Yazar "Çağlayan, Harun" seçeneğine göre listele
Listeleniyor 1 - 10 / 10
Sayfa Başına Sonuç
Sıralama seçenekleri
Öğe Ahlâkî Davranış Açısından İnanç Ve Görev Ahlakı(2016) Çağlayan, HarunBu çalışmada, inanç ve görev ahlakı kavramlarının ahlâkî bir davranış üzerindeki etkileri konu edinilmiştir. Çalışmada ahlâkî davranışın teşekkül ve gelişiminde, inanç ve görev ahlakının etkileri farklı açılardan karşılaştırılmıştır. Bu bağlamda öncelikle insan psikolojisinin ahlak ve güdülenme üzerindeki etkisi açısından inancın erdemli bir davranışın ortaya çıkmasındaki rolü tartışılmış, sonrasında ise inanç ve görev ahlakı kavramlarının ahlâkî bir kişilik oluşumunda hangi oranda etkin olduğu tespit edilmeye çalışılmıştır. Araştırmada inanç ve görev ahlakı kavramlarının ahlâkî davranışın oluşumunda karşılıklı olarak birbirini etkilemekle beraber, inancın ahlâkî bir kişilik oluşumunda görev ahlakı bilincinden daha etkin bir motivasyon gücü sağladığı görülmüştür. Buna göre ahlâkî kuralların belirlenmesinde sadece akıl ve vicdanın değil, inancın da etkin bir unsur olduğu kabul edilmelidir. Çalışmada son olarak istikrarlı bir toplum yapılanmasında inanç ve görev ahlakı kavramları arasında daha tutarlı bir ilişkinin nasıl kurulabileceğinin imkânları ile bireysel ve toplumsal açıdan olgun insan sınırlarının niteliği üzerinde tahliller yapılmıştırÖğe Çocukların Elemi Meselesi Hakkında Bir Değerlendirme(2021) Çağlayan, HarunMüslüman kültüründe ilahi fiillerin adalet sınırları içinde gerçekleştiği ve zulüm ile vasıflandırılmasının imkânsız olduğu hususunda genelde Müslüman bilginler, ittifak halindedir. Ancak onlar, adaletin niteliği, kapsamı ve nasıl tecelli edeceği gibi bazı konular hakkında farklı fikirlere sahiptirler. Bu fikirlerin teşekkül ve gelişiminde etkili olan tartışmalardan biri de çocukların elemi meselesidir. Zihinsel ve bedensel açıdan henüz gelişimini tamamlamadığı için çocuk, hemen her kültürde masum kabul edildiğinden yetişkinler-den farklı haklara sahiptir. Çocukluk döneminde insan, toplum içinde ve hukuk önünde yetişkinlerden farklı ilkelere göre değerlendirilir. Aynı şekilde dinî açıdan da çocuk, teklife muhatap olma bakımından sorumluluğu olmayan kesimlerden sayılır. Çocukluk döneminin bu özel konumu nedeniyle, çocukların elemi meselesinde kelamcılar arasında ahlaki bazı tartışmalar gündeme gelmiştir. Allah, masum oldukları için hukuk ve toplum vicdanında müstesna bir yere sahip olan çocukların dünyada hastalık, savaş ve şiddete maruz kalmasına nasıl müsaade ediyor? Suç işledikleri halde yetişkinlerin bağışlanmasını öneren bir inancın kaynağı olan tanrı, masum çocukların acı çekmesine hangi nedenden dolayı müdahale etmi-yor? Zihinleri meşgul eden bu tarz soruların sayısını artırmak mümkündür. Burada önemli olan bu soru-lara, vicdanları rahatlatacak bir şekilde doğru ve ikna edici cevaplar bulabilmektir. Çünkü suç-ceza ilişkisi-ne bağlı olarak yetişkinlerin maruz kaldıkları kötülüğün gerekçesi olarak öne sürülen akıl ve özgür irade, çocukların elemi meselesinde açıklayıcı bir çözüm değildir. Kelamcılar, çocukların elemi meselesinde, kötülük konusunda kullandıkları