Uzmanlık Tez Koleksiyonu

Bu koleksiyon için kalıcı URI

Güncel Gönderiler

Listeleniyor 1 - 18 / 18
  • Öğe
    Bağışıklık sisteminde rol oynayan bazı gen polimorfizmlerinin hepatit B enfeksiyonuna etkisinin araştırılması
    (Kırıkkale Üniversitesi, 2022) Tuncel, Burçin; Kaygusuz, Sedat
    Hepatit B virüsü enfeksiyonu küresel bir halk sağlığı sorunu olup, dünyanın birçok yerinde endemik olarak görülmektedir. HBV enfeksiyonu akut hepatit, kronik hepatit, siroz, hepatoselüler kanser (HCC) gibi bir dizi karaciğer hastalığına neden olabilmektedir. HBV enfeksiyonunun doğal seyrinde, enfekte bireylerin %90-95'inde enfeksiyon geçirilerek bağışıklık kazanılırken (HBsAg'nin anti-HBs antikorlarına serokonversiyonu), %5-10'unda ise kronik taşıyıcılık gelişmektedir. Taşıyıcıların %20-30'unda karaciğer sirozu, %5'inde ise HCC gelişmektedir. HBV enfeksiyonunun doğal seyrinden sorumlu ana mekanizmalar net olmamakla birlikte, enfekte bireylerin genetik faktörlerinin önemli bir katkısı olduğuna dair güçlü kanıtlar mevcuttur. Son yıllarda genetik yatkınlıklar üzerine yapılan çalışmalar büyük ilgi görmektedir. Yapılan çalışmalarda çeşitli immün sitokinler ve reseptör genlerinde, özellikle tek nükleotid polimorfizmlerinin (SNP) bağışıklık, klinik seyir ve HBV enfeksiyonundan iyileşmede ya da kronikleşme de önemli bir rol oynadığını gösteren kanıtlar vardır. Bu çalışmada amaç, HBV serokonversiyonu gerçekleşen hastalar ile kronik hepatit B hastalığı olup tedavi alan hastalarda, doğal ve kazanılmış bağışıklıkta önemli rol oynadıkları düşünülen CCR5 (CCR5?32) ve TLR3 (rs5743313) gen polimorfizmleri ve IFN-? ile HBV enfeksiyonu arasında bağlantı olup olmadığının araştırılmasıdır. Çalışma Kırıkkale Üniversitesi Klinik Araştırmalar Etik Kurulu tarafından 15.04.2021 tarih ve 2021/04 sayılı karar ile onaylandı. Kırıkkale Üniversitesi Tıp Fakültesi Enfeksiyon Hastalıkları ve Klinik Mikrobiyoloji Polikliniği'ne başvuran ve hepatit B enfeksiyonunu geçirip bağışıklık kazanan (anti-HBs ve anti-HBc IgG pozitif) 100 hasta ile kronik hepatit B tanılı olup (>6 ay HBsAg pozitif olan hastalar) tedavi alan 100 hasta bilgilendirilmiş gönüllü onam formu alınarak çalışmaya dahil edildi. Araştırmaya dahil edilen gönüllerden biyokimya ve EDTA'lı tüplere kan alındı. Hastalardan biyokimya tüplerine alınan örnekler, 5000 devir/10 dk santrifüj edildikten sonra serum örnekleri epandorf tüplerinde, EDTA'lı tüplerdeki örnekler ise santrifüj edilmeksizin -20°C'de çalışma yapılana kadar saklandı. Serum örnekleri Enfeksiyon Hastalıkları ve Klinik Mikrobiyoloji Laboratuvarı'nda IFN-gamma araştırmak için ELISA kiti kullanılarak üretici firmanın önerileri doğrultusunda çalışıldı. EDTA'lı tüplerden DNA ekstraksiyonu yapıldı ve CCR5?32 polimorfizmi ''konvansiyonel PCR'' ile, TLR3 rs5743313 polimorfizmi ''real-time PCR'' yöntemi ile araştırıldı. Veri analizi için SPSS 20 paket programı, iki grup arasındaki karşılaştırmalarda Mann Whitney U testi, bağımlı grupların karşılaştırılmasında Wilcoxon testi, kategorik değişkenler arası karşılaştırmalarda Ki-kare testi kullanıldı ve sonuçlarda p<0,05 olan durumlar istatistiksel olarak anlamlı kabul edildi. CCR5?32 polimorfizminin genotip dağılımı incelendiğinde, HBV enfeksiyonundan iyileşenlerde 5 (%5) hastada CCR5?32 heterozigot polimorfizm saptandı. Kronik hepatit B grubunda ise 12 (%12) hastada CCR5?32 heterozigot, 1 (%1) hastada CCR5?32 homozigot polimorfizm tespit edildi. CCR5?32 polimorfizmi, kronik hepatit B'li hastalarda anlamlı derecede yüksek idi (p=0.048). TLR3 geni rs5743313 polimorfizminin genotip dağılımı incelendiğinde ise iyileşen hasta grubunda CC genotipi olan 62 hasta, CT genotipi olan 34 hasta, TT genotipi olan 4 hasta, kronik hepatit B grubunda CC genotipi olan 56 hasta, CT genotipi olan 39 hasta, TT genotipi olan 5 hasta saptandı. TLR3 geni rs5743313 polimorfizmi (CT ve TT) görülme sıklığı kronik hepatit B grubunda %44, iyileşen hasta grubunda %38 olarak saptanmış olup, bu fark istatistiksel olarak anlamlı bulunmadı (p=0.388). Serum IFN-? düzeyi, iyileşen hasta grubunda (75±89 ng/ml), kronik hepatit B grubuna göre (4,35±17,27 ng/ml) anlamlı olarak daha yüksek saptandı (p<0.001). Sonuç olarak CCR5?32 polimorfizmi kronik hepatite gidişte bir marker olarak düşünülebilir. İncelenen TLR3 geni rs5743313 polimorfizmi gruplar arasında anlamlı fark göstermese de diğer TLR3 geni SNP'leri kronik hepatit B için araştırılmalıdır. IFN-?'nın, akut hepatit B iyileşmesinde virüsün klirensinin sağlanmasına yardımcı bir marker olduğu düşünüldü. CCR5?32 ve TLR3 geni rs5743313 polimorfizmleri ile hepatit B enfeksiyonu arasında bağlantı olup olmadığını net şekilde belirlemek için farklı bölgelerde ve daha büyük popülasyonlar üzerinde çalışmaların yapılmasına ihtiyaç vardır. Anahtar kelimeler: Gen polimorfizmi, CCR5?32, TLR3 rs5743313, IFN-?
