Polikliniği'ne başvuran 30'u PE tanılı ve 30'u sağlıklı olmak üzere 60 gebe dahil edildi. İlk grup PE tanısı konulan gebelerden, ikinci grup (kontrol grubu) ise sağlıklı gebelerden oluşturuldu. Her iki grupta yer alan gebelerin gebelik haftaları son adet tarihlerine (SAT) göre hesaplandı. Kontrol grubundaki gebeler PE tanısı konulan gebelerle aynı muayene ve ölçüm yöntemleri ile değerlendirildi (anamnez, demografik özellikler, ultrasonografi (USG) ile fetal biyometrik ölçümler, kan basıncı ölçümü, bel çevresi ölçümü, maternal serum human apelin düzeylerinin ölçümü,tam idrar tetkiki,karaciğer fonksiyon testleri,böbrek fonksiyon testleri,tam kan sayımı). Bel çevresi ölçümleri rutin gebelik takibi sırasında bakılan trigliserit (TG) ve yüksek yoğunluklu lipoprotein (HDL: High density lipoprotein) değerleri de hesaba katılarak visseral adipozite indeksi (VAİ) hesaplandı. Her iki grupta yer alan gebelerin doğum öncesi maternal serum human apelin düzeylerinin ölçümü için periferik venöz kan örneği alınıp,toplandı.Gebelere ait maternal serum materyalleri Human Apelin Elisa kit testi ile biyokimya laboratuvarında değerlendirildi. Çalışmaya dahil edilen tüm gebelerin yaş, vücut kitle indeksi (VKİ), doğum haftası sırasıyla 30,17±5,80 yıl, 33,12±6,03 kg/m², 38+2 (31+0-41+6) hafta idi. Her iki grup arasında bu parametreler için istatistiksel olarak anlamlı fark yoktu. Her iki grup arasında PLR (platelet/lenfosit ratio-platelet/lenfosit oranı), NLR(nötrofil/lenfosit ratio-nötrofil/lenfosit oranı) ve SII (sistemik immün inflamasyon oranı) karşılaştırılmış ve bu değerlere göre istatistiksel olarak fark bulunmamıştır. Bel çevresi ölçümü(cm), gebelikte alınan kilo(kg), TA-sistolik 12(mmHg) ve TA-diastolik (mmHg) ve VAİ değerleri PE grubunda istatistiksel olarak anlamlı farkla yüksek bulundu (p<0,05). Maternal Serum Human Apelin(ng/mL) değerine göre ise gruplar arasında istatistiksel olarak anlamlı fark bulunmadı (p>0,05). PE hastalarında Maternal Serum Human apelin düzeyleri(ng/mL), VAİ değerleri, TIT protein değerleri, sistolik ve diastolik TA(mm/Hg), PLR(platelet/lenfosit ratio-platelet/lenfosit oranı),NLR(nötrofil/lenfosit ratio- nötrofil/lenfosit oranı) ve SII(sistemik immün inflamasyon oranı) değerleri arasında korelasyon saptanmadı (p>0,05).Gruplar arasında Maternal Serum Human Apelin değerlerine göre istatistiksel olarak anlamlı fark bulunmazken, VAİ değerlerinin PE'li gebelerde istatistiksel olarak anlamlı farkla yüksek olduğu tespit edildi.Maternal Serum Human Apelin değerleri(ng/mL) ve VAİ değerleri arasında anlamlı ilişki bulunmadı. VAİ değerlerinin PE gelişme riskini artırdığı düşünüldü.Öğe Normal, hiperplastik ve neoplastik endometriumdaöstrojen reseptör alfa (ERa), nöropilin 1 (NRP1) ve E-cadherin ekspresyonunun değerlendirilmesi(Kırıkkale Üniversitesi, 2022) Yilmaz, Ebu Bekir Siddik; Kurdoğlu, MertihanAmaç: Bu çalışmada endometriumun benign proliferatif fazında, bu fazdan endometrium kanseri (EK)'ye giden ara süreçte görülebilen atipisiz ve atipili endometrial hiperplazide (EH) ve endometrioid tip endometrial adenokarsinomda (EA) östrojen reseptör alfa (ÖR?), nöropilin 1 (NRP1) ve E-cadherin ekspresyonunun değerlendirilmesi amaçlanmıştır. Materyal-method: Proliferatif endometrium (PE) (n=23); atipisiz (n=16) veya atipili (n=13) EH ve endometrioid tip EA (n=45) patolojik tanılı toplam 97 spesmene ait parafin bloklar ÖR?, NRP1 ve E-cadherin ile immün boyanarak bu dokulara ait hücrelerdeki ekspresyon yüzdeleri ile yoğunlukları sırasıyla nükleer, sitoplazmik ve mebranöz alanlarda değerlendirilmiştir. Bulgular: Grade 2/3 endometrioid tip EA'da, hem PE hem de atipisiz EH'ye göre daha az hücre ÖR? ile nükleer boyanmakla birlikte (sırasıyla P<0.05 ve P<0.01); bu boyanmanın sadece atipisiz EH'ye kıyasla daha düşük yoğunlukta olduğu gözlenmiştir (P<0.01). E-cadherin ile membranöz boyanmanın PE, atipili EH ve grade 1 endometrioid tip EA'da, Grade 2/3 endometrioid tip EA'ya kıyasla daha kuvvetli olduğu saptanmıştır (sırasıyla P<0.05, P<0.05 ve P<0.01). NRP1 ile sitoplazmik boyanmanın PE ile atipisiz ve atipili EH'ye kıyasla hem grade 1 (P<0.05) hem de grade 2/3 endometrioid tip EA'da daha yoğun olduğu bulunmuştur (sırasıyla P<0.001, P<0.05 ve P<0.05). Sonuç: Normal PE ile atipisiz ve atipili EH'den endometrioid tip EA'ya geçiş süreci, özellikle grade 2/3 lezyonlarda belirginleşen ÖR? ile E-cadherin ekspresyonunda azalma ve NRP1 ekspresyonunda artış ile ilişkili bulunmuştur. Orta ve az diferansiye malignant endometrial sürece kadar 17-beta östradiol (17-? Ö2), endometrial hücrelerde ÖR?'yı uyararak NRP1 ekspresyonunda artışla beraber E-cadherin downregülasyonuna yol açıyor olabilir. Anahtar Kelimeler: Endometrial Hiperplazi, Endometrial Neoplaziler, Kadherinler,Nöropilin 1, Östrojen Reseptör alfaÖğe Normal gebelerde serebral hemodinamik değişikliklerin transkranial doppler ultrasonografi ile değerlendirilmesi(Kırıkkale Üniversitesi, 2004) Şimşir, İlknur; Altan, Simay KaraÖZET Şimşir, L, Normal Gebelerde Serebral Hemodinamik Değişikliklerin Transkranial Doppler Ultrasonografi İle Değerlendirilmesi, Kırıkkale Üniversitesi Tıp Fakültesi Radyodiagnostik Anabilim Dalı Uzmanlık Tezi, Kırıkkale, 2004. Transkranial Doppler Ultrasonografi (TKDU), serebrovasküler hemodinamiklerin ve otoregülasyonun değerlendirilmesinde nöroloji ve nöroşirurjide yaygın olarak kullanılan noninvaziv, basit bir tekniktir. Normal gebelikte serebral sirkülasyona yönelik çalışma azdır. Çalışmamızda komplikasyonsuz gebelerde, gebelikleri boyunca gelişen anterior ve posterior serebral hemodinamideki değişiklikleri göstermeyi amaçladık. Çalışmaya yaşları 1 7-3 1 yıl arasında değişen 79 gebe ve yaşları 16-35 yıl arası değişen 28 sağlıklı birey alındı. Tüm olgulara TKDU ve internal karotis (İKA)-vertebral artere (VA) yönelik renkli Doppler ultrasonografi yapıldı. Her bir arterin bilateral akım volümü, akım hızı, rezistivite ve pulsatilite indeksleri ölçüldü. Bu değerler, her trimesterde ayrı ayrı ve kontrol grubu ile karşılaştırıldı. Bu bulgulara göre, 1.trimesterde bilateral orta serebral arter (OSA) ve posterior serebral arter (PSA) kan volümünde ve bilateral OSA pik sistolik ve ortalama kan akım hızlarında artma, 3. trimesterde ise OSA ve ASA'de ortalama kan akım hızlarında istatiksel olarak anlamlı azalma saptandı. Tüm gebelik süresince bilateral OSA ve sağ İKA RI değeri, kontrol grubundan anlamlı yüksek bulundu. Sonuç olarak bu çalışmada elde ettiğimiz bulgular, gebelikteki serebral hemodinamik değişikliklerin TKDU ile değerlendirilebileceğini ve riskli gebelerin izlenmesinde yol gösterebileceğini düşündürmektedir. Anahtar Kelimeler: Transkranial Doppler Ultrasonografi, Willis poligonu, Gebelik, Serebral Hemodinami.Öğe Fetal beynin manyetik rezonans ile görüntülenmesi(Kırıkkale Üniversitesi, 2004) Erdal, Haydar Hüseyin; Altan, Simay KaraÖZET Erdal, HH, Fetal Beynin Manyetik Rezonans ile Görüntülenmesi, Kırıkkale Üniversitesi Tıp Fakültesi Radyodiagnostik Anabilim Dalı Uzmanlık Tezi, Kırıkkale, 2004. Fetal Beyinin Manyetik Rezonans ile görüntülenmesi (MRG), potansiyel ve bilinmeyen yan etkileri nedeniyle, tanı için ultrasonografik görüntüleme (USG) sonuçlarının yetersiz kaldığı durumlarda, anne ve fetüsün doğru tedaviyi alabilmesi için danışma kaynağı olarak kullanılabilir. Ülkemizde gebeler için rutin görüntüleme modalitesi olmayan, fetal MRG'nin, radyoloji pratiğine ne ölçüde girebileceğini ve etkinliğini gösterebilmek amacıyla, toplam 34 gebe olguya fetal MRG tetkiki uygulandı. Fetal beyinin aksiyel, koronal ve sagittal planlarda ortogonal görüntülerini elde etmek için 1,5 Tesla Manyetik rezonans cihazında, ağır T2 single- shot turbo spin echo (SS-TSE) sekansı uygulandı. Elde edilen imajlar, bir nöroradyolog tarafından değerlendirildi. İncelenen olgularda patoloji saptanmadı. Ülkemizin sosyoekonomik şartlan ve fetal MRG'nin potansiyel ve bilinmeyen yan etkileri değerlendirildiğinde, MRG'nin tüm gebelerde uygulanabilmesi mümkün değildir, ancak USG'nin tamamlayıcısı ve destekleyicisi olabilecek bir yöntemdir. Anahtar Kelimeler: Manyetik rezonans görüntüleme, fetüs, beyin, tek vuruş turbo spin eko.