delillerden farklı olarak adalet ilkesinden daha çok hikmet kavramından hareketle konuyu ele almışlardır. Onların bu tarz bir tavır takınmalarında, değer olarak etik ilkeleri esas almalarının önemli oranda etkili olduğu görülmektedir. Bu bağlamda kelâm ekollerinin çocukların elemi meselesine yaklaşımları, aynı zamanda onların ahlak anlayışlarının da bir yansımasıdır. Araştırmanın amacı, Müslüman kültür tarihinde çocukların elemi meselesinin ortaya çıkmasına neden olan dinsel ve toplumsal sebeplerin kökenlerini tespit ederek üzerinde karşılaştırmalı bir teolojik analiz yapmaktır. Araş-tırmada veri toplama yöntemi olarak tümevarım, veri işleme yöntemi olarak da karşılaştırmalı çözümleme metotları kullanılmıştır.Öğe EBÜ’L-MUÎN EN-NESEFÎ VE HÜSÜN-KUBUH ANLAYIŞI(2021) Güvenkaya, İkra; Çağlayan, HarunMâtürîdîliğin önemli simalarından Ebü’l-Muîn en-Nesefî, görüşleriyle Mâtürîdîlik ekolününsistematiğini kurmasının yanı sıra aynı zamanda genel olarak Müslüman düşüncesi üzerinde deoldukça etkili olmuş bir bilgindir. Onun özgün fikirlere sahip olduğu kelâmî görüşlerinden biride hüsün-kubuh konusundaki düşünceleridir. Çalışmada, Nesefî’nin hüsün-kubuh (iyi-kötü) meselesi hakkındaki görüşleri, farklı değişkenlerdikkate alınarak mukayeseli olarak analiz edilmiştir. Hüsün-kubuh meselesinde Nesefî’nin akıl nakil dengesini kurması ve hikmet kavramına kazandırdığı yeni anlamlar dolayısıyla bu konudakendisine başvurulması gereken kaynaklar arasında yer edinmesine neden olmuştur. Genel olarakNesefî, hüsün-kubuh meselesinde iyi veya kötü tüm olayların Allah’ın izni ve yaratmasıylagerçekleştiğini savunmaktadır. Onun bu şekilde düşünmesinin temel nedeni, kendisinin vemezhebinin önderinin yaşadığı coğrafyadaki kadim inançların etkisi olduğu görülmektedir.Nitekim Horasan bölgesinde etkin olan dini inançların düalist bir nitelikte olması ve yeniMüslüman olmuş bölge halkının bilinçaltına yer etmiş iyi ve kötü şeylerin yaratıcısının iki farklıtanrı olduğu düşüncesinin izlerinin silinmesi kolay olmamıştır. Nesefî, bir yandan iyi veya kötü tüm fiillerin yaratıcısının Allah olduğunu ifade ederken; diğeryandan akla ve özgür iradeye sahip olduğu gerekçesiyle insanların kendi eylemlerden dolayısorumlu olacaklarını iddia eder. Ona göre bu durum, tevhid, ahlak ve adalete aykırı bir durumdeğildir. Çünkü Allah, insan fiillerini onların istek ve arzularına göre yaratmaktadır. Nesefî’ninhüsün-kubuh hakkındaki görüşleri, güncel açıdan halen tazeliğini koruyan kötülük meselesiyle deilgili olmasından dolayı, sağlıklı bir şekilde ortaya konulması önem arz etmektedir.Anahtar Kelimeler: Kelâm, Hüsün-Kubuh, Ebü’l-Muîn en-Nesefî, Akıl-Nakil, Hikmet-Adalet.Öğe İmam Mâtürîdî'de Hidayetin Yöntem ve Çeşitleri(2020) Çağlayan, HarunMüslüman kelâmının başat karakterlerinden olan İmam Mâtürîdî’nin günümüz açısıdan sürdürülebilir bir din anlayışının kurgulanmasında önemli bir kişilik olduğu herkesin kabul ettiği bir gerçektir. Bu kabul onun Sünnî düşünceye katkılarının yanı sıra kelâmî konularda sergilediği akıl-vahiy birlikteliğinden kaynaklanmaktadır. Küreselleşen dünyamızın sorunlarına çözüm üretmede onun akıl-vahiy arasında