  • Öğe
    Kırıkkale ilinde 40 yaş üzeri popülasyondabordetella pertussis bağışıklık düzeyinin saptanması /
    (2021) GÖKÇE TÜRKER; SERDAR GÜL
    Boğmaca, çocukluk çağında önemli bir morbidite ve mortalite oluşturan, akut, bulaşıcı bir solunum sistemi hastalığıdır. Dünyada özellikle 1980'lerden sonra aşılama oranlarındaki artışa bağlı olarak olgu sayıları giderek azalmakla birlikte son 15 yıl içinde dünyanın pek çok gelişmiş ülkesinde insidansının arttığı görülmektedir. Aşı ile önlenebilen enfeksiyon hastalıklarının ortadan kaldırılabilmesindeki en önemli faktör bağışıklığın uzun ömürlü olmasını sağlayabilmektir. Ancak boğmacaya karşı oluşan bağışıklık uzun süreli değildir. Yapılan çalışmalar doğal enfeksiyon sonrası 7-20 yıl, aşılanma sonrasında 4-12 yılda (ortalama 5 yıl) immünitenin azaldığını ve kaybolduğunu göstermiştir. Enfeksiyon veya aşılama ile kazanılan bağışıklığın zaman içinde kaybolması sonucunda özellikle erişkin popülasyonda duyarlı bireylerin sayısı artar. Erişkin yaş grubu, küçük bebeklere etkenin bulaşında önemli bir kaynak oluşturur. Bebeklerde hastalık çok daha ağır, hatta fatal seyretmektedir. Bebekleri koruyabilmek için adölesan ve erişkin dönemde duyarlı olan bireyler tespit edilmeli ve pekiştirme aşıları uygulanarak hastalığı bulaştırmaları engellenmelidir. Bu çalışmada amaç Kırıkkale ilinde 40 yaş üzeri popülasyonda belirlenen yaş aralıklarında boğmaca hastalığına karşı bağışıklık oranının saptanması ve duyarlı bireylerin tespit edilmesidir. Kırıkkale Üniversitesi Tıp Fakültesi Enfeksiyon Hastalıkları Polikliniğine başvuran hasta ve yakınlarından gönüllü olan 400 kişi bilgilendirilmiş gönüllü onam formu alınarak çalışmaya dahil edildi. Bu çalışma Kırıkkale Üniversitesi Klinik Araştırmalar Etik Kurulu tarafından 12.06.2018 tarih ve 14/01 sayılı karar ile onaylandı. Hastalar 40-50 yaş, 50-60 yaş, 60-70 yaş ve 70 yaş üzeri olacak şekilde gruplara ayrıldı. Hedef örneklem büyüklüğü her yaş aralığı için 100 olarak belirlendi. Araştırmaya dahil edilen gönüllülerin 1 defa kanları (5 cc) alındı. Hastalardan biyokimya tüplerine alınan 5 cc kan 5000 devir/10 dk'da santrifüj edildikten sonra 1 cc serum epandorf tüplerinde -20°C'de vaka alımı tamamlanıncaya kadar saklandı. Vaka alımı sonunda örnekler biyolojik materyal transfer formu ile Halk Sağlığı Genel Müdürlüğü Mikrobiyoloji Referans Laboratuvarına götürülerek, otomatik ELISA yöntemi ile serumda anti-Pertussis Toksin (PT) IgG ve anti-Filamentöz Hemaglutinin (FHA) IgG titresi ölçüldü. Katılımcılara sosyodemografik özellikleri içeren bir anket uygulandı. Yaş, eğitim durumu, DBT/Tdap aşılanma durumu, hastalık öyküsü, ek hastalık varlığı, sigara kullanımı sorgulandı. Sosyal belirleyicilerle seropozitiflik arasındaki ilişki istatistiksel olarak incelendi. Ölçülen anti-PT IgG düzeylerine göre, kullanılan ELISA kitinin prospektüsü doğrultusunda 400 hastanın 190'ı (%47,5) B. pertussis açısından bağışık saptanırken, 60'ı (%15) şüpheli bağışık, 150'si (%37,5) duyarlı tespit edildi. Şüpheli olan gruba eğer klinik olarak boğmaca belirti ve bulguları varsa erken dönemde antikor saptanamayabileceğinden 2 hafta sonra titre artışını saptayabilmek için test tekrarı önerilmektedir. Klinik şüphe yoksa bağışık değil olarak kabul edilmelidir. Bizim çalışmamızda da hastalık belirtisi ve şüphesi olanlar çalışma dışı bırakıldığı için şüpheli bağışıklık tespit edilen grup bağışık değil olarak kabul edildi. Yaş grupları ile bağışıklık oranları arasındaki ilişki incelendiğinde ölçülen anti-PT IgG düzeyleri doğrultusunda 40- 50 yaş aralığında yüksek saptanan bağışıklık oranının (%49) 51-60 yaş aralığında (%39) düştüğü, 61-70 yaş aralığında (%44,6) geri yükseldiği, 71 yaş üzeri grupta (%57,6) en yüksek değerine ulaştığı tespit edildi, fark istatistiksel olarak anlamlı bulunmadı (p=0,059). Ölçülen anti-FHA IgG düzeyleri doğrultusunda 400 hastanın 294'ü (%73,5) B. pertussis açısından bağışık saptanırken, 106'sı (%26,5) duyarlı tespit edildi. Yaş grupları ile bağışıklık oranları arasındaki ilişki incelendiğinde ölçülen anti-FHA IgG düzeyleri doğrultusunda 40-50 (%62) yaş aralığında yüksek saptanan bağışıklık oranının 51-60 (%69) ve 61-70 (%73,3) yaş aralığında yükseldiği tespit edildi. 71 (%89,9) yaş üzeri grupta en yüksek değerine ulaştı. Fark istatistiksel olarak anlamlıydı (p<0,001). PT ve FHA arasında pozitif korelasyon izlendi ve bulgular istatistiksel olarak anlamlı saptandı (p<0.001, r=0.554). Ülkemizde adölesan ve erişkinlere erişkin tipi boğmaca aşısı uygulanmamaktadır. Pekiştirme dozu ise 4-6 yaş arasında 2010 yılından beri uygulanmaktadır. Bu nedenle çalışmamıza dahil olan gönüllülerin çocukluk çağı boğmaca aşıları tam olsa bile en son aşılanma zamanları 18-24 aylık dönemlerinde olmalıdır. Çocukluk çağında yapılan boğmaca aşısının koruyuculuğunun 4-6 yılda azalmaya başlayıp yaklaşık 10-12 yılda en düşük seviyeye düştüğü göz önünde bulundurulduğunda, mevcut anti-PT antikor titrelerindeki yüksekliğin geçirilmiş doğal enfeksiyonlara bağlı olduğu düşünüldü. Yetmişbir yaş üzeri grupta bağışıklık düzeyinin en yüksek değere ulaşmış olması da bu gruptaki bireylerin daha fazla enfeksiyon geçirdiğini düşündürmektedir. Anti-PT ve anti-FHA ortalama düzeyleri yaş gruplarına göre hesaplandığında ortalama anti-FHA antikor düzeyleri 40-50 yaş aralığında 72,20 (IU/ML), 51-60 yaş aralığında 75,35 (IU/ML), 61-70 yaş aralığında 96,54 (IU/ML) ve 71 yaş üzeri grupta en yüksek değerine ulaşarak 116,71 (IU/ML) olarak hesaplandı ve fark istatistiksel olarak anlamlı bulundu (p=0,000). Yaş gruplarını 40-60 yaş arası ile 61 yaş ve üzeri olarak 2 gruba ayırdığımızda ise 40-60 yaş arası ortalama anti-PT antikor düzeyi 11,76 (NVU), 61 yaş üzeri ortalama anti-PT antikor düzeyi ise 12,83 (NVU) olarak hesaplandı ve fark istatistiksel olarak anlamlıydı. İleri yaş gruplarında antikor düzeylerinin daha yüksek tespit edilmesi bu gruplardaki bireylerin daha fazla enfeksiyon geçirdiğini düşündürdü. Çalışmamızda elde ettiğimiz sosyodemografik veriler ile boğmaca seropozitifliği arasında istatistiksel olarak anlamlı bir ilişki saptanmadı. Bu bulgu boğmaca aşısının ülkemizde Kırıkkale ilinde toplumun her kesimine eşit oranda ulaştığı ve doğal yolla kazanılan enfeksiyon sıklığının tüm toplum katmanlarında eşit olduğu, sosyal belirleyicilerden etkilenmediği şeklinde yorumlandı. Bu çalışma sonuçlarına dayanarak ileri yaş gruplarına rapel doz boğmaca aşılarının yapılması düşünülmelidir. Ancak çalışma yalnızca Kırıkkale ili içerisinde yürütülmüştür ve elde edilen veriler ülke genelini temsil etmemektedir. Bu nedenle her bölgenin serolojik ve epidemiyolojik özelliklerinin farklı olduğu akıldan çıkarılmamalı, farklı bölgelerde yapılan çalışmalar göz önünde bulundurularak ortak veriler değerlendirilmeli, bu veriler yeni çalışmalar ve politikalar için yol gösterici olmalıdır.