Öğe Abortus etyolojisinde rolü olabileceği düşünülen çevre kirliliğine yol açan maddelerin elektron mikroskop ile endometriyumda tespiti(Kırıkkale Üniversitesi, 2004) Soyer, Canan; Bayram, MerihÖZET Soyer C. Abortus Etyoloj isinde Rolü Olabileceği Düşünülen Çevre Kirliliğine Yol Açan Maddelerin Elektron Mikroskop kullanımı ile Endometriyumda Tespiti, Kırıkkale Üniversitesi Tıp Fakültesi Kadın Hastalıkları ve Doğum Anabilim Dalı, Uzmanlık Tezi, Kırıkkale, 2004. Amaç: Kırıkkale Üniversitesi Tıp Fakültesi Kadın Hastalıkları ve Doğum Bölümü Polikliniğine gebelik kayıpları nedeniyle başvuran hasta sayısı kış aylarında daha fazladır. Kırıkkale bölgesinde kış aylarında hava kirliliğinin yoğun olduğu bilinmektedir. Bu çalışmanın amacı hava kirliliğine yol açan maddelerin abortus etyolojisinde rol oynayıp oynamadığının belirlenmesidir. Yöntem: Çalışma vaka-kontrollü deneysel çalışma olarak planlanmıştır. Bu çalışmada, hava kirliliğinin başlıca bileşeni olan ağır metaller ( krom, nikel, kobalt, demir, mangan, kurşun ve çinko ) ve ağır metallere maruz kalan Wistar Albino dişi ratlar kullanılmıştır. Hayvanlar dört gruba ayrılmıştır ve her grup on adet rattan oluşmaktadır. Birinci Grup; akut ağır metallere İkinci Grup ise kronik ağır metallere maruz bırakılmıştır. Üçüncü ve Dördüncü Gruplar kontrol gruplarıdır ve sırası ile Ankara'da ve Kırıkkale'de banndınlmışlardır. Akut maruziyet grubu tek doz ağır metal inhalasyonuna, kronik maruziyet grubu ise 1 ay boyunca her gün birer saat ağır metal inhalasyonuna maruz bırakılmıştır. Son dozdan 24 saat sonra laparotomi ile uterusları alınmıştır. Metal inhalasyona maruz kalanların ve kontol gruplarındaki tüm ratlann endometriyumları Taramalı Elektron Mikroskobu ( SEM) kullanılarak incelenmiştir. Sonuç: Birinci Grup ile Üçüncü Grup arasında çalıştığımız tüm ağır metallerde endometriyumda anlamlı bir yükseklik tespit ettik ( p<0,05 ). Grup 1 ile Grup 4 arasında yalnız çinko miktarında Grup 1 lehine bir artış ( p<0,05 ) ; Grup 2 ile Grup 4 karşılaştırıldığında ise sadece krom ve kobalt miktarında Grup 2 lebine bir artış olduğunu gözledik ( p<0,05 ). Bu çalışmamızda endometriyum dokusunda havaVI kirliliğine bağlı olarak ağır metal miktarlarını kontrollere oranla göreceli yüksek bulduk. Endometriyumdaki ağır metal artışının abortus etyolojisinde rolü olabileceğini düşünmekteyiz. Anahtar Kelimeler: Abortus, çevre kirliliği, ağır metaller, SEM.Öğe Menopoz ve hormon replasman tedavisinin serebrovasküler etkisi(Kırıkkale Üniversitesi, 2004) Özer, Güler; Bayram, MerihÖZET özer G, Menopoz ve Hormon Replasman Tedavisinin Serebrovasküler Etkisi, Kırıkkale Üniversitesi Tıp Fakültesi Kadın Hastalıkları ve Doğum Anabilim Dalı Uzmanlık Tezi, Kırıkkale, 2004. Vasküler hastalık tüm dünyada önde gelen mortalite ve morbidite nedenidir. Total plazma homosistein seviyesi, serebrovasküler hastalık için bağımsız bir risk faktörüdür. Bazal plazma homosistein seviyesi, postmenopozal kadınlarda premenopozal kadınlara oranla yüksektir ve postmenopozal dönem artmış inme ve Alzheimer hastalığı riski ile ilişkilidir. Çalışmaların sonuçlarına göre, postmenopozal hormon replasman tedavisinin inme ve Alzheimer hastalığı üzerindeki etkisi kesin değildir. Doğal menopozla birlikte yükselen plazma homosistein seviyeleri, homosistein metabolizması ile estrojen düzeyi arasında ilişki olduğunu düşündürmektedir. Bu çalışmanın amacı; konjuge equine estrojen verilen ratlarm plazma homosistein düzeyleri ve carotis arter histopatolojlsınin plasebo verilen gruba göre farklı olup olmadığım araştırmaktır. Dört haftalık konjuge equine estrojen tedavisi, plazma homosistein seviyelerini düşürmemiş aksine yükseltmiştir ve histopatolojik olarak iki grup arasında fark bulunmamıştır. Hormon replasman tedavisinin homosistein düzeyi, inme ve Alzheimer hastalığı üzerindeki etkilerini araştırmak üzere yeni çalışmalar planlanmalıdır. Elimizdeki veriler hormon replasman tedavisinin inmeden korumadığını aksine iskemik inme riskini artırabileceğini göstermektedir. Günümüzde hormon replasman tedavisi orta ve şiddetli düzeyde vazomotor semptom varlığında, vulvar ve vajinal atrofi tedavisinde, osteoporozdan korunmada kullanılabilir. Anahtar Kelimeler: Hormon replasman tedavisi, konjuge equine estrojen, homosistein, Alzheimer hastalığı, inme.Öğe Polikistik over sendromlu olgularda plazma adrenomedullin düzeyi(Kırıkkale Üniversitesi, 2005) Uçar, Banu; Noyan, Y.VolkanÖZET Uçar B, Polikistik Over Sendromlu Olgularda Plazma Adrenomedullin Düzeyi, Kırıkkale Üniversitesi Tıp Fakültesi Kadın Hastalıkları ve Doğum Anabilim Dalı Uzmanlık Tezi, Kırıkkale, 2005. Polikistik over sendromu, reprodüktif yaştaki kadınlarda sık rastlanan endokrin bir hastalıktır. Bu sendrom hiperinsüljnemi, hiperandrojenizm, infertilite, obezite ve anovulasyon ile karakterizedir. Polikistik over sendromlu olgular diabetes mellitus, hipertansiyon ve kardiyovasküler hastalık açısından artmış risk taşırlar. Adrenomedullin, vazodilatatör etkisi olan, çeşitli endokrin hastalıklarda plazma konsantrasyonunda değişiklikler olduğu gösterilmiş bir peptiddir. Bu peptid dolaşımda hormon olarak görev yapabilir. Adrenomedullin diabetes mellitus ve obezite gibi hastalıklarda, pankreastan insulin sekresyonunun düzenlenmesinde rol oynayabilir. Plazma adrenomedullin düzeyi, menstrüel siklusun folliküler fazı boyunca artar ve luteal fazı boyunca azalır. Bu değişiklikler gonadotropinlerle benzer patern gösterir. Menstrüel siklus boyunca izlenen plazma adrenomedullin düzeyindeki değişikliklerin, luteinize edici hormon ve 17p-östradiol değişiklikleri ile korele olduğu gösterilmiştir. Adrenomedullin düzeyindeki bu değişiklikler, hipotalamus ve hipofiz orijinli olabilir. Bu çalışmada, polikistik over sendromlu kadınlarda, plazma adrenomedullin düzeylerinin normal popülasyonla karşılaştırılması ve polikistik over sendromlu kadınlarda luteinize edici hormon, follikül stimüle edici hormon, östradiol, insülin, androstenedion, dehidroepiandrosteron sülfat, testosteron, serbest testosteron, luteinize edici hormon/follikül stimüle edici hormon oranı ve insülin rezistansı ile plazma adrenomedullin konsantrasyonu arasındaki ilişkinin değerlendirilmesi amaçlanmaktadır. Çalışmaya, 38 polikistik over sendromlu ve 29 sağlıklı, polikistik over sendromu olmayan kadın dahil edildi. Plazma adrenomedullin konsantrasyonu, enzim immunoassay yöntemi ile çalışıldı. Polikistik over sendromlu olguların plazma adrenomedullin konsantrasyonu, kontrol grubu ile karşılaştırıldığında istatistiksel olarak anlamlı fark yoktu. Polikistik overVI sendromu olan grupta, plazma adrenomedullin konsantrasyonu ile vücut kitle indeksi, açlık insülin ve açlık glukozu arasında istatistiksel olarak anlamlı negatif korelasyon, glukoz/insülin oranı ile istatistiksel olarak anlamlı pozitif korelasyon saptandı. Plazma adrenomedullin ile 75 gram oral glukoz tolerans testi