kurduğu dengeli çözüm önerileri, Mâtürîdî’ye rağbeti artırmıştır. Her toplumda olduğu gibi Müslüman dünyasında da hakikat veya hidayetin bir süreç değil, kendilerinde tamamlanmış bir değer olarak görülmesi, büyük açmazlara neden olmaktadır. Bu açmazların giderilmesi için Müslüman hidayet anlayışının sosyal gerçekler ışığında sağlıklı bir şekilde kurgulanması gerekir. Bu bağlamda Mâtürîdî’nin konuya ilişkin özgün ve kuşatıcı yorumlarını tespit edebilmek, insanlığın ortak geleceği açısından barışcıl bir din algısının teşekkülünde yararlı olacaktır. Mâtürîdî’nin hidayet anlayışına ilişkin değerlendirmelerin merkezinde, onun yöntem ve çeşit açısından hidayet meselesine nasıl yaklaştığı durmak tadır. Çalışmada hem bu yöntem ve çeşitlerin neler olduğuna değinilmiş, hem de bunlar arasındaki karşılıklı etkileşimin nasıl sağlandığına ilişkin Mâtürîdî’nin yaklaşımları analiz edilmiştir.Öğe Klasik Kelâmın İlâhî Bilgi Anlayışına Eleştirel Bir Bakış(2017) Çağlayan, Harunİnsan düşüncesi, varlık ve bilgi felsefesi üzerine kuruludur. Varlık, bilginin zorunlu şartı olduğundan varlığı olmayanın bilgisi de yoktur. Müslüman kelamcılar, varlığı şâhid ve gâib şeklinde ikiye ayırır. Kelâm'da şâhidin bilgisi, reel idrake dayalı insânî bilgi iken; gâibin bilgisi rasyonel idrake dayalı ilâhî bilgi olarak tanımlanır. İnsânî bilgi, fizik kurallarına bağlı olduğundan mantıken anlaşılabilirdir. Ancak bu kurallardan bağımsız olduğu düşünüldüğü için ilâhî bilgi birtakım açmazlara sahiptir. Bunlardan en önemlisi, ilâhî bilginin ezelî kabul edilmesine bağlı olarak varlıktan önceki imkân ve sınırlarıyla ilgili olandır. Bu çalışmada varlıktan önce ilâhî bilginin niteliğine ilişkin Müslüman kültüründeki temel çözümlemeler analiz edilerek ilâhi bilginin değeri ve nasıl anlaşılması gerektiğine dair çıkarımlarda bulunulmuştur.Öğe Müslüman Kültürü Açısından Yaratılış Ve Evrim Konularına Bir Bakış(2020) Çağlayan, HarunYaşamın başlangıcı ve çeşitlenmesiyle ilgili, düşünce çevrelerinde yaratılış ve evrim şeklinde temel iki yaklaşımdan bahsedilmektedir. Bunlardan ilki olan yaratılış fikri daha çok inançla, evrim fikri ise bilimle ilişkilendirilmektedir. Ancak her iki fikrin de üzerinde birleştikleri husus, yaşamın sürdürebilmesi için evrendeki canlılığı destekleyen şartlardan her birinin, olması gereken şekilde belli bir etkileşim içinde olması gerektiğidir. Yaratılış düşüncesine göre evrenin özü olan madde, şuursuz olduğundan ne kendi basit varlığının ne de başka karmaşık varlıkların kaynağı olabilir. Dolayısıyla evren, belli bir amaç ve plan doğrultusunda hareket eden bir özne tarafından tek seferde tasarlanması durumunda ancak mevcut formuna ulaşabilir. Evrim düşünesine göre ise madde, tümüyle kör tesadüflere bağlı olarak işleyen mekanik bir sürecin sonucunda mevcut formuna ulaşmıştır. Bu yaklaşımları birbirinden farklı kılan, mevcut formun hangi yöntemle meydana geldiğinde düğümlenmektedir. Varlığın kaynağı konusunda Müslüman teolojisi açısından önemli olan, tanrı ve evren arasında yaratan-yaratıcı ilişkisinin kabul edilmesidir. Yani hem yaratılış hem de evrim mümkündür; ayrıca yaratılışın başka şekillerde de