  • Öğe
    Tip II diyabetes mellitus hastalarında tetanoz aşısına cevap
    (Kırıkkale Üniversitesi, 2006) Erol, Özlem; Kılıç, Dilek
    Bu çalıGmada, daha önceden immün olmadığı tespit edilen tip II DM?li hastalarının 0- 1- 12. ay programında tetanoz aGılamaları yapılarak aGı cevaplarının incelenmesi planlandı. ÇalıGmaya tip II DM?li, tetanoz için immün olmadığı tespit edilen 45 hasta (antikor titresi < 0,01 IU/ml) ve tetanoz açısından immün olmayan 37 sağlıklı gönüllü (titre < 0,01 IU/ml) dâhil edildi. Bu hasta ve sağlıklı gönüllü gruplarına tetanoz toksoid aGı programında 0., 1. ve 12. aylarda 3 kez aGılama yapıldı. Her aGılamadan dört hafta sonra toplanan serum örneklerinde, diyabetli hastalar ile sağlıklı kontrol grubu arasında tetanoz aGısına karGı immün cevap, ELISA yöntemi kullanılarak karGılaGtırıldı. Sonuç olarak her iki grupta aGı cevabı arasında fark bulunmadı. Anahtar Kelimeler: tetanoz, immünite, diyabetes mellitus, immün yanıt
  • Öğe
    Çift disk sinerji testi ve fenotipik doğrulama testi ile genişlemiş spektrumlu ?-laktamaz salgıladığı tespit edilen Echerichia coli ve Klebsiella spp. bakterilerinde antibiyotiklere direnç oranlarının tespiti.
    (Kırıkkale Üniversitesi, 2007) Özkantar, Gülay Ülkü; Aksoy, Altan
    Bu çalışmada poliklinik ve yatan hastaların idrar ve yara materyallerinden izole edilen 960 Eseherichia eoli ve 300 Klebsiella spp. suşunda gen i şlemiş spektrumlu ~ -Iaktamaz (GSBL) varlığını çift disk sinerji testi (ÇOST) ve fenotipik doğrulama testi ile belirlemek ve antibiyotiklere direnç oranlarını tespit etmek amaçlanmıştır . Klasik yöntemlerle izole edilen bakterilerin antibiyotik direnç oranlarının tespitinde disk difüzyon yöntemi ve GSBL varlığının tespitinde ise çift disk sinerji testi (ÇOST) ve fenotipik doğrulama testi kullanılmıştır. Yapılan testlerdeki uygulamalarda ve sonuçların yorumlanmasında National Commit!ee for Clinical Laboratory Standarts (NCCLS) kriterleri dikkate alınmıştır. Antibiyotik direnç oranlarının değerlendirilmesinde Fisher's ki-kare testi kullanılmıştır. 960 E. coli suşundan 162'si (%16,8), 300 Klebsiella spp suşundan 66 (%22)'si (54'ü K. pneumoniae (%18) ve 12'si K. oxytoca (%4)) GSBL pozitif bulunmuştur. GSBL pozitif suşlarda amikasin direnci idrar materyalinde %5,9 iken yara materyalinde %14,5 bulunmuş ve bu durumun istatistikselolarak anlamlı olduğu tespit edilmiştir (p <0,031). Sonuç olarak disk difüzyon testi, ÇOST ve fenotipik doğrulama testinin uyumlu bulunduğu , GSBL pozitif yara örneklerinden izole edilen suşlarda amikasin direncine dikkat edilmesi gerekliliği belirlenmiştir . Anahtar Kelimeler: Genişlemiş spektrumlu ~ -Iaktamaz , antibiyotiklere direnç Klebsiella spp. , E. coli
  • Öğe
    İdrar kültürlerinden izole edilen siprofloksasin dirençli ve duyarlı escherichia coli suşlarında fosfomisin trometamol duyarlılığı ve bu duyarlılığın iki farklı yöntemle in vitro araştırılması
    (Kırıkkale Üniversitesi, 2008) Canver, Selda; Göçmen, Jülide Sedef
    Amaç: Çalışmamızda siprofloksasine karşı direnç oranı giderek artan üriner sistem enfeksiyonu etkeni olan E.coli suşlarında fosfomisin trometamol duyarlılığını belirlemeyi ve bu duyarlılığı belirlemede kullanılan iki farklı yöntemin etkinliğini karşılaştırmayı amaçladık. Materyal Metod: Bu çalışmada; Ocak 2007?Haziran2007 tarihleri arasında Kırıkkale Üniversitesi Tıp Fakültesi Mikrobiyoloji laboratuarına poliklinik ve servislerden gelen, üriner sistem enfeksiyonu ön tanısı almış hastaların idrar örneklerinden izole edilen 307 E.coli suşunda Kirby Bauer disk difüzyon yöntemi ile sirofloksasin ve fosfomisin duyarlılığı belirlendi. Metot karşılaştırması amacıyla rastgele seçilen Siprofloksasin duyarlı ve dirençli 50'şer E.coli suşunda fosfomisin trometamol duyarlılığı ayrıca agar mikrodilüsyon yöntemi ile de çalışıldı. Sonuçlar: Çalışılan 307 suşun 303 tanesi (%98.7) Fosfomisin trometamol`e, 196 tanesi (%63.8) siprofloksasin'e duyarlı bulundu. Rastgele seçilen Siprofloksasine dirençli 50 E.coli suşunda disk difüzyon yöntemiyle Fosfomisin trometamol duyarlılığı %100 olarak saptanırken agar mikrodilüsyon yöntemiyle bu oran %98 olarak tespit edilmiştir. Siprofloksasine duyarlı 50 E.coli suşunda ise duyarlılık her iki yöntemle de %94 olarak bulunmuştur. Fosfomisin trometamol duyarlılığı suşların siprofloksasin'e duyarlı olup olmamalarından etkilenmediği gibi bu duyarlılığı belirlemede disk difüzyon ve agar mikrodilüsyon metotları arasında anlamlı bir farklılık görülmemiştir.