sonrasında 2. saat ölçülen tokluk kan şekeri arasında istatistiksel olarak anlamlı korelasyona rastlanmadı. Polikistik over sendromlu olgularda, gonadotropinler ve östradiol ile plazma adrenomedullin düzeyi arasında istatistiksel olarak anlamlı korelasyona rastlanmadı. Polikistik over sendromlu grupta, adrenomedullin ile serbest testosteron arasında istatistiksel olarak anlamlı negatif korelasyon gösterilmesine rağmen, diğer androjenler ile arasında korelasyona rastlanmadı. Vücut kitle indeksine göre düzeltme yapılarak incelenen parsiyel korelasyon analizinde, adrenomedullin ile serbest testosteron, açlık insülin, açlık glukoz, glukoz/insülin oranı ve diğer parametreler arasında korelasyona rastlanmadı. Polikistik over sendromlu olgularda, kardiyoprotektif etkileri olduğu düşünülen adrenomedullinin plazma konsantrasyonu kontrol grubundan farklı değildir. Polikistik over sendromlu olgularda endojen adrenomedullin, insülin düzeyini baskılamak için yeterli olmayabilir. Polikistik over sendromunda, endojen adrenomedullin eksikliği hiperinsülinemi nedenlerinden biri olabilir. Polikistik over sendromlu olgularda, adrenomedullin ile gonadotropinler, östradiol, androjenler ve insülin resiztansı arasındaki ilişkinin değerlendirilmesi için daha ileri çalışmalara ihtiyaç vardır. Anahtar Kelimeler: Polikistik over sendromu, adrenomedullin, insülin resiztansı, obezite.Öğe Oral kontraseptif kullanımının periferik kemikler üzerine etkileri(Kırıkkale Üniversitesi, 2005) Yücer, Gökçen; Yücel, Y.AykanÖZET Yücer G.; Oral kontraseptif kullanımının periferik kemikler üzerine etkisi Kontrasepsiyonun tarihçesi eskiye dayanmaktadır. Üreme kontrolü, toplumlar modernleştikçe daha da önemli hale gelmiştir (1). Oral kontraseptiflerin içinde yer alan ve steroid hormonlar olarak isimlendirilen östrojen ve progesteron, çeşitli mekanizmalarla etkisini gösterir. Bu hormonların, kontraseptif etkisinin yanında, diğer sistemler üzerine yararlı etkileri de bulunmaktadır. Bunlardan biri de kemik üzerine olan etkileridir. Östrojen, etkisini Vitamin D ve paratiroid hormon sentezini ve barsak kalsiyum reabsorbsiyonunu arttırarak yapar. Oral kontraseptiflerdeki östrojenin, kemiklerde yapmış olduğu değişiklikler kemik dansitometresiyle değerlendirilebilir. Çeşitli çalışmalarda oral kontraseptiflerin femur ve lomber vertebrada olumlu yöndeki etkileri gösterilmiştir. Bu çalışmadaki amaç ise kullanılan oral kontraseptifin periferik kemikler (proksimal ulna ve radius, distal ulna ve radius) üzerinde etkisinin olup olmadığının araştırılmasıdır. Bu çalışma, Mayıs 2003 ve Ocak 2005 tarihleri arasında, Kırıkkale Üniversitesi Tıp Fakültesi Kadın Hastalıkları ve Doğum polikliniğine başvuran 18-35 yaş arası, 50 sağlıklı kadında yapıldı. Korunma yöntemi olarak oral kontraseptif kullanabilecek ve herhangi bir kontraendikasyonu olmayanlar çalışmaya dahil edildi. Oral kontraseptif olarak 20p.g Ethinyl estradiol + 100 fig Levonorgestrel; (Miranova, Schering, Türkiye) kullanıldı. Oral kontraseptif kullanmadan önce ve kullandıktan 1 yıl sonra, kadınlara kemik dansitometresi yapılarak femur boynu, lomber vertebra, proksimal radius ve ulna, distal radius ve ulna değerlendirildi. Önceki ve sonraki değerler, birbirleriyle karşılaştırıldı. Hastaların, oral kontraseptif öncesi ve sonrası, kemik yapım ve yıkım ürünleri olarak bilinen kalsiyum, parathormon, osteokalsin, 25-OH-D3, kollajen-C peptid ve OH-prolin değerleri de çalışıldı. Oral kontraseptiflerin periferik kemiklerde ve kemik yapım ve yıkım parametreleri üzerinde yapmış olduğu değişiklikler değerlendirildi. Çalışmamız sonucunda oral kontraseptif kullanımı ile periferik kemiklerden proksimal ulna ve radiusta istatistiksel olarak anlamlı bir artış saptandı. Oral kontraseptif kullanımıyla, kan kalsiyum seviyesinde istatistiksel olarak anlamlı bir artış, idrar OH-prolin seviyesinde de bir azalma tespit edildi.VI Anahtar Kelimeler: Oral kontraseptif, Miranova, KMD, periferik kemik, kemik yapım ve yıkım ürünleriÖğe Polikistik over sendromunda metilentetrahidrofolat redüktaz polimorfizmi ve oral kontraseptif kullanımının, plazma homosistein, folat ve plasminojen aktivator inhibitor-1 seviyelerine etkisi(Kırıkkale Üniversitesi, 2005) Sevinç, Faika Ceylan; Sağsöz, NevinÖZET Sevinç F.C., Polikistik Over Sendromımda Metilentetrahidrofolatredüktaz Polimorfizmi ve Oral Kontraseptif Kullanımının, Plazma Homosistein, Folat ve Plasminojen Aktivator İnhibitor-1 Seviyelerine Etkisi PKOS, üreme çağındaki kadınların yaklaşık %10'nu etkileyen, kronik anovulasyon, hiperandrojenizm ve oligomenore ya da amenore ile karakterize, sık rastlanan endokrin bir hastalıktır. PKOS olan kadınlarda hiperandrojenizme, insülin rezistansına ve dislipidemiye bağlı kardiyovasküler hastalık riski artmaktadır. Plazma homosistein seviyelerindeki yükselme, kardiyovasküler hastalık açısından bağımsız bir risk faktörü olarak kabul edilmektedir. Toplumda metilentetrahidrofolat redüktaz (MTHFR) enziminin azalmış etkinliğinin, serum homosistein seviyelerindeki yükselmenin en sık nedeni olabileceği öne sürülmektedir. MTHFR enzimi, homosisteinin metiyonine remetilasyonunda rol almaktadır. Bu yolda aynı zamanda folat da ko-faktör olarak yer alır. Bu polimorfizm termolabil MTHFR denen bir varyant olarak ortaya çıkmaktadır ve yine bu mutasyon varlığında dolaşımda yükselmiş homosistein seviyeleri saptanmaktadır. Vasküler endotelde üretilen ve fıbrinolizisde önemli bir düzenleyici protein olan PAI-1 yüksekliğinin, koroner arter hastalığında, akut myokard enfarktüsünde ve iskemik inmede saptandığı gösterilmiştir. Bu çalışmanın amacı; üreme çağında PKOS tanısı alan hastalarda MTHFR'nin C677T polimorfizminin ve oral kontraseptif bir ajan verilmesi ile MTHFR genotiplerinde serum homosistein, folat ve plasminojen aktivator inhibitor- 1 (PAI-1) seviyelerinin değişip değişmediğinin saptanmasıdır. Çalışmaya yaşları 17 ile 35 arasında değişen 50 PKOS Tu hasta ve 50 sağlıklı kadın alındı. PKOS tanısı konan hastalar iki ayrı gruba randomize edildi. 25 kişiden oluşan bir gruba 30 ug Etinil estradiol+150 ug Desogestrel başlanırken diğer 25 kişilik grup medikal tedavi verilmeden izlendi. Hem PKOS olan hastalarda hem de kontrol grubunda MTHFR polimorfizmi %10 oranında tespit edildi. PKOS olguları kontrol grubu ile karşılaştırıldığında serum homosistein, PAI-1, HOMA-IR, açlık insülini gibi kardiyovasküler hastalık için riskVI oluşturan etkenlerin düzeylerinde artma saptandı. Bu çalışmada 6 ay süreyle 30ug Etinil estradiol+l50\ıg Desogestrel kullanan olgularda PAI-1 düzeyinde artma saptanmasına karşın diğer kardiyovasküler risk etkenlerinde homosistein, insülin, HOMA-IR seviyelerinde azalma görüldü. Folat seviyelerinde değişiklik olmadı. Tedavi verilmeden izlenen grupta ise bu parametrelerde değişiklik bulunmadı. Ayrıca termolabil MTHFR enziminin serum homosistein seviyelerini hem PKOS olan hasta grubunda hem de sağlıklı kadınlarda arttırdığı gözlendi. CC MTHFR genotipli PKOS'lu olgularda 30fj.g Etinil estradiol+\50\ıg Desogestrel tedavisiyle açlık insülin, HOMA-IR ve serum homosistein düzeylerinde azalma saptanırken, CT genotipli olgularda HOMA-IR ve serum homosistein düzeylerinde azalma saptandı. TT genotipli olgularda ise tedavi sonrası bir farklılık saptanmadı. Her üç genotipte de folat seviyelerinde değişiklik görülmedi. Sonuç olarak bu çalışmada MTHFR polimorfizmi hem kontrol grubunda yer alan sağlıklı kadınlarda hem de PKOS'lu olgularda benzer oranlarda bulundu. PKOS 'da 30|j.g Etinil estradiol+\50\ıg Desogestrel