olması mümkündür. Şu hâlde varlığın niçin ve kim tarafından yaratıldığı sorularını cevaplama felsefe ve dinin görevi iken; yaratılışın nasıl olduğunu tespit etmek bilimin görevidir. Bu bağlamda çalışmada genel olarak varlığın kaynağı değil, meydana gelişi hakkındaki görüşler değerlendirilmiştir. Araştırmada veri toplama alanı olarak, konuya ilişkin Müslüman kültüründeki klasik ve modern eserlerden yararlanılmış; veri analizi yöntemi olarak ise tümevarım metodu kullanılmıştır. Konu işlenirken, öncelikle yaratılış ve evrim yaklaşımlarının Müslüman ve diğer kültürlerde neye karşılık geldiklerine dair bulgulara ulaşılmış; sonrasında ise bunlar arasında mukayeseli bir analizin nasıl yapılabileceğine ilişkin bir çözüm denemesi sunulmuştur.Öğe Ruh İnancı Üzerine Teolojik Bir Değerlendirme(2020) Çağlayan, Harunİnsan, biyolojik ve psikolojik yönleri olan bir varlıktır. Her kültürde insanın manevi yönüyle ilgili sözcük, kavram ve yaklaşımlar mevcuttur. Bunları genel olarak ruh kavramı etrafında toparlayabiliriz. Temel olarak ruh kavramı, diğer varlıklardan farklı olarak insanın sonlu maddî yönünden bağımsız, birtakım manevi güçleri olan ölümsüz bir tarafı olduğu düşüncesine dayanır. Bu anlayışın oluşmasında başta ölmüş insanların görülmesi olmak üzere uyurken kişinin kendini başka şekillerde görmesinin ve uyanık iken hayal gücünü kullanmasının etkili olduğu görülmektedir. İnsanlık tarihi boyunca bireyin manevî yönünü temsil eden ruh ve ruhun ölümsüzlüğü düşüncesi, metafizik değerlere sahip dinî inançların şekillenmesinde etkili bir rol oynamıştır. Genel olarak Müslüman kültüründe ruh kelimesiyle karşılanan iki kavram vardır. Bunlardan ilki, ruh-beden bütünlüğünü oluşturan tamamlayıcı bir parça olarak insan ruhu iken; ikincisi, Allah-insan haberleşmesini sağlayan aracı bir unsur olarak vahiy elçisi olan melek ruhtur. Müslüman inancının aslını oluşturan Kur’an’da ve ilk dönem kelâm literatüründe ruh kavramı, ağırlıklı olarak vahyin taşıyıcısı, Ruhul-Kudus (Cebrail/Cibril) isimli melek elçiyi ifade ederken, halk arasında yaygın olarak bilinen ise insanın psikolojik yönünü ifade eden ve öldükten sonra da yeniden bedenle birleşeceği diriliş gününe kadar yaşamaya devam ettiğine inanılan ruhtur. İslâmî öğreti açısından ruh kavramıyla teorik olarak daha çok vahiy meleği kastedilmesine rağmen pratik açıdan toplum nezdinde ağırlıklı olarak insan ruhu anlaşılmaktadır. Günümüz açısından bu anlayışlardan hangisinin doğru olduğunu tartışmak yerine bunların hangi bağlamda ele alınması gerektiğini ortaya koymak daha önemlidir. Allah ve elçileri arasında gerçekleşen iletişim, doğrudan toplumu ilgilendirmeyen ve mahiyeti hakkında net bir bilgiye ulaşmanın mümkün olmadığı bir süreç olduğundan ruhu’l-kudus anlamındaki ruh hakkında sadece Kur’an’da haber verilen bilgiler kadar yorum yapmak gerekir. Kur’an’da ise ruhu’l-kudus hakkında çok az bilgi verildiğinden bahsedilerek dikkatlerin melek elçiye değil, getirdiği mesaja çevrilmesi haber verilmektedir. Müslümanlar, güvenilir bir elçi olan ruhu’l-kudusun Allah’tan aldığı vahiyden herhangi bir şey eklemeden veya çıkarmadan olduğu şekliyle