  • Öğe
    Bruselloz tanısında iki farklı polimeraz zincirleşme yöntemini kullanımı
    (Kırıkkale Üniversitesi, 2008) Çeken, Sabahat; Kaygusuz, Sedat
    Brusella cinsi bakterilerin neden olduğu bruselloz, pek çok ülkede olduğu gibi ülkemiz için de önemli bir halk sağlığı sorunu olan zoonozdur. Özgül olmayan şikayetler ve bulgularla seyreden hastalığın tanısında altın standart olan kültürde bakteriyi üretmek oldukça zor ve zaman alıcıdır. Rutinde daha sık kullanılan serolojik yöntemlerin ise diğer proteinlerle olan çapraz reaksiyonlardan dolayı özgüllüğü düşüktür. Polimeraz zincirleşme reaksiyonu (PZR) gibi moleküler yöntemler pek çok infeksiyon hastalığı gibi brusellozun erken ve hızlı tanısında iyi bir alternatif yöntem olmaktadır.Bu çalışmada, brusellozun erken tanısı ve maliyet etkinliği yönlerinden iki farklı PZR yönteminin konvansiyonel yöntemlerle karşılaştırılması amaçlandı.Çalışma, K.Ü.T.F. İnfeksiyon Hastalıkları ve Klinik Mikrobiyoloji A.D. polikliniğine başvuran bruselloz ön tanılı 35 hasta (Grup 1) ve 20 sağlıklı gönüllüden (Grup 2) oluşturuldu. Gruplardan serolojik çalışma (SAT, Coombs) için serum, PZR için tam kan (EDTA'lı tüplere) alınırken, hastalardan ateşli oldukları dönemde kan kültürleri alındı. Tam kan örneklerinden elde edilen lökosit pelletlerinden DNA izolasyonu yapıldı ve hem in house hem de real time PZR (RT-PZR) yöntemleriyle brusella DNA'sı çalışıldı.Grup 1'deki hastaların SAT değeri 1 olguda 1/80 iken, diğerlerinde ? 1/160 idi. Bunların 16'sında kan kültürü pozitif bulundu. Grup 2'de ise SAT değerleri negatif idi. Nested PZR yöntemiyle yapılan çalışmada hastaların %97'sinde, RT-PZR `de ise % 57 oranında pozitiflik saptanırken, her iki yöntemde de kontrollerin hepsi negatif bulundu. Her iki yöntemde de özgüllük % 100 bulunurken, RT-PZR'de duyarlılığın düşük olmasının kullanılan farklı primerlere veya ekstraktların saklama şartlarına bağlı olabileceği düşünüldü. Kullanılan nested PCR yönteminin erken ve hızlı tanıda yüksek duyarlılıkta olduğu, aynı şekilde RT-PZR'ye göre daha duyarlı ve ucuz olduğu; bu nedenle brusellozun erken ve doğru tanısı için kullanılmasının doğru olacağı sonucuna varıldı.
  • Öğe
    Kronik hepatit B infeksiyonunda prognostik parametreler
    (Kırıkkale Üniversitesi, 2008) Taşkın, Seda Sibel; Ağalar, Canan
    Kronik hepatit B infeksiyonunda interferon tedavisinin yan etkilerinin çokluğu ve maliyeti göz önüne alındığında tedavinin devamı ya da sonlandırılması kararının verilmesinde göstergeler önem kazanmaktadır. Bu çalışmada, interferon alan hastalardaki ß-2 MG düzeyi ile tedavi cevabı arasındaki ilişkinin değerlendirilmesi amaçlanmıştır.Çalışmaya Kırıkkale Üniversitesi Tıp Fakültesi İnfeksiyon Hastalıkları ve Klinik Mikrobiyoloji A.D. polikliniği ve Afyon Kocatepe Üniversitesi Tıp Fakültesi İnfeksiyon Hastalıkları ve Klinik Mikrobiyoloji A.D. polikliniği'ne başvuran, kronik hepatit B infeksiyonu tanısı almış 22 hasta ve 22 inaktif HBsAg taşıyıcısı kontrol grubu olarak alındı. Hasta grubunda tedavinin 0, 2, 6 ve 12. aylarında, kontrol grubunda bir defa olmak üzere serum ß-2 MG düzeyleri mikroELISA (AIDA autoimmune diagnostic assays, REF 10801) yöntemi ile çalışıldı. Kontrol grubunun başlangıç ß-2 MG değerleri ile tedavi grubunun başlangıç ß-2 MG değerleri arasında istatistiksel olarak anlamlı fark vardı (p=0,0001).Bu veriler sonucunda; ß-2 MG değerlerinin tedavi başarısının takibinde değil ama tedaviye başlama kararını vermede yardımcı bir parametre olabileceği düşünüldü.