kullanımı ile PAI-1 seviyeleri artarken, homosistein, insülin, HOMA-IR seviyelerinde azalma tespit edildi. Genotipler değerlendirildiğinde CC genotipinde tedavi sonrası PAI-1 seviyeleri artarken, homosistein, insülin, HOMA-IR seviyelerinde azalma, CT genotipinde ise yine PAI-1 seviyelerinde artma ve homosistein ile HOMA-IR seviyelerinde azalma bulunurken TT genotipinde değişiklik görülmedi. Her üç genotipte folat seviyelerinde değişiklik saptanmadı. Dolayısıyla bu bulguların ışığında TT genotipine sahip PKOS'lu hastalarda OK kullanımı sonrasında incelenen kardiyovasküler risk faktörlerinde değişiklik olmadığı sonucuna varıldı. Anahtar Kelimeler: Polikistikover Sendromu (PKOS), Metilentetrahidrofolatredüktaz (MTHFR) Polimorfizmi, Homosistein, PAI-1 (Plasminojen Aktivator inhibitor 1), Etinil estradiol, DesogestrelÖğe Spontan abortuslarda, abortus materyalinde Polymerase Chain Reaction ile Chlamydia Trachomatis antijeninin ve hasta serumunda Enzim Linked İmmüno Assay ile immünoglobulin G, A, M seviyelerinin belirlenmesi ve isteğe bağlı küretaj yaptıran kadınlarla(Kırıkkale Üniversitesi, 2006) Duras, Nuriye; Sağsöz, Nevin[Özet Yok]Öğe Sigara içen ve içmeyen gebelerde plazma antioksidan enzim düzeyleri ve uterin arter doppler parametreleriyle korelasyonu(Kırıkkale Üniversitesi, 2006) Çelikel, Özgül Özgan; Noyan, VolkanNormal bir gebelikte oksijen ihtiyacı artmaktadır. Artmış olan oksijen ihtiyacı uterusa olan kan akımının artmasıyla karşılanmaktadır. Spiral arterlerin genişlemesi ve kan akımına olan direncin azalması normal bir gebeliğin devamı için gerekli olan kan akımını sağlamaktadır. Oksijenin kullanılmasıyla oluşan toksik serbest radikaller antioksidan savunma sistemiyle ortadan kaldırılmaktadır. Oksidan-antioksidan denge bozulduğu zaman fetusu etkileyebilecek hastalıklar ortaya çıkmaktadır. Uteroplasental kan akımının çeşitli nedenlerle azalması oksidatif stres yaratan bir durumdur. Sigaranın kendisi vücuda dışarıdan alınan serbest radikaldir. Ayrıca uteroplasental dolaşımı da olumsuz yönde etkilemektedir. Çalışmamızda sigara içen ve içmeyen gebelerde plazma oksidasyon göstergesi olan MDA (malondialdehit), antioksidan enzim olan T-SH (total sülfidril), katalaz düzeyleri, uteroplasental perfüzyonun göstergesi olarak kullanılabilen uterin arter doppler parametrelerini ve aralarındaki korelasyonu değerlendirmek amaçlanmıştır. Ekim 2004-Aralık 2005 tarihleri arasında Kırıkkale Üniversitesi Tıp Fakültesi Kadın Hastalıkları ve Doğum polikliniğine başvuran, 18-35 yaşlarınada günde en az 3 adet sigara içen 49, sigara içmeyen 35 ikinci trimestir gebe çalışmaya dahil edilmiştir. Sigara içen gebeler 5 yıldan daha kısa bir süredir içmekte olanlar ve 5 yıldan daha uzun bir süredir içmekte olanlar olmak üzere iki gruba ayrıldı. İkinci trimestirde alınan venöz kan örneklerinde MDA, T-SH, Katalaz enzim düzeylerine bakıldı. Uterin arter doppler ultrasonografi ile PI (pulsalite indeksi), RI (rezistans indeksi), S/D (sistol/diastol) oranı ölçüldü. Sigara içen gebelerde S/D oranı sigara içmeyenlere göre anlamlı olarak yüksek bulundu (P<0,05). Uterin arter PI, RI parametreleri iki grup arasında benzerdi. Plazma T-SH, katalaz, MDA düzeyi istatistiksel olarak anlamlı olmamakla birlikte sigara içen grupta hafif yüksek olarak tesbit edildi. Plazma enzim düzeyleri ile uterin arter doppler parametreleri arasında anlamlı bir ilişkiye rastlanmadı. Sigara içme v 8 sürelerine göre ayrılan gruplar arasında plazma enzim düzeyleri ve uterin arter doppler parametreleri benzer olarak bulundu. Çalışmamızda, sigaranın gebe kadınlarda antioksidan enzimler ve uterin arter kan akımı üzerine belirgin etkileri gösterilememekle beraber, geniş kapsamlı yeni çalışmalar konuyu aydınlatmak açısından yararlı olacaktır. Anahtar Kelimeler: Sigara, MDA, T-SH, Katalaz, PI, RI, S/DÖğe Polikistik Over Sendromu tanısı almış kadınların, ve ultrasonografik polikistik over bulgulu kadınların, ovarian stromal ve uterin arter kan akımlarının renkli Doppler ile karşılaştırılması(Kırıkkale Üniversitesi, 2008) Bostancı, Mehmet Sühha; Sağsöz, NevinPolikistik Over Sendromu (PKOS) genellikle menarş yaşlarında bulgu veren, üreme çağındaki kadınların yaklaşık %10'nu etkileyen prevelansı yüksek bir sendromdur. Polikistik over (PKO) tanımı ultrasonografi (USG) ile görüntülemede; her over için 12 veya daha fazla follikülün var olması, her follikülün çapının 2 ila 9 mm arasında olması ve/veya over hacminin artması(>10 ml) şeklinde tanımlanmıştır. USG değerlendirmesinde overlerin PKO görünümünde olması hastaya kesin PKOS tanısı konulmasını gerektirmez. Renkli Doppler USG incelemelerinde PKOS olgulu kadınlarda normal kadınlara göre uterin arter pulsatilite indeks (PI) değerinde anlamlı artış ve ovarian stromal arter rezistans indeks (RI) değerlerinde azalma gözlenmiştir. Bu çalışmada PKOS tanısı almış kadınlar ile PKOS tanısı olmayan, fakat klinik izleminde yapılan pelvik ultrasonografi incelemesinde overleri PKO görünümünde olan kadınların ovarian stromal ve uterin kan akımlarının renkli Doppler USG ile karşılaştırılması amaçlanmıştır. Çalışmaya PKOS tanısı almış 20 olgu ile PKOS tanısı olmayan, PKO görünümlü 18 olgu dahil edildi. Her iki grupta olgularda renkli Doppler USG ile sağ ve sol tarafta olmak üzere hem uterin arter hem de ovarian stromal arter PI, RI değerleri hesaplandı. Gruplarda sağ ve sol ölçüm değerleri arasında istatistiksel fark olmaması nedeni ile sağ ve sol ölçümlerinin ortalaması alınarak uterin arter ve ovarian stromal arter PI, RI değerleri hesaplandı. Olguların menstrüel sikluslarının üçüncü gününde serum androstenedion, dehidroepiandosteron, serbest testosteron, testosteron, seks hormonu bağlayan globulin, folikül stimule edici hormon, prolaktin, luteinizan hormon ve östradiol seviyelerine bakıldı. PKOS grubu ve PKO grubu arasında uterin arter PI, uterin arter RI, ovarian stromal arter PI, ovarian stromal arter RI, değerleri arasında istatiksel olarak anlamlı fark görüldü (p değerleri sırasıyla; p<0,001, p<0,01, p<0,001, p<0,001). PKOS grubunda ovarian stromal arter RI için korelasyonu tespit edilen AS, DHEAS değişkenleri adımsal regresyon analizi ile değerlendirildi. Ovarian arter PI ile AS arasında anlamlı negatif ilişki görüldü ( p=0,005, ß=-0,606). PKOS grubunda uterin arter PI için korelasyonu tespit edilen AS ve LH değişkenleri adımsal regresyon analizi ile değerlendirildi. Uterin arter PI ile LH arasında anlamlı pozitif ilişki görüldü ( p=0,011, ß=0,029). PKOS olgularında serum androjen seviyelerinde artışın arterlerdeki vasküler direnç de artışa neden olduğu bilinmektedir. Bu ilişki çalışmamızda PKO benzeri olgular için gösterilememiştir. PKOS ve PKO olguları üzerinde daha yüksek olgu sayıları ile beraber hastaların izlemlerinde Doppler USG ile yeni çalışmaların yapılması hem PKOS hastalığın etiyolojisinin ve klinik sonuçlarının anlaşılmasında daha yararlı olabilecek hem de PKO olgularında PKO görünümünün klinik sonuçlar üzerindeki etkilerinin değerlendirilmesi açısından yarar sağlayacaktır.