peygamberlereulaştırdığına iman ederler. Dolayısıyla Müslümanlar açısından vahiy meleği anlamında ruh anlayışı için çok fazla tartışılacak bir şeyin olmadığı söylenebilir. Ancak insan ruhu şeklinde anlaşılan ruh kavramı hakkında aynı şeyleri söyleyebilmek için bazı hususların açıklığa kavuşturulması gerekir. İslâmî öğretide genel olarak dünya ve ahiret şeklinde iki varlık âlemi kabul edilir. Ancak geçmiş kültür ve dinlerden etkilenerek Müslüman kültüründe bu iki âlemin arasında berzah âlemi isminde, üçüncü bir varlık âleminden daha söz edilmektedir. Orada ölmüş kişilere ait ruhlar, yeniden bedenlerine iade edilecekleri ahiretteki diriliş gününe değin beklerler. Dünya hayatındaki bazı özellikleri dolayısıyla faziletli sayılan peygamber, veli, imam ve şehit gibi vefat etmiş salih kimselere ait ruhlar, berzah âlemindeki ayrıcalıkları dolayısıyla henüz ölmemiş insanlarla irtibata geçebilir, hatta fiziksel olarak dünya hayatıyla ilgili tasarruflarda bulunabilirler. Müslüman inancına göre dünya hayatında iken bireyin kişilik ve zâtını temsil eden bir unsur olarak ruh kavramanın kullanılması, teo-psikolojik bir kurgu olduğundan genel olarak herhangi bir soruna sebep olmadığı görülmektedir. Çünkü insanın biyolojik ve psikolojik yönleri olduğu zaten bilinen bir mesele olduğundan bunun dinsel açıdan farklı bir bakış açısıyla yeniden kurgulanmasında bir sakıncası olmasa gerektir. Ancak ruh kavramının ölüm sonrasında bedenden bağımsız olarak yaşamaya devam eden insanın ölümsüz manevî yönü olarak kullanılması durumunda teolojik açıdan bazı sıkıntılar ortaya çıkmaktadır. Bedenden bağımsız bir ölümsüz ruh anlayışı, İslâmî öğretinin genel amaçları içerisinde herhangi bir konuma karşılık gelmediği için itikat açısından gerekli olmayan bir kurgudur. Diğer bir deyişle ölüm sonrasında bedenden ayrılarak yaşamaya devam ettiğine inanılan bir ruhun varlığına inanmak, teolojik açıdan dinî teklifin ne gerekçeleri ne de amaçları arasında yer almaz. Aynı şekilde bedenden bağımsız olarak ruhların mükâfat ve azap gördüklerine inanılan berzah âlemi düşüncesi, ahiret inancıyla birlikte değerlendirildiğinde işlev ve anlamını yitirmektedir. Dolayısıyla ölmüş insanların bekletildiği ruhlar âlemini ifade eden berzah anlayışı, sağlam naklî ve aklî delilleri olan bir hakikatten daha çok zihnin süreğen zaman algısının bir yansıması olarak değerlendirilmeye daha yakın bir görüntü çizmektedir. Bu bağlamda ölümden sonra kıyamete değin insan ruhların yaşadıklarına inanılmış olsa bile hiçbir şekilde onların yaşayan insanlarla iletişim kuramayacaklarının kabul edilmesi gerekir.Öğe Şerhu’l-Akâid Ve Kelâmî Değeri Üzerine Bir Deneme(2018) Çağlayan, HarunŞerhu’l-Akâid, Kelâm ilmi için önemli bir eserdir. Eser, asırlarca medrese ders müfredatındakelâm ders kitabı olarak okutulmuştur. Bunun sebebi, kendisinden önceki kelâmîkonuları kısa ve anlaşılır bir metotla özetlemesidir. Şerhu’l-Akâid’in teolojik bir içeriğesahip olması, onun kelâmî olarak farklı açılardan değerlendirilmesini gerekli kılmaktadır.