  • Öğe
    Mannoz bağlayan lektin düzeylerininin hepatit B virüs infeksiyonundaki rolü
    (Kırıkkale Üniversitesi, 2008) Alpay, Yeşim; Ayaşlıoğlu, Ergin
    Hepatit B virüs (HBV) infeksiyonu dünyada halen önemini korumakta olan bir infeksiyon hastalığıdır. İyileşme, inaktif HBsAg taşıyıcılığı, kronik hepatit, siroz, hepatoselüler karsinom ve hepatik yetmezlik gibi ciddi komplikasyonlar hastalığın seyrinde oluşabilecek sonuçlar olup, bu farklılıkta immün sistem ve konağa ait genetik faktörler önemli bir rol oynamaktadır.Mannoz bağlayan lektin (MBL), doğal immün sistemin önemli bir elemanı olduğu kabul edilen ve bazı hastalıkların patogenezinde rolü olduğu düşünülen, bununla beraber, akut faz reaktanı olarak inflamatuvar yanıtta fonksiyona sahip olduğu bilinen moleküldür. Bu çalışmada MBL düzeylerininin HBV infeksiyonunun seyrindeki rolünün araştırılması amaçlandı.Çalışmaya Kırıkkale Üniversitesi Tıp Fakültesi İnfeksiyon Hastalıkları ve Klinik Mikrobiyoloji Anabilim Dalı ve Gastroenteroloji Anabilim Dalına başvuran; kronik HBV infeksiyonu tanısı almış 23 , inaktif HBsAg taşıyıcısı 54 olmak üzere 77 hasta ve kontrol grubu olarak da 70 sağlıklı, toplam 147 kişi alındı. Serum MBL düzey tayini ELİSA (Enzyme-Linked ImmunoSorbent Assay) yöntemi kullanılarak bakıldı.MBL düzeyleri; kronik HBV infeksiyonu, inaktif HBsAg taşıyıcısı ve sağlıklı kontrol grubunda sırasıyla; 4504 ± 3185 ng/mL, 3301 ± 2631 ng/mL ve 3329 ± 2484 ng/mL olarak saptandı. Kronik HBV infeksiyonlu hastalarda diğer iki gruba göre MBL düzeyleri yüksek olmakla beraber, istatistiksel olarak anlamlı değildi (p=0.148). Serum MBL düzeyleri 122 kişide >500 ng/ml, 25 kişide ise <500 ng/ml olarak tespit edildi. Gruplar arasındaki fark bu açıdan değerlendirildiğinde her üç grup arasında istatistiksel anlamlı fark bulunmadı (p=0.680). MBL düzeyleri ile yaş , hastalık süresi, AST, ALT , HBV DNA, CRP düzeyleri arasında anlamlı ilişki saptanmadı.Bu bilgiler ışığında serum MBL düzeylerinin HBV infeksiyonu seyrinde önemli bir belirleyici rolü olmadığı düşünüldü.Anahtar Kelimeler: HBV infeksiyonu, Mannoz bağlayan lektin, Konak faktörleri
  • Öğe
    Kronik hepatit C tedavisinde prognostik parametre olarak TGF - ß1'in etkinliği
    (Kırıkkale Üniversitesi, 2008) Deveci, Özcan; Kılıç, Dilek
    Kronik hepatit C infeksiyonun tedavisinde kullanılan interferonların, tedavi maliyetinin yüksek oluşu ve yan etkilerinin çokluğu nedeniyle, tedavinin başarısını değerlendirmede kullanılan göstergeler önem kazanmaktadır. Bu göstergeler tedavinin devamı veya sonlandırılmasında bize yol gösterecektir. Bu çalışmada pegile interferon ve ribavirin tedavisi alan hastalarda, tedavi yanıtının değerlendirilmesinde serum TGF-ß1 düzeylerinin etkinliğini araştırmayı amaçladık.Çalışmaya Kırıkkale Üniversitesi Tıp Fakültesi İnfeksiyon Hastalıkları ve Klinik Mikrobiyoloji A.D. polikliniği ve Afyon Kocatepe Üniversitesi Tıp Fakültesi İnfeksiyon Hastalıkları ve Klinik Mikrobiyoloji A.D. polikliniğine başvuran, kronik hepatit C infeksiyonu tanısı almış 12 hasta tedavi grubu ve anti-HCV(+), HCV-RNA (-) ve KCFT normal olan 12 birey kontrol grubu olarak alındı. Kontrol ve tedavi grubunda (tedavi öncesi ve tedavinin 24. haftasında) TGF-ß1 (BIOSOURCE Immunoassay Kit Catalog?KAC 1688/KAC 1689 USA) düzeyleri mikroELİSA yöntemi ile çalışıldı.Hasta grubunda tedavinin 24. haftasındaki TGF-ß1 düzeyleri ile tedavi başlanmadan önceki TGF-ß1 düzeyleri arasında istatiksel olarak anlamlı bir fark saptandı (p =0,021). Bu bulgular sonucunda TGF-ß1 düzeylerinin interferon tedavisine yanıtın değerlendirilmesinde yardımcı bir prognostik parametre olabileceği düşünüldü.Anahtar Kelimeler: Kronik hepatit C infeksiyonu, TGF-ß1 , pegile interferon
  • Öğe
    İshalli çocukların dışkılarından izole edilen enterokoklarda vankomisin direnci ve yüksek seviyede aminoglikozit direncinin araştırılması
    (Kırıkkale Üniversitesi, 2009) Koç, Figen; İşeri, Latife
    Amaç: Bu çalışmada amacımız; ishalli çocukların feceşlerinden izole edilen enterokokların vankomisine ve yüksek seviyede aminoglikozitlere direncini incelemekti. Gereç ve yöntem: Enterokoklar geleneksel yöntemlerle tanımlandı. Suşların vankomisine direnci (VD) ve yüksek seviyede aminoglikozitlere direnci (YSAD) agar tarama metodu ile test edildi. VD ve YSAD suşlar, ticari identifikasyon kiti ile tiplendirildi. Bunların ampisilin (A), eritromisin (E), tetrasiklin (T), rifampin (R),e kloramfenikol (C)'e dirençleri standart disk düffüzyon yöntemi ile araştırıldı. Sonuçlar: Toplam 379 enterokok izole edildi. Kırk üç enterokok (%11), vankomisin ve/veya yüksek seviyede aminoglikozitlere dirençliydi. Vankomisine dirençli enterokokların (VRE) %4,4'ü ishalli dışkılardan, %2,3'ü sağlıklı dışkılardan saptandı. Streptomisine yüksek seviyede direnç (%8) ve gentamisinde yüksek seviyede direnç (%4) arasında istatistiksel olarak anlamlı fark vardı. (P=0.008). Tüm YSAD'li suşlar A, R, C, E, T'ye yüksek oranlarda dirence sahipti. VR ve/veya HLRA E. faecalis'lar ishalli feceşlerde sağlıklı feceşlerden daha sıklıkla izole edildi. İshalli hastalarda ciddi bir patojen olan E. faecalis türü nadiren patojenite gösteren E. casseliflavus'lara göre daha sık gözlendi. Sonuç olarak ishalli dışkılar, vankomisin ve/veya YSA'lere dirençli E. faecalis'lerin toplumda kontrolsüzce yayılımında önemli bir risk faktörüdür.Anahtar Sözcükler: Vankomisin dirençli enterokok, yüksek seviyede aminoglikozit direnci, ishalli çocuk, VRE, YSADDestekleyen kurum: Kırıkkale Üniversitesi Bilimsel Araştırma Projeleri Koordinasyon Birimi (proje no: 2006/49)
  • Öğe
    İdyopatik rinitte lokal IgE yanıtının araştırılması
    (Kırıkkale Üniversitesi, 2010) Kavut, Ayşe Baççıoğlu; Kalpaklıoğlu, Ayşe Füsun
    Giriş: İdyopatik rinit (İR), allerjik olmayan kronik rinit tipi olup mekanizmasının lokal immunoglobulin (Ig) E (entopi) aracılı veya nörojenik kökenli olabileceği ileri sürülmektedir. Bu çalışmada `İR, allerjik rinite (AR) semptomları, mekanizması, yaşam kalitesine etkisi ve tedaviye yanıtı açısından benzeyen bir AR alt tipidir' hipotezi araştırılmıştır.Metot: Toplam 51 vaka (43K/8E, yaş:36.10±11.22yıl) AR, İR ve kontrol grubu olarak sınıflandırıldı. Ev tozu akarı (ETA) ile nazal provokasyon testi (NPT) öncesi ve sonrası semptom skorları, nazal inspiratuvar tepe akımı (NIPF), yaşam kalitesi, nazal lavaj (Triptaz, ETA spesifik IgE:UniCAP), test sonrası nazal fırça ve kazıntı (İmmünhistokimya: triptaz, IgE, substans-p) örnekleri değerlendirildi. Hastalara nazal steroid (Triamsinolon-asetonid:TAA) tedavisi başlanarak nazal semptom skorları ve yaşam kalitesine etkisi incelendi.Sonuçlar: NPT'ye yanıt, tüm AR'lılarda ve İR grubunun yaklaşık yarısında pozitif sonuçlanırken kontrol grubunda pozitiflik izlenmedi (p=0.001). NPT sonrası nazal semptom skorları İR'de AR'a benzer şekilde artarken, NIPF AR'da düştü, ancak İR'de değişmedi. Rinitlilerde NPT sonrası lavajda triptaz artarken, spesifik IgE'de ise fark gelişmedi. Nazal yaymalarda, inflamatuvar hücreler AR ve İR'de kontrole göre daha fazlaydı. Triptaz (+) hücreler AR'lılarda, IgE (+) mast hücreler her iki rinitte kontrol grubundan daha çoktu. IgE (+) eozinofiller AR'da, substans-p (+) nötrofil ve eozinofiller İR'de diğer gruplardan daha yüksekti. Nazal TAA tedavisi, her iki rinitte semptomlarda belirgin düzelme sağlarken, önemli yan etki gelişmedi. Tedavi öncesi birbirine benzer şekilde bozulma tespit edilen rinitlilerin yaşam kalitesi, tedavi ile bazı AR'lılarda, gerek SF?36, gerekse MiniRQLQ skorları İR'den daha çok düzeldi.Tartışma: İdyopatik rinitli hastaların yaklaşık yarısında NPT'nin pozitif olması, semptomların ve nazal inflamasyonun benzer bulunması, yaşam kalitesinde bozulma ve nazal tedaviye yanıtın AR gibi olması entopiyi desteklerken, nazal mukozada substans-p pozitifliği nörojenik mekanizmayı düşündürmektedir.