Öğe Polikistik over sendromlu hastalarda serum total ve lipide bağlı sialik asit düzeylerinin sağlıklı kontrol grubuna göre değerlendirilmesi(Kırıkkale Üniversitesi, 2008) Özcan, Ali; Yücel, Doç. AykanPolikistik Over Sendromu, toplumda reprodüktif dönemdeki kadınların yaklaşık %6-8'ni etkileyen, oligomenore veya amenore, hirsutizm, obezite gibi bir çok klinik bulguları olan bir sendromdur. PKOS'lu kadınlarda görülen insülin direnci, anormal lipid düzeyleri ve obezite, uzun dönemde Diabetes Mellitus ve kardiyovasküler hastalık açısından risk artışına neden olmaktadır.Serum sialik asitleri, hücre zarının glikoproteinlerinde, glikolipidlerinde ve diğer hücre bölgelerinde bulunan açillenmiş neuraminik asitlerdir. Serum sialik asit düzeylerinin koroner kalp hastalığında ve miyokard enfarktüsünde arttığı bildirilmiştir. Serum total ve lipide bağlı sialik asidin diabetes mellitusta da yükseldiği bildirilmiş ve özellikle total sialik asidin belirli diyabetik komplikasyonlarla ilişkisi olduğu gösterilmiştir.Bu çalışmanın amacı, toplumumuzda PKOS tanısı almış kadınlarda serum total ve lipide bağlı sialik asit düzeylerinin, sağlıklı kontrol grubuna göre düzeylerinin değerlendirilmesi ve çeşitli hormonal ve biyokimyasal parametrelerle korelasyonunu göstererek, uzun dönem kardiyovasküler hastalık ile diabetes mellitus riski açısından ilişkinin araştırılmasıdır.Bu amaçla PKOS tanısı konulan 40 hasta ile 35 sağlıklı kontrol grubu kadın çalışmaya alındı. Serum TSA düzeylerinde PKOS grubu hastalarda kontrol grubuna göre istatistiksel olarak anlamlı fark bulunmadı (p=0,052). Serum LBSA düzeyleri ise PKOS grubunda kontrol grubuna daha yüksekti ve bu fark istatistiksel olarak anlamlıydı (p=0,003). PKOS grubunda androstenedion (r=0,338, p=0,032) ve HOMA-IR (r=0,558, p=0,000) ile TSA arasında istatistiksel olarak anlamlı pozitif korelasyon saptandı. VKİ'ne göre düzeltme sonrası TSA ile bu korelasyon kayboldu. PKOS grubunda sadece DHEAS (r=0,508, p=0,001) ile LBSA arasında istatistiksel olarak anlamlı pozitif korelasyon izlendi. VKİ'ne göre düzeltme sonrası bu korelasyon izlenmezken, sadece FSH (r=0,335, p=0,037) ile LBSA arasında istatistiksel olarak anlamlı pozitif korelasyon izlendi.PKOS hastaları ile kontrol grubu arasında serum TSA düzeyleri açısından fark yoktur. Serum LBSA düzeyleri ise PKOS hastalarında, kontrol grubuna göre daha yüksektir. Bu yüksekliğin PKOS ve uzun dönem riskleri açısından ilişkisinin net olarak gösterilebilmesi için daha geniş kapsamlı çalışmalara gereksinim vardır.Anahtar Kelimeler: Polikistik over sendromu, total sialik asit, lipide bağlı sialik asitÖğe Gebelikte Lipokalin 2 düzeylerinin araştırılması(Kırıkkale Üniversitesi, 2009) Cesur, Semra; Yücel, AykanGebelikteki insülin direnci plasental hormonlarla da ilişkili olmasına karşın, adipoz doku ve plasenta tarafından üretilebilen adipokin ve/veya proinflamatuar sitokinlerin de bu süreçte önemli rolleri olabilir.Obez bireylerde, dolaşımdaki lipokalin-2 (LCN2) konsantrasyonunun, normal kilodaki bireylerin konsantrasyonlarından daha yüksek olduğu ve serum LCN2 düzeylerinin vücut kitle indeksi (VKİ-kg/m2), açlık serum insülini ve homeostasis model assessment insulin resistance (HOMA-IR) ile pozitif korelasyon gösterdiği bildirilmiştir. Ancak, gebelikte LCN2 düzeylerini değerlendiren bir çalışma ile karşılaşılmamıştır. Biz, gebelik yaşı 24-28 hafta arasında olan gebe kadınların dolaşımdaki LCN2 düzeylerini değerlendirmeyi amaçladık.Biz, iki ayrı çalışma grubu olarak gebelik öncesi VKİ>25 kg/m2 (aşırı kilolu) (n=29) ve VKİ<25 kg/m2 (n=27) olan ikinci trimesterdeki gebelerin ve kontrol grubu olarak VKİ<25 kg/m2 olan ve gebe olmayan kadınların (n=29) LCN2, açlık kan şekeri (AKŞ) ve açlık serum insülini (ASİ) düzeylerini; HOMA-IR ve AKŞ/ASİ parametrelerini değerlendirdik.Her iki gebe grubunun LCN2 düzeylerinin, kontrol grubunun plazma LCN2 düzeyinden daha yüksek olduğu bulundu (her iki karşılaştırma için p<0.001). Gebelik öncesi VKİ>25 kg/m2 olanların plazma lipokalin-2 düzeyi ile gebelik öncesi VKİ<25 kg/m2 olanların plazma lipokalin-2 düzeyi arasında anlamlı fark vardı (p=0.003). Gebelerin LCN2 düzeyleri ile HOMA-IR, ASİ ve AKŞ/ASİ değerleri koreleydi.Bu çalışmanın bulguları, gebelikte ölçülen LCN2 düzeylerinin, obeziteye ve gebeliğe bağlı inflamatuar durumdan ve plasental hormonlardan kaynaklanan metabolik değişikliklerle ilişkili olabileceğini düşündürmektedir. Ayrıca, LCN2 ile HOMA-IR, ASİ, AKŞ/ASİ oranı arasındaki korelasyonlar, LCN2'nin gebelikte insülin direncinin değerlendirilmesinde kullanılabileceğini, düşündürmektedir.Öğe Anormal uterin kanama ile başvuran ve endometriyal polip saptanan hastalarda,uterin doppler sonografi ve patoloji sonuçlarının karşılaştırılması(Kırıkkale Üniversitesi, 2009) Koç, Hülya; Noyan, VolkanAnormal uterin kanama, jinekoloji polikliniğine başvuran hastalarda en sık görülen yakınmalardan biridir. Anormal uterin kanamaların tedavisi için hastalığın etyolojisinin tanınmasında hızlı ve güvenilir tanı prosedürlerinin uygulanması gereklidir. Anormal uterin kanama ile polikliniğe başvuran hastaların %35'ini submüköz myom veya endometriyal polip gibi intrakaviter lezyonlar oluşturur. Endometriyal poliplerin anormal uterin kanamalı tüm kadınlardaki görülme sıklığı yaklaşık olarak % 25' dir. Çalışmacılar son zamanlarda endometriyal patolojilerin tanısında uterin arter ve myometriyal damarların renkli doppler sonografisini önermişlerdir. Aynı zamanda çeşitli çalışmalarda uterin ve myometriyal damarların doppler ölçümlerinin, endometriyal patolojilerin tanısında transvajinal ultrasonografinin sensitivitesini arttırabileceği gösterilmiştir. Bu çalışmada anormal uterin kanama ile başvuran hastalarda, transvajinal ultrasonografinin yanı sıra uygulanan uterin arter doppler sonografinin, salin hidrosonografi ve endometriyal biyopsi sonuçları ile karşılaştırılması ve tanıya katkısının irdelenmesi amaçlandı. Çalışmaya Kırıkkale Üniversitesi Tıp Fakültesi Kadın Hastalıkları ve Doğum Polikliniğine başvuran anormal uterin kanamalı, transvajinal ultrasonografide endometriyum kalınlığı 5 mm ve üzeri olan 60 hasta alındı. Hastalara transvajinal ultrasonografi, uterin arter doppler sonografi ve salin hidrosonografi yapıldı. Onaltı hastaya histeroskopi, kırkdört hastaya D&C yapılarak, alınan endometriyal örnekler patolojiye gönderildi. Hastaların patoloji sonuçları; bir hastada endometriyal adenokarsinom grade2, dört hastada basit?atipisiz endometriyal hiperplazi, 4 hastada disordered proliferatif endometriyum, 25 hastada endometriyal polip, 10 hastada proliferatif endometriyum, 7 hastada sekretuar endometriyum, 2 hastada endometrit, 2 hastada menstrüel endometriyum, bir hastada endometriyal stromal fragmantlar, bir hasta da iyatrojenik endometriyum, bir hastada interval endometriyum, bir hastada bazal endometriyum, bir hastada uzamış kanama bulguları olarak geldi. Hastaların patoloji sonuçları elde edildikten sonra 25 hasta endometriyal polip grubunu oluşturdu, kalan hastalardan 1 endometriyal Ca, 4 endometriyal hiperplazi, 4 disordered proliferatif endometriyum hastası, olgu sayılarının yetersiz olması nedeniyle çalışma dışı bırakıldı. Kalan 26 hasta intrakaviter lezyon saptanmayan anormal uterin kanamalar olarak kontrol grubunu oluşturdu. Hastaların transvajinal ultrasonografi, salin hidrosonografi ve transvajinal doppler sonografi sonuçları patoloji sonuçları ile karşılaştırıldı. Çalışmamızda, endometriyal kalınlıklar, polip grubunda ortalama 14.5±3.46 mm, kontrol grubunda ise 10.99±3.58 mm olarak izlendi (p=0.001). Uterin volüm, polip grubunda ortalama 98.32±63.18 ml, kontrol grubunda ise 125.26±72.9 ml olarak bulundu. Uterin volüm her iki grupta benzerdi (p=0.14). Hastaların sağ ve sol uterin arter rezistans ve pulsatilite indekslerinin dağılımının benzer olması üzerine, rezistans ve pulsatilite indekslerinin ortalamaları alındı. Ortalama uterin arter rezistans indeks değeri, polip grubunda 0,63±0,2, kontrol grubunda ise 0,66±0,17 olarak bulundu (p=0.48). Ortalama