Çalışmada Şerhu’l-Akâid adlı eser; metot, içerik ve literatür açısından incelenerekkelâmî değeri üzerine bazı tespitlerde bulunulmuştur. Böylece eser ve eserin Müslümandüşünce açısından ne anlam ifade ettiğine ilişkin çözümlemeci bir yargıya ulaşılmayaçalışılmıştır.Şerhu’l-Akâid, Sa’duddîn Mes’ûd b. Fahreddîn et-Teftâzânî tarafından Ömer en-Nesefî’nin kelâm metni olan Akâidu’n-Nesefî üzerine yazılmış şerhlerin en meşhurudur.Eserin bu ünü, onun kelâm alanındaki klasik eserlerden biri olmasına neden olmuştur.Şerhu’l-Akâid’in, konuları işlerken kullandığı metotta iki temel unsur bulunmaktadır.Bunlardan ilki, eserin klasik kelâm sorunlarına göre sade ve kısa bir şekilde hazırlanmışolmasıdır. İkincisi ise hem rakip mezheplerin görüşlerini mukayeseli olarak vermesihem de bu görüşlerin kısmen felsefesini yapmasıdır. Bu yönüyle Şerhu’l-Akâid’i, kelâmeseri olmasının yanı sıra bir kelâm felsefesi girişimi olarak da görmek mümkündür.Anahtar Kelimeler: Kelâm, şerh, Teftâzânî, Şerhu’l-Akâid, Akâidu’n-Nesefî.Öğe Sosyolojik Açıdan Müslüman İlahî Adalet Algısı(2016) Çağlayan, Harunİslam'ın ilahî adalet algısı, Tanrı'nın tüm toplumlara karşı eşit mesafede durması esasına dayalıdır. Bu algının oluşturduğu determinist kader algısı, zaman içerisinde başta siyasal endişeler olmak üzere çeşitli nedenlerle Müslüman bilginlerce fatalist bir karaktere çevrilmiştir. Fatalist yaklaşım, Müslüman bireyin, tarihini yönlendiren bir özne değil, itaati benimseyen bir nesneye dönüşmesine neden olmuştur. Fatalist kader algısı, toplumsal gereksinimleri dikkate almadığı gibi yaşanılan acı ve sıkıntıları günahların bir bedeli veya inancın olgunlaşması yolunda bir aşama olarak görmektedir. Bu anlayışa göre sorunlar, çözülmek yerine sabredilmesi gereken doğal olaylardır. Küreselleşen dünyamızda Müslüman toplumların kendi sorunlarını sağlıklı bir düzlemde çözüme kavuşturmaları, insanlığın geleceği açısından da oldukça önemlidir. Çözüm için Müslümanların İslâmî öğretinin önermiş olduğu determinist kader anlayışını benimsemeleri yeterlidir.Öğe Teolojik Açıdan Şerhu’l-Akâid Literatürü(2023) Çağlayan, HarunMüslüman düşünce hayatında önemli bir edebiyat ve bilim tarzı olan şerh kültürü, çeşitli açılardan eleştirilmektedir. Bunlardan bazıları olumlu bazıları olumsuz ve bazıları ise maksadını aşan ağır ithamlardan oluşmaktadır. Şerh edebiyatı, herhangi bir bilim dalında klasikleşmiş temel eser ve kurucu metinlerin daha sonraki dönemlerde araştırmacılar tarafından yeniden yorumlanması etrafında şekillen bir bilimsel gayretin sonucunda gelişmiştir. Şerh edilen eserlerdeki meselelerin yeniden ele alınmasının farklı gerekçeleri vardır. Bunların başında, bilim dalları için kritik öneme sahip eserlerde ifade edilen hususların, kolay anlaşılması için zamanın gereksinimlerine göre yeniden ele alınarak okuyucunun dikkatine sunulması gelmektedir. Şârihler, ana metinlerde geçen genel ifadelerin daha sağlıklı bir şekilde anlaşılması ve kapalı hususların açıklığa kavuşması için ilave birtakım izah ve örnekler eşliğinde konuları genişleterek açıklamaya gayret ederler. Bunu yaparken onlar, bazen ana metinde olmayan tartışmalara da girdikleri olur; ancak genel olarak şerh ettikleri eserlerin anlam evreni içerisinde kalmayı kendilerine amaç edinirler. Kelâm