  • Öğe
    Kırıkkale ili Kızılırmak Havzası'ndaki kenelerle bulaşan bakteriyel etkenlerin ve yol açtığı infeksiyonların seroprevalansının araştırılması
    (Kırıkkale Üniversitesi, 2011) Eker, Nihal; Kaygusuz, Sedat
    ÖZET Keneler, sivrisineklerden sonra dünya üzerindeki en önemli vektörlerdir. Çok çeşitli mikroorganizmaları taşıyabilen keneler borreliyoz, tularemi ve Q ateşi gibi enfeksiyon hastalıklarının da bulaşmasında önemli rol oynamaktadırlar. Bu çalışmanın amacı; Kırıkkale Kızılırmak havzasının kene profilinin ortaya konulması, kenelerde Borrelia burgdorferi, Francisella tularensis ve Coxiella burnetii taşıyıcılıklarının polimeraz zincir reaksiyonu (PZR) ile belirlenmesi ve bölgenin kırsal ve kentselinde yaşayan bireylerinde her üç bakteriyel etken için seropozitifliklerin araştırılmasıdır. Kızılırmak havzasından toplam 453 adet kene toplandı. En sık Hyalomma excavatum (% 44,2) tespit edilirken, bunu sırasıyla Rhipicephalus sanguineus (% 14,3), Rhipicephalus turanicus (% 13,7), Rhipicephalus bursa (% 11,3), Hyalomma marginatum (% 8,3), Rhipicephalus spp.(% 7,9) ve diğer Hyalomma spp. (% 0,2) türleri izledi. Kenelerin 261'i (% 57,6) erkek, 192'si (% 42,4) dişi idi. Keneler PZR yöntemiyle ile incelendiğinde; B. burgdorferi ve F. tularensis tüm bölgede tespit edilirken, C. burnetii sadece iki ilçede (Bedesten ve Ahılı) bulunabildi. Bölgenin kırsal (n=135) ve kentselinde (n=135) yaşayan 270 bireyden alınan serum örneklerinde mikro-ELISA yöntemi ile yapılan serolojik inceleme sonucunda seropozitiflik oranları; B. burgdorferi için; % 1,9 (n=5), C. burnetii faz I için; % 7,8 (n=21), C. burnetii faz II için; % 11.1 (n=30) ve F. tularensis için; % 0,7 (n=2) idi. Seropozitiflik oranlarında kırsal ya da kentsel alanda yaşamak bakımından istatistiksel fark yoktu (p>0.05). PZR sonuçlarına göre B. burgdorferi, F. tularensis ve C. burnetii bölgemiz kenelerinde yoğun olarak taşınmaktadır. İnsanlara bulaşın önlenmesinde mevcut eğitim düzeyinin sürdürülmesi ve şüpheli klinik tabloların meydana gelmesi durumunda bu enfeksiyöz hastalıklar ayırıcı tanıda özellikle düşünülmesi gerekmektedir. Anahtar kelimeler: Kene, Lyme, Tularemi, Q Ateşi
  • Öğe
    Hastanemiz yatan hastalarından laboratuvarımıza gönderilen kültürlerden üreyen nonfermenter bakterilerin antibiogramlarının belirlenmesi
    (Kırıkkale Üniversitesi, 2013) Gülhan, Muhammet; Kılıç, Dilek
    Hastane bakımı ile ilişkili enfeksiyonlar her yaştaki hastada görülebilir. Özellikle (üriner katater, damar katateri, ventilatör gibi) prosedürlere maruz kalan diğer yönlerden sağlıklı insanlarda da görülebilir. Hastane bakımı ile ilişkili enfeksiyonlar hastanın mortalitesini arttırır ve yüksek maliyetlere neden olur. Hastane bakımı ile ilişkili enfeksiyonlar nonfermenter bakterilerde dahil birçok mikroorganizmaya bağlı olarak gelişebilir. Nonfermenter bakteriler özellikle yoğun bakım ünitelerinde önemli bir problem haline gelmişlerdir. Gelişmekte olan ülkelerde son 20 yılda çoklu ilaca dirençli nonfermentatif bakterilerin (Acinetobacter baumannii, Pseudomonas aeruginosa and Stenotrophomonas maltophilia) neden olduğu enfeksiyonlar önemli bir problem haline gelmiştir. Bu mikroorganizmalar hastaneye başvuran hastalar arasında kolonizasyon ve enfeksiyonun önemli nedenleri haline gelmişlerdir. Bu mikroorganizmalar bakteremi, idrar yolu enfeksiyonumenenjit gibi birçok nozokomiyal enfeksiyonda rol alırlar fakat en önemli rolleri ventilatör ilişkili pnömonidir. Bu gibi enfeksiyonların tedavisi bu grup bakterilerde birçok antibiyotik grubuna direnç bulunması nedeniyle oldukça zordur. Literatürde nonfermenterlere bağlı nadir toplum kökenli enfeksiyonlar bildirilmesine karşın bu bakterilerin asıl rolleri nozokomial enfeksiyonlardır. Hastane bakımı ile ilişkili enfeksiyonlarından korunma halen öncelikli bir konudur. Antibiyotik direncinin belirlenmesi bu öncelikler arasında yer alır ve modern mikrobiyolojinin önemli bir parçasını oluşturur. Efektif bir antibiyotik direnci surveyans çalışması ampirik antibiyotik seçimini yönlerdirmede çok gerekli bir parçadır. Bu surveyans çalışmaları özellikle yoğun bakım ünitelerinde klinisyene böyle çoklu ilaca dirençli bakterilerin tedavisinde yol gösterir. Biz hastanemizde 2010-2012 yılları arasında hastanemizden elde edilen örneklerden üreyen nonfermentatif bakterilerin direnç oranlarını sunduk. Anahtar Kelimeler: Nonfermentatif bakteriler, antibiyotik duyarlılığı.