uterin arter pulsatilite indeks değeri polip grubunda 1,75±0,74, kontrol grubunda ise 1,95±0,63 olarak bulundu (p=0,31). Çalışmamızda, transvajinal ultrasonografinin intrakaviter yer kaplayan lezyon tanısında sensitivitesi, spesifitesi, negatif prediktif değeri ve pozitif prediktif değeri sırasıyla %100, %73, %78.1, %100 olarak tesbit edildi. Salin hidrosonografinin endometriyal polip tanısında sensitivitesi, spesifitesi, negatif prediktif değeri ve pozitif prediktif değeri sırasıyla %96, %84.6, %85.7, %95.7 olarak bulundu. Çalışmamızın sonucunda uterine arter doppler sonografi indekslerinin, endometriyal polip saptanan grupta, intrakaviter lezyon saptanmayan uterin kanamalarla karşılaştırıldığında farklılık göstermediği saptandı. Transvaginal doppler sonografinin, intrakaviter endometriyal lezyonların tanısındaki katkısının değerlendirilmesi için daha geniş çaplı çalışmalara ihtiyaç olduğu düşünüldü.Anahtar Kelimeler: Endometriyal polip, transvajinal doppler sonografi, sonohidrosonografi, transvajinal ultrasonografi, patolojiÖğe Polikistik over sendromlu hastalar ve sağlıklı kontrol grubunda plazma apelin düzeylerinin karşılaştırılması(Kırıkkale Üniversitesi, 2010) Gören, Kıvılcım; Sağsöz, NevinPolikistik over sendromu (PKOS) üreme çağındaki kadınlarda en sık görülen reprodüktif endokrinopati olup, sıklığı farklı tanı kriterlerine göre değişmekle beraber, genel olarak reprodüktif dönemde %6-8 civarındadır. Multisistemik reprodüktif, metabolik bir sendrom olarak PKOS kalp damar hastalıkları, tip 2 diyabet, lipid profili bozuklukları ve endometriyum kanseri gibi uzun dönem riskleri taşıması nedeniyle de ön plana çıkmaktadır. Ayrıca PKOS'luların %50'den fazlasında android tip obezite ve bel/kalça oranında artış izlenir. Bu da kardiyovasküler hastalık ve diabetes mellitus (DM) riskiyle ilişkilidir.Adipokiler yağ dokudan salınan biyolojik olarak aktif peptidler olup, bu adipokinlerden tümör nekroz faktör ? (TNF-?), interlökin 6 (IL-6), C reaktif protein (CRP), insülin benzeri büyüme faktörü 1 (IGF-1), seks steroidleri, rezistin, visfatin, adiponektin ve apelinin insülin direnci ile ilgili olduğu gösterilmiştir. Apelin yeni keşfedilmiş bir peptid olup yakın zamanlı çalışmalarda obezite ve insülin direnciyle yakın ilişkili olduğu tespit edilmiştir. Apelinin su alımı ve hipotalamohipofizer aks üzerine, kardiyovasküler sistemde hipotansif ve miyokard kontraktilitesini arttırıcı etkileri ve anjiogenez üzerine etkileri bulunmaktadır. Ayrıca apelin ve apelinerjik sistemin memeli ovaryan folikül gelişimi, foliküler atrezi ve tekal doku anjiogenezinde etkin olduğu da gösterilmiştir.Bu çalışma 32 PKOS hastası ve 31 sağlıklı kadından oluşan, yaşları 18 ile 33 arasında değişen toplam 63 kadın üzerinde yapılmıştır. Çalışmada polikistik over sendromlu (PCOS) hastaları ve sağlıklı kontrol grubunda plazma apelin düzeylerinin karşılaştırılması amaçlanmaktadır. Çalışmaya katılan tüm hastaların yaşı, kilosu, boyu ve FGS değerlerine bakılmış ve vücut kitle indeksleri kg/m² olarak hesaplanmıştır. Hastalardan menstrüel sikluslarının 3. gününde 10 saatlik açlık sonrası sabah 08:00-10:00 saatleri arasında alınan kandan luteinizan hormon (LH), folikül stimulan hormon (FSH), estradiol, serbest testosteron, total testosteron, androstenedion, seks hormonu bağlayan globulin (SHBG), dehidroepiandrostenedion sülfat (DHEA-S), 17-0H progesteron, prolaktin, (PRL), serbest T3 (sT3), serbest T4 (sT4), tiroid stimulan hormon (TSH), aspartat amino transferaz (AST), alanin amino transferaz (ALT), düşük dansiteli lipoprotein (LDL), yüksek dansiteli lipoprotein (HDL), trigliserit, total kollesterol seviyelerine; ayrıca hemogram, açlık serum glukoz ve insulin seviyelerine bakılmıştır. Açlık kan şekeri ve açlık insulin düzeyleri kullanılarak Homeostatic Model Assessment (HOMA) insülin direnci düzeyleri her hasta için hesaplanmıştır. (Açlık kan şekeri (mg/dl) X açlık insulin düzeyi (uU/ml)/405).Kontrol grubuyla karşılaştırıldığında PKOS grubunda Apelin düzeyleri anlamlı olarak yüksek (p<0.001), bel/kalça oranları anlamlı olarak yüksek (p=0.002), ferriman gallway skorları anlamlı olarak yüksek (p<0.001), serbest testosteron düzeyleri anlamlı olarak yüksek (p=0.034), trigliserit düzeyleri anlamlı olarak yüksek (p=0.021), 17-OH progesteron düzeyleri anlamlı olarak yüksek (p=0.048), LH/FSH oranları anlamlı olarak yüksek (p=0.011) bulunmuş olup HDL ve SHBG düzeyleri anlamlı olarak düşük (p=0.005, p=0.01) bulunmuştur. Diğer parametreler arasında istatistiksel olarak anlamlı fark saptanmamıştır (p>0.05). Yapılan istatistiksel değerlendirmelerde tüm çalışma grubu ele alındığında apelin düzeyleri biyokimyasal ve demografik parametrelerden yalnızca FGS değerleri ve bel kalça oranlarıyla korelasyon göstermektedir. Bunun dışında BMI, bel/kalça oranı ve HOMA-IR arasında istatistiksel anlamlı ilişki ve SHBG düzeyleri ile FGS skorları, bel kalça oranı, HOMA-IR düzeyleri ve FGS değerleri arasında istatistiksel olarak anlamlı ilişki bulunmuştur. Çalışmamızda PKOS ve kontrol grupları ayrı ayrı ele alındığında PKOS grubunda apelin düzeyleri ile diğer biyokimyasal ve klinik parametreler arasında herhangi bir anlamlı korelasyon gözlenmemiş olup kontrol grubunda ise apelin düzeyleri ile sadece SHBG seviyeleri arasında korelasyon gözlenmiştir. Çalışmamızda polikistik over görünümü (PKO); PKOS grubundaki 32 kadından 26 tanesinde (% 81,25), kontrol grubundaki 31 kadınların 5 tanesinde (% 16,1) bulunmuş olup, polikistik over görünümü bulunan hasta grubunda apelin düzeyleri polikistik over görünümü bulunmayan hastalara oranla anlamlı biçimde yüksek bulunmuştur (p< 0.001).Sonuç olarak bizim çalışmamızda PKOS hastalarında plazma apelin düzeyleri sağlıklı kontrol grubuna göre daha yüksek olarak bulunmuştur. Bu durum sebep sonuç ilişkisi içerisinde primer olarak; obezite, artmış bel/kalça oranı, adipositede artış, adipositokin düzeyi değişiklikleri, LH/FSH etkileşiminde bozulma, insülin direnci, hipotalamohipofizer aks etkileri ve polikistik overlerin kendi doğasından kaynaklanan lokal parakrin ve endokrinolojik davranışları gibi komponentler nedeniyle olabileceği gibi PKOS'ta meydana gelen metabolik değişimlere bağlı olarak kompansatuar bir mekanizmayla da gelişiyor olabilir. Bu mekanizmanın net bir biçimde aydınlatılabilmesi için daha geniş kapsamlı ileri çalışmalara ihtiyaç vardır.Öğe Polikistik over sendromlu kadınlarda serum Paraoksonaz 1 aktivitesi ve Asimetrik dimetilarjinin düzeyleri ile Brakiyal arterde akım bağımlı dilatasyon ölçümlerinin karşılaştırılması(Kırıkkale Üniversitesi, 2010) Soyman, Zeynep; Noyan, VolkanPolikistik over sendromu (PKOS); doğurganlık çağındaki kadınlarda en sık görülen endokrinolojik bozukluktur. PKOS tanısı alan kadınların uzun dönem takip edildiği çalışmalarda, bu kadınlarda tip 2 diabetes mellitus, hipertansiyon, aterosklerotik kalp hastalığı ve menopoz sırasında myokard enfarktüsü gelişme riskinin arttığı gösterilmiştir. Paraoksonaz 1 (PON1), HDL'ne bağlı bir enzim olup, lipid peroksidleri hidroliz ederek, LDL'yi oksidasyona karşı korur. PON1'in koroner arter hastalığı için bağımsız bir risk faktörü olduğu bildirilmiştir. Asimetrik dimetilarjinin (ADMA)' nın endotelyal disfonksiyon ve endotelyal disfonksiyon zemininde ortaya çıkan kardiyovasküler hastalıklar için risk faktörü olduğu öne sürülmüştür. Brakiyal arterde akım bağımlı dilatasyon (FMD) ölçümü, kardiyovasküler olayların bağımsız bir belirteci olduğu gösterilen koroner dolaşımdaki endotelyal fonksiyonun invaziv olarak