ilmi açısından akaid risalelerinin kurucu metin olma özelliği bulunmaktadır. Çeşitli dönemlerde inanç ilkelerini özetleyen birçok akaid metni yazılmıştır. İslâm akaidinin kısa ve özlü bir şekilde halkın istifadesine sunulan bu metinler arasında Ömer en-Nesefî tarafından yazılan “Akâidu’n-Nesefî” isimli akaid metni ve bu metni şerheden Mesud b. Fahreddîn et-Teftâzânî’nin kalem aldığı “Şerhu’l-Akâid” adlı eser, kelâm şerh geleneğindeki en meşhur şerhtir. Bu çalışmada, kendisi de bir şerh olan Şerhu’l-Akâid adlı eser üzerine değişik zaman ve mekânlarda yazılmış hâşiye ve ta‘liklerin oluşturduğu geniş literatür hakkında bilgi verilecektir. Söz konusu literatür, sadece dini ilimler açısından değil Müslüman kültür ve düşüncesi açısından da önemlidir. Çalışmanın amacı, Müslüman toplumlarda Şerhu’l-Akâid literatürünün bilimsel, sosyal ve dinsel açıdan nasıl anlaşıldığına ilişkin bilgiler verilmesinin ardından, bunlar arasında mukayeseli bir analiz yapılarak günümüz açısından Şerhu’l-Akâid literatürünün ne anlam ifade ettiğine ilişkin bir kanaate ulaşmaktır. Araştırmada, Şerhu’l-Akâid literatürü kavramıyla kastedilen eserler, Metnu’l-Akaid ve Şerhu’l-Akaid dışındaki hâşiye ve ta’lik türünden şerhlerdir. Çalışmada, bir yandan dijital tarama yöntemi başta olmak üzere tespit edilebilen kütüphanelerdeki kataloglar taranarak şerh türünden tüm literatür kayıt altına alınmaya çalışılırken; diğer yandan temel konulara dair açıklamalarda Şerhu’l-Akâid şârihlerinden en meşhur üçüne (Hayâli, Kesteli ve Ramazan Efendi) ait haşiyelere yer verilmeye gayret edilmiştir. Şerhu’l-Akâid literatürü, Müslüman teolojisinin şekillenmesinde asırlarca devam etmekte olan güçlü ve yaygın bir etkiye sahiptir. Bu bağlamda ilgili literatürün hangi çalışmalardan oluştuğunu ve Müslüman coğrafyasında yayılma imkânı bulduğu sınırların nerelere kadar uzandığını tespit etmek dinî olduğu kadar sosyolojik açıdan da önemlidir. Çünkü on dördüncü asırdan bu yana gerek eğitim müfredatının çeşitli aşamalarında ve gerekse toplumsal birtakım beklentilere yanıt vermede Şerhu’l-Akâid literatürünün kullanılmış olması, onun değerini bilimsel olmanın ötesinde sosyo-kültürel bir seviyeye taşımıştır. Şerhu’l-Akâid literatürü üzerinde yapılan araştırmalarda ilk göze çarpan husus, hâşiye ve ta’liklerde hep aynı konular dile getiriliyor gibi görülmesine karşın detaya inildiğinde gerçekte her bir konunun kendi döneminde öne çıkan soru ve sorunlara bir şekilde değinmesidir. Bu sorunlar, kimi zaman farklı teolojik ekoller arasında gerçekleşen tartışmalarla ilgili iken kimi zaman da sosyal ve siyasal amaçları olan bazı kesimler arasındaki çatışmalarla ilgilidir. Bu yönüyle Şerhu’l-Akâid literatürü, Müslüman kültür tarihinin bir dönemine ışık tutacak bilimsel, toplumsal ve siyasal konular hakkında çapraz okumaya imkânı vermesi açısından da diğer bilim dalları için değerli bir zemin oluşturmaktadır. Araştırmada, çalışmanın konu ve amaçlarına uygun olarak farklı eserlerden tikel olarak ulaşılan bilgiler üzerinden hareketle sonuç odaklı bir analiz yapmaya imkân verdiği için nitel araştırma yöntemlerinden tümevarım metodu, kullanılmıştır.