  • Öğe
    Hücre içi yerleşim yapan bakteri enfeksiyonlarında prokalsitonin değerleri
    (Kırıkkale Üniversitesi, 2013) Karabıçak, Çiğdem; Ayaşlıoğlu, Ergin
    Hücre dışı (HD) ve hücre içi (Hİ) yerleşimli mikroorganizmalara karşı harekete geçen immünopatogenetik mekanizmalar birbirinden farklıdır. HD mikroorganizmalarla oluşan enfeksiyonlarda prokalsitonin (PCT) düzeylerinin yükseldiğine dair çok sayıda kanıt bulunmasına karşın, Hİ mikroorganizmaların PCT düzeyi üzerine etkisini değerlendiren çalışmalar sınırlı sayıdadır. Bu çalışmanın amacı, Hİ yerleşimli mikroorganizma enfeksiyonlarındaki serum PCT ile HD yerleşimli mikroorganizma enfeksiyonlarındaki PCT düzeylerini karşılaştırmaktır. Bu çalışmaya, HD mikroorganizmalarla gelişen enfeksiyonlar olarak sepsis [n=26], pnömoni [n=13], yumuşak doku enfeksiyonu [n=8]) ve Hİ mikroorganizmalarla gelişen enfeksiyonlar olarak tüberküloz [n=14], bruselloz [n=30], tularemi [n=28]) olguları dahil edildi. Bu olgulara ait serum örneklerinde PCT, C-reaktif protein (CRP), eritrosit sedimentasyon hızı (ESR) ve lökosit düzeyleri ölçüldü. Hİ grubunun PCT (p<0.001), CRP (p<0.001) ve lökosit (p<0.001) düzeyleri, HD grubunun düzeylerinden anlamlı düzeyde düşüktü. İki grubun ESR düzeyleri arasında anlamlı fark yoktu (p=0.107). HD ve Hİ mikroorganizmalarla gelişen enfeksiyonlar da PCT için 0.07 ng/m?likl kesme noktası alındığında duyarlılık % 87.2 ve özgüllük % 86.1 idi. Sonuçlarımız, PCT belirteci düzeyinin Hİ mikroorganizmalarla gelişen enfeksiyonlarda HD mikroorganizmalarla gelişen enfeksiyonlardakinden daha düşük olduğunu gösterdi. Ek olarak, Hİ ile HD mikroorganizmalarla gelişen enfeksiyonların ayırt edilmesinde PCT'nin yeterli duyarlılık ve özgüllüğe sahip olduğu görüldü. Anahtar Sözcükler: Prokalsitonin, akut faz reaktanları, hücre içi yerleşimyapan enfeksiyonlar.
  • Öğe
    Çoğul ilaca dirençli acinetobacter baumannii izolatlarında direnç genlerinin araştırılması
    (Kırıkkale Üniversitesi, 2014) Ecemiş, Emine; Kılıç, Dilek
    Acinetobacter cinsi bakteriler, Gram negatif, non fermentatif ve hastalık potansiyeli düşük olan bir mikroorganizmadır (1,2). İnsanlarda hastalıklara en sık yol açan türü Acinetobacter baumannii'dir (3,4). Hastalara yapılan invaziv işlemlerin artması Acinetobacter türlerinin yoğun bakım ünitelerinde enfeksiyon etkeni olarak daha fazla izole edilmesine sebep olmaktadır (5). A. baumannii ülkemizde yoğun bakım servislerinde en sık rastlanan Gram negatif enfeksiyon etkenleri arasındadır ve bu izolatlar antibiyotiklere yüksek oranda dirençli olarak bulunmaktadır (6,7). Bu çalışmada, Acinetobacter suşlarının yüksek direnç potansiyeline sahip olup olmadıklarının belirlenmesi amacıyla hastanemiz Enfeksiyon Hastalıkları ve Klinik Mikrobiyoloji Laboratuvarı'nda 2009-2012 yılları arasında izole edilen 94 adet çoğul ilaca dirençli A. baumannii izolatında karbapenemaz enzimini kodlayan OXA genlerinin subgruplarının (OXA 23, OXA 24, OXA 51, OXA 58) ve IMP-1 geninin fenotipik çalışmaların temelinde hangi direnç mekanizmasının yattığının belirlenmesi amacıyla PCR yöntemi ile araştırılması hedeflendi. Çalışmada, 94 örneğin 89'unda OXA 51, 77'sinde IMP-1, 74'ünde OXA 23, 59'unda OXA 58, 1'inde OXA 24 genleri pozitif olarak saptanmıştır. Bu çalışmada, hastanemizdeki ÇİD A. baumannii izolatlarında OXA 51, OXA 23, OXA 58 ve IMP-1 direnç genlerinin bulunduğu gösterilmiştir. Ancak, OXA 24 geni oldukça düşük oranda bulunmuştur. Çalışmamız, hastanemizde ÇİD A. baumannii izolatlarının epidemiyolojik özelliklerinin ortaya konması açısından bir başlangıç olma niteliğindedir. Hastanemizdeki A. baumannii enfeksiyonlarında direnç durumunun saptanması ile ilgili sonuçlar, direnç gelişimi ve yayılmasının önlenmesi, ampirik antibiyotik seçimi ve etkin tedavi protokollerinin oluşturulmasında büyük öneme sahiptir. Bu çalışmadan elde edilecek verilerin ileride yapılacak epidemiyolojik çalışmalara ışık tutacağı düşünülmektedir.