değerlendirilmesi ile korelasyon gösterir. Bu çalışmada PKOS'lu ve sağlıklı kadınlarda serum PON1 aktivitesi ve ADMA düzeyleri ile brakiyal arter FMD'si ölçümlerinin karşılaştırılması amaçlanmıştır. Çalışmaya 30 PKOS tanısı almış kadın ile 30 sağlıklı kadın dahil edilmiştir. Olguların tansiyonuna, vücut kitle indeksine, bel-kalça çevresine, FSH, LH, östradiol, serbest testosteron, total testosteron, androstenedion, SHBG, 17? OH-P, DHEAS, PRL, sT3, sT4, TSH, AST, ALT, üre, kreatinin, hemogram, lipid profili, açlık kan şekeri ve insulin seviyelerine ayrıca serum PON1 aktivitesi, ADMA düzeylerine bakıldı. İnsülin direnci tanısı; HOMA-IR ile konuldu. Olgulara pelvik veya transvajinal ultrason ve FMD ölçümleri yapıldı. PKOS grubunda serum PON1 aktivitesi ve FMD değerleri kontrol grubuna göre anlamlı olarak düşük saptandı. Serum ADMA düzeyleri açısından her iki grup arasında anlamlı fark bulunmadı. PKOS grubunda PON1 düzeyleri ile VKİ ve Bel/Kalça oranı arasında pozitif korelasyon, PON1 ile DHEAS arasında ise negatif korelasyon saptandı. FMD ile insülin ve HOMA-IR arasında pozitif korelasyon bulundu. Yine PKOS'lu hastalarda ADMA ile DHEAS, total testosteron ve HDL arasında pozitif korelasyon, ADMA ile LDL arasında negatif korelasyon saptandı. PKOS'lu olgularda ADMA ile PON1 düzeyleri arasında negatif korelasyon mevcuttur. PKOS grubunda yaş ve VKİ'ne göre düzeltilmiş parsiyel korelasyon analizi yapıldığında, tek anlamlı korelasyon ADMA ile total testosteron arasında bulundu. Sonuç olarak endotelyal disfonksiyonun ve kardiyovasküler hastalıkların belirteci olarak kabul edilen PON1 ve FMD değerleri PKOS'lu olgularda sağlıklı kadınlara oranlara düşük bulunmuştur. Bu çalışma sınırlayıcı bazı faktörlerin varlığına rağmen bildiğimiz kadarıyla PKOS'lu hastalarda PON1, ADMA ve FMD'nin birlikte değerlendirildiği ilk çalışmadır. PKOS'ta endotelyal disfonksiyon ve belirteçlerini değerlendirecek, obezite ve yaş alt gruplarının da incelendiği geniş katılımlı ek çalışmalara ihtiyaç vardır.Anahtar Kelimeler: Polikistik over sendromu (PKOS), kardiyovasküler risk, endotelyal disfonksiyon, paraoksanaz 1 (PON1), asimetrik dimetilarjinin (ADMA), endotel aracılı vazodilatasyon (FMD).Öğe Ooferektomize ratlarda L - karnitinin oksidatif stres parametreleri üzerine etkisinin araştırılması(Kırıkkale Üniversitesi, 2012) Canbolat, Emel Peri; Sağsöz, NevinMenopoz, overde foliküler aktivitenin kaybı sonucunda menstrüasyonun kalıcı olarak sonlanmasıdır. Menopoz, kadın yaşamında üreme çağı sonrası ile yaşlılık dönemi başlangıcı arasında yer alan fizyolojik bir süreç olmasına karşın, yol açabileceği sonuçlar açısından önemli bir dönüm noktasıdır. Menopozla birlikte overlerde östrojen hormon yapımının azalmasının bir sonucu olarak tüm vücutta önemli değişiklikler olmaktadır. Menopozda anovulasyonun neden olduğu menstrüal düzensizlikler, atrofik değişiklikler, osteoporoz ve aterosklerotik kardiyovasküler sistem hastalıkları gibi uzun dönem sonuçlar yaşam kalitesini ciddi şekilde bozmaktadır. Yapılan çalışmalarda, menopozun oksidatif sistemi bozduğu, lipidlerin peroksidasyonuna neden olduğu gösterilmiştir. Tüm memelilerde doğal olarak bulunan L - karnitin güçlü bir antioksidandır ve antioksidan etkisini lipid peroksidasyonuna engel olarak gerçekleştirmektedir. Biz bu çalışmada bu bilgiler ışığında ooferektomize dişi ratlarda kan ve dokularda serbest oksijen radikallerindeki değişiklikleri saptamayı ve L - karnitinin ooferektomize dişi ratların kan ve dokularındaki serbest oksijen radikalleri üzerine herhangi bir etkisi olup olmadığını araştırmayı amaçladık. Çalışmamızda 24 adet 200 - 250 gram ağırlığında erişkin (3 - 4 aylık) dişi Wistar Albino tipi rat kullanıldı. 24 rat rastgele 4 gruba bölündü. Birinci gruptaki (laparatomi - kontrol grubu) ratlarda batın açılıp eksplore edildikten sonra hiçbir girişim yapılmadan tekrar kapatıldı. Diğer 3 gruba bilateral ooferektomi yapıldı. Deney protokolüne ooferektomiden 21 gün sonra başlandı. Birinci gruba 0.12 ml serum fizyolojik, ikinci gruba 100 mg/kg/gün L ? karnitin, üçüncü gruba 500 mg/kg/gün L - Karnitin, dördüncü gruba 0.12ml serum fizyolojik (intraperitoneal yoldan 14 gün boyunca) uygulandı. Beş haftadan sonra, NO, MDA, TOS, TAS çalışılması için uygun tekniklerle kalpten ponksiyon ile kan ve karaciğer, böbrek ve kalpten doku örnekleri alındı. OSİ ise TOS'un TAS'a bölünmesiyle hesaplandı. Gruplar arasında böbrek, karaciğer dokusu ve serumda alınan NO, MDA, TAS, TOS, OSİ düzeyleri yönünden istatistiksel olarak anlamlı fark yoktu. Kalp dokusundan alınan NO ve TOS düzeyleri yönünden gruplar arasında istatistiksel olarak anlamlı fark yoktu. Üçüncü grubun (500 mg/kg/gün L - karnitin) MDA düzeyi dördüncü grubun MDA düzeyinden anlamlı derecede düşüktü. Dördüncü grubun TAS düzeyleri ikinci ve üçüncü grupların düzeylerinden yüksekti.MDA lipid peroksidasyonunun bir belirtecidir ve MDA'da sadece yüksek doz karnitinle azalma olması karnitinin oksidatif stres üzerine etkisinin doz bağımlı olabileceğini düşündürmektedir. Ancak hipotezimizin tersi yönde biz grupların TAS düzeylerinin birbirinden farklı olduğunu bulduk. Bu ise yükselmiş olan oksidatif stresin daha sonra bu duruma tepkisel olarak yükselen antioksidanlarla baskılanmaya çalışıldığını veya kalpte farklı bir antioksidan mekanizmanın rol oynayabileceğini düşündürtmektedir.Sonuç olarak bu çalışmada, karnitinin karaciğer, böbrek, kalp ve serumdaki antioksidan etkileri incelendiğinde, karnitinin kalpte MDA seviyelerini azaltmada etkili olduğu gözlenmiştir. Karnitinin oksidatif stres üzerine etkilerini değerlendirmeyi amaçlayan gelecekteki hayvan ve özellikle insan çalışmalarından sonra, çeşitli endikasyonlarla insanlarda kullanılan L - karnitinin menopozda da destek tedavide kullanılması önerilebilir.Öğe Ratlarda ovaryan torsiyon detorsiyon modelinde iskemi reperfüzyon hasarında, curcumin, erdostein ve ginkgo biloba'nın koruyucu etkilerinin araştırılması(Kırıkkale Üniversitesi, 2012) Kahraman, Mehmet Behrengi; Noan, VolkanOver torsiyonu reprodüktif dönemde sık görülen, mümkün olduğunca erken tanı ve müdahale gerektiren jinekolojik acillerden biridir. Torsiyon sonucunda meydana gelebilecek iskemik hasarın etyolojisinde ortamda bulunan reaktif oksijen metabolitlerine bağlı oksidatif stres ve inflamasyon süreci sorumlu tutulmaktadır. İskemik hasar dönemi olarak adlandırılan bu süreçte ovaryan hasar temel olarak hipoksiye bağlıdır. Torsiyon ortadan kaldırıldıktan sonra da reaktif oksijen ve nitrojen ürünlerinin oluşmasıyla reperfüzyon hasarı olarak adlandırılan süreç başlar. Dokudaki toplam hasar iskemi ve reperfüzyonun her ikisinin de yol açtığı hasarın toplamı olarak kabul edilmektedir. Sonuç olarak, reperfüzyon hasarının önlenmesi iskemi tedavisinin başarısını daha da arttıracaktır. Bu hipotezden yola çıkarak farklı çalışmalarda antioksidan etkisi gösterilmiş olan Curcumin, Erdostein ve Ginkgo biloba'nın iskemi-reperfüzyon hasarındaki koruyucu etkisini ortaya koymayı amaçladık. Çalışmada kullandığımız ajanlardan Curcumin, bitkisel kökenli bir bileşik olup çeşitli çalışmalarda güçlü antioksidan, anti-inflamatuvar ve antikanserojen etkileri gösterilmiştir. Bir diğer ajan Erdostein klinikte mukolitik ve ekspektoran özelliğinden dolayı yaygın olarak kullanılmaktadır. Erdostein'in bu etkilerinin yanında antioksidan özelliği de çeşitli çalışmalarda gösterilmiştir.Çalışmamızda kullanılan Ginkgo biloba, aynı isimli bitkinin yapraklarından elde edilir ve yapılan birçok çalışmada iskemi-reperfüzyon hasarında nöroprotektif ve kardiyoprotektif olduğu gösterilmiştir. Bildiğimiz kadarıyla her üç ajanın overde iskemi-reperfüzyon hasarında kullanımına ilişkin şimdiye kadar yapılmış çalışma bulunmamaktadır. Çalışmamızda ratlarda deneysel olarak ovaryan torsiyondetorsiyon modeli oluşturup bunun sonucunda overde oluşan iskemi-reperfüzyon hasarının derecesini histopatolojik olarak değerlendirmeyi, serum ve dokudaki, vmalondialdehit (MDA), nitrik oksit (NO), süperoksit dismutaz (SOD), katalaz (CAT) seviyelerini biyokimyasal olarak ölçmeyi ve Curcumin, Erdostein ve Ginkgo biloba tedavilerinin ovaryan iskemi-reperfüzyon hasarında koruyucu etkinliklerini değerlendirmeyi amaçladık. Bu amaçla çalışmada 36 adet Wistar albino cinsi, 16 haftalık, 250 – 300 gr. ağırlığındaki dişi ratlar kullanıldı. Ratlar randomize olarak her grupta 6'şar adet olmak üzere Grup I (sham grubu): Sadece laparotomi uygulanan ve overleri çıkarılan, Grup II (iskemi grubu): Ovaryan iskemi oluşturulan, 3 saat sonra overleri çıkarılan, Grup III (iskemi-reperfüzyon grubu): 3 saatlik iskeminin ardından, 3 saat reperfüzyon oluşturulup, overleri çıkarılan, Grup IV (iskemi-reperfüzyon + Curcumin): 3 saatlik iskemi oluşturulup reperfüzyondan 30 dk. önce 200 mg/kg intraperitoneal Curcumin verilen ve overleri çıkarılan, Grup V (iskemi-reperfüzyon + Ginkgo biloba): 3 saatlik iskemi oluşturulup reperfüzyondan 30 dk. önce 100 mg/kg intraperitoneal Ginkgo biloba verilen ve overleri çıkarılan, Grup VI (iskemireperfüzyon + Erdostein): 3 gün boyunca oral gavaj ile 150 mg/kg Erdostein verilenve 3 saatlik iskemi ve 3 saat reperfüzyondan sonra overleri çıkarılan grup olarak ayrıldılar.Curcumin grubunda serum katalaz düzeyleri, iskemi ve iskemi-reperfüzyon grubuna göre anlamlı olarak yüksek bulunurken, doku katalaz düzeyleri iskemi ve iskemi-reperfüzyon grubuna göre anlamlı olarak düşük bulundu. Oksidasyon ürünü olan serum malondialdehit seviyesinin ise iskemi-reperfüzyon grubuna göre anlamlı olarak düşük olduğu saptandı. Patoloji sonuçlarına bakıldığında Curcumin grubunda, iskemi reperfüzyon grubuna göre infarkt-vital parankim kaybı oranının anlamlı olarak azaldığı, yine iskemi sonrası dokuda görülen polimorfonükleer lökosit infiltrasyonunun iskemi-reperfüzyon grubuna göre anlamlı olarak azaldığı gösterildi. Hemorajinin ise iskemi-reperfüzyon grubuna göre anlamlı olarak yüksek olduğu saptandı. Erdostein grubuna bakıldığında; dokudan alınan örneklerde NO seviyelerinin iskemi grubuna göre anlamlı olarak düştüğü tespit edildi. Serum NO seviyeleri ise iskemi ve iskemi-reperfüzyon grubuna göre anlamlı olarak yüksek bulundu. Serum ve doku katalaz düzeyleri, iskemi ve iskemi-reperfüzyon grubuna göre anlamlı olarak düşük bulundu. Patoloji sonuçlarına bakıldığında Erdostein grubunda, infarkt-vital parankim kaybı ve polimorfonükleer lökosit infiltrasyonu, iskemi-reperfüzyon grubuna göre anlamlı olarak düşük bulundu. Polimorfonükleer vilökosit infiltrasyonunun iskemi grubuna göre azaldığı görülürken, bu azalma istatistiksel olarak anlamlı değildi. Ginkgo biloba grubunda, serum katalaz seviyesinin iskemi ve iskemi-reperfüzyon grubuna göre anlamlı olarak düşük olduğu, doku katalaz düzeylerinin de iskemi grubuna göre anlamlı olarak düşük olduğu saptandı. Doku örneklerinde, polimorfonükleer lökosit infiltrasyonu iskemireperfüzyon grubuna göre anlamlı olarak düşük bulunsa da, infarkt-vital parankim kaybı yönünden iskemi veya iskemi-reperfüzyon grubuna göre anlamlı fark saptanmadı. Benzer olarak iskemi grubuna göre hemorajinin anlamlı olarak arttığı saptandı. Sonuç olarak, Curcumin ve Erdostein'in ovaryan iskemi-reperfüzyon hasarında özellikle doku morfolojik incelemeleri bazında koruyucu etkilerinin olduğu, erken müdahale edilirse ovaryan torsiyona bağlı organ kayıplarının önlenmesinde etkili olabilecekleri düşünülmüştür. Ginkgo biloba'nın ise benzer etkileri ortaya konulamamıştır. Curcumin ve Erdostein'in oksidatif hasar üzerine olan etkinliklerinin prospektif çalışmalarla desteklenmesi, ovaryan torsiyonun yönetiminde yeni tedavi modalitelerini gündeme getirebilir.Anahtar kelimeler: Rat, over, torsiyon, detorsiyon, iskemi, reperfüzyon, Curcumin, Erdostein, Ginkgo biloba, antioksidanÖğe Fazla kilolu olan polikistik over sendromlu hastalarda serum obestatin düzeylerine diyetin etkisinin değerlendirilmesi(Kırıkkale Üniversitesi, 2012) Serbest, Gülsüm Yıldız; Yücel, AykanPolikistik over sendromu (PKOS) reprodüktif dönemdeki kadınların yaklaşık % 5-10' unu etkileyen, kronik oligo-anovulasyon ve hiperandrojenizm ile karakterli kompleks, kronik seyirli metabolik bir hastalıktır . PKOS'ta da şişmanlık sonucu artan yağ dokusu hastalığın seyrini daha da karmaşık hale getirmekte ve kilo artışı ile hastalığın genel profili arasında bir kısır döngü ortaya çıkmaktadır. Polikistik over sendromunun obezite, artmış kan şekeri seviyesi, insülin direnci ve hormon dengesizliği gibi tipik semptomlarının beslenme tedavisi ile düzeldiği belirlenmiştir. İnsan çalışmalarında plazma obestatin düzeylerinin obezlerde zayıf olanlara göre daha düşük düzeyde bulunması vücut ağırlığının uzun süreli düzenlenmesinde obestatinin rolü olabileceğini göstermektedir. Kilo kaybı sonrasında obestatinin metabolik parametreler, obezite ve insülin direnci ile yakından ilişkili olduğu belirlenmiş, kilo kaybı sonrasında obestatin düzeyinde artış olduğu belirlenmiştir. Bu çalışmada fazla kilolu ve obez PKOS'lularda, düşük yağlı yüksek karbohidratlı diyetin obestatin seviyelerine etkisinin değerlendirilmesi amaçlanmıştır. Çalışmaya 22 fazla kilolu ve obez PKOS tanısı almış kadınlar ve 22 fazla kilolu ve obez sağlıklı kadınlar dahil edilmiştir. Olguların günlük enerji gereksinimleri hesaplandı ve 3 aylık diyet proğramına alındı. Olguların diyet öncesi boyuna, ağırlığına, vücut kitle indeksine, vücut yağ oranına, FSH, LH, östradiol, serbest testosteron, total testosteron, androstenedion, SHBG, DHEA-S, 17-OH-Progesteron, prolaktin, TSH, TG, HDL, LDL, kolesterol, açlık kan şekerine, insülin seviyelerine ve serum obestatin seviyelerine bakıldı. İnsülin direnci tanısı HOMA-IR ile konuldu, bu tetkikler 3 ay sonra kilo kaybı sonrasında her olgu için tekrarlandı. Olgulara transvajinal ya da pelvik ultrason yapıldı. Çalışmamızda PKOS grubunda obestatin seviyesindeki artış istatistiksel olarak anlamlı bulunmadı. Kontrol grubunda kilo kaybı ile obestatin seviyelerinde istatistiksel fark bulunmadı. Hem diyet öncesi hemde diyet sonrası obestatin ile insülin, HOMA-IR, VKİ arasında korelasyon bulunmadı. Çalışmamızda lipid profili ile obestatin arasındaki korelasyon incelendiğinde sadece PKOS grubunda diyet öncesinde obestatin ile HDL arasında negatif bir korelasyon olduğu görüldü. PKOS grubunda diyet sonrasında bel kalça oranı ile obestatin arasında negatif korelasyon saptanmıştır. Sonuç olarak çalışmamızda PKOS grubunda ve kontrol grubunda obestatin seviyelerinde fark bulunmadı. Bu durum VKİ'nin yüksek olduğu durumlarda obestatin seviyesinin düzenlenmesinde farklı mekanizmaların rol oynadığını düşündürtmektedir ancak bu farklılığın görülmemesinde her iki grupta HOMA-IR, VKİ'lerinin birbirine yakın olması ve diyet süresinin kısa olması gibi sınırlayıcı faktörlerin de rolü olabilir. Bildiğimiz kadarıyla bu çalışma fazla kilolu ve obez PKOS' lu kadınlarda kilo kaybının obestatin seviyesine etkisinin araştırıldığı ilk çalışmadır. PKOS' ta obestatinin etkisini değerlendirmeye yönelik olarak daha fazla hastanın dahil olduğu, daha uzun süreli, prospektif çalışmalara ihtiyaç vardır.