  • Öğe
    Kırıkkale yöresinde insanlarda leptospira seroprevalansının saptanması
    (Kırıkkale Üniversitesi, 2014) Ecemiş, Kenan; Kaygusuz, Sedat
    Leptospirozun dünyada en sık görülen zoonoz olduğu düşünülmektedir. İnsanlarda olgu sayıları giderek artmaktadır. Hastalık insanlara hasta hayvanın idrarı ile doğrudan veya dolaylı olarak bulaşmaktadır. Ciddi leptospirozda fatalite hızı yüksektir. Tanınması zor ve tedavi edilmediğinde ölümcül olabilen leptospirozun Kırıkkale yöresinde insanlarda seroprevalansının araştırılması ile farkındalığın sağlanması hedeflenmiştir. Bu çalışmada, 2013 yılında Kırıkkale ilinde leptospiroz açısından riskli 200 (Grup 1) ve kontrol grubu olarak risk grubunda olmayan 200 kişiden (Grup 2) kan örnekleri alındı. Bu örneklerden enzyme-linked immunosorbent assay (ELISA) yöntemi ile leptospira immünglobulin M (IgM) ve immünglobulin G (IgG) testleri çalışıldı. Serum örneklerinin % 2,25'inde Leptospira IgG pozitif bulunurken, IgM pozitifliği saptanmadı. Grup 1'deki 200 olgudan 8 olguda (% 4), Grup 2'deki 200 olgudan ise 1 olguda (% 0,5) Leptospira IgG pozitif saptandı. İki grup arasındaki fark istatistiksel olarak anlamlı bulundu (p=0,037). Kırsal alanda yaşamak (p=0,031), ev çevresinde fare görmek (p=0,001) ve bahçede köpek beslemek (p=0,001) seroloji pozitifliğinde istatistiksel olarak anlamlı risk faktörleri olarak saptandı. Çalışma sonuçlarının, leptospiroz için farkındalığı sağlayarak, leptospirozun ayırıcı tanıda akla getirilmesini sağlayacağı, tanı konulan hastalarda erken tedavi ile ölümcül olabilecek komplikasyonların önlenmesine katkı sağlayacağı ve ileride yapılacak epidemiyolojik çalışmalara ışık tutacağını düşünmekteyiz. Anahtar Sözcükler: Leptospira, zoonoz, Kırıkkale, seroprevalans, ELISA
  • Öğe
    Klinik örneklerden izole edilen candida türleri ve antifungal duyarlılıkları
    (Kırıkkale Üniversitesi, 2018) Çalışkan, Okan; Açıkgöz, Ergin Ayaşlıoğlu
    Candida türleriyle oluşan nozokomiyal enfeksiyonlar giderek artan bir önem kazanmaktadır. Kandida enfeksiyonlarında tür düzeyinde tanımlanma ve antifungal duyarlılık sonuçları etkin bir tedavi için önem taşımaktadır. Çalışmamızda Kırıkkale Üniversitesi Tıp Fakültesi Hastanesi'nde klinik örneklerden izole edilen Candida türlerinin dağılımı ve antifungal duyarlıklık sonuçlarının değerlendirilmesi amaçlanmıştır. Bu amaçla, laboratuvarımıza 1 Ocak 2016 ile 31 Aralık 2017 tarihleri arası gelen klinik örneklerden izole edilen toplam 258 suş çalışmaya alınmış ve retrospektif olarak değerlendirilmiştir. Candida cinsi mayaların tür düzeyinde tanımlanması ve antifungal duyarlılıklarının belirlenmesinde ise VITEK®2 Compact (bioMeriéux, Fransa) otomatize sistem kullanılmıştır. Candida cinsi maya izole edilen 258 klinik materyal çalışmaya alınmıştır. Bu örnekleri, 29'u kan kültürü, 229'u ise ise kan dışı örnekler (idrar, balgam, yara kültürü, trakeal aspirat vb.) oluşturmaktadır. Candida suşlarının 151'i (%58.5) C. albicans, 107'si (%41.5) non-albicans türler olarak tespit edilmiştir. Candida türlerinin dağılımı; 151 (%58.5) C. albicans, 42 (%16.2) C. parapsilosis, 21 (%8.1) C. tropicalis, 19 (%7.3) C. glabrata, 12 (%4.7) C. kefyr, 5 (%2) C. lusitane, 3 (%1.1) C. krusei, 2 (%0.8) C. dublinensis, 2(%0.8) C. famata, 1 (%0.4) C. sphaerica olarak bulunmuştur. Tüm izolatların antifungal direnç oranları sırasıyla; flukonazol %5, vorikonazol %2, kaspofungin %2.8, mikafungin %7.3, amfoterisin B %8.9, flusitozin %1.1 olarak tespit edilmiştir. Sonuç olarak, son yıllarda non-albicans türlerin ve antifungal direnç oranlarının artması sebebiyle Candida cinsi mayaların tür düzeyinde tanımlanması ve antifungal duyarlılık testlerinin yapılması önem arz etmektedir. Bu çalışmada elde edilen sonuçlar, etkin bir tedavinin düzenlenmesi ve ileride yapılacak çalışmalar için yol gösterici olacaktır.
  • Öğe
    Kan kültürü alımlarında şişe sayısının ve alınan kan hacminin belirlenmesi ve üreme üzerine olan etkilerinin araştırılması
    (Kırıkkale Üniversitesi, 2019) Tuna, Ayşegül; Kaçmaz, Birgül
    Kan kültürü uygulama rehberlerinde bakteremi veya fungemi şüphesi varlığında erişkinlerde iki ayrı venden en az 2-4 adet kan kültür şişesi içine 5-10 ml kan alınması önerilmektedir. Çalışmamızda erişkin hastalardan alınan kan kültür şişe sayısı ve alınan kan miktarının uygunluğu ve üreme üzerine etkisinin değerlendirilmesi amaçlanmıştır. Çalışmaya 1.09.2016 - 1.09.2017 tarihleri arasında, kliniklerde yatan erişkin hastalardan alınan ve Kırıkkale Üniversitesi Tıp Fakültesi Enfeksiyon Hastalıkları ve Klinik Mikrobiyoloji laboratuvarına gönderilen kan kültürleri dahil edilmiştir. Hastalardan 24 saat içinde alınan kan kültür şişeleri, şişe sayısına göre "uygun", "uygun değil" ve alınan kan hacimlerine göre "yetersiz", "uygun", "fazla" olarak değerlendirilmiştir. Üreme sonuçları ile hasta dosyaları retrospektif olarak incelenmiş, etken/kontaminasyon ayrımı yapılmıştır. Veri analizi için SPSS 20 paket programı, grupların karşılaştırılması için ki-kare ve Kruskal Wallis testi kullanılmış, p<0.05 anlamlı olarak kabul edilmiştir. Bazı grupların karşılaştırılmasında rölatif pozitiflik hesaplanmıştır. Çalışmada 874 hastadan toplam 1557 adet kan kültürü değerlendirilmiştir. 202 (%13) hastadan tek kan kültürü alınırken, 832 (%53.4) kan kültürü şişesinin yetersiz hacimde kan içerdiği görülmüştür. Kan kültürlerinin %17.5'inde etken mikroorganizmalar, %8.2'sinde ise kontaminant mikroorganizmalar üretilmiştir. Kan kültürü şişe sayısı ile mikroorganizmaların üreme oranları karşılaştırıldığında, tek şişeye karşı iki şişe kan kültürü alınmasıyla etken mikroorganizmaların, iki şişeye karşı tek şişe alınmasıyla da kontaminant bakterilerin üreme oranlarının daha yüksek olduğu görülmüştür (p<0.05). Alınan kan hacminin mikroorganizmaların üreme oranları üzerinde bir etkisi olmadığı tespit edilmiştir (p>0.05). Bu çalışmanın sonuçlarına dayanarak; rehberlerin önerisine uygun olarak kan kültürü alımlarında en az iki adet kültür şişesi kullanılmasını öneriyoruz. Alınacak kan hacminin belirlenmesinde hastanın klinik durumu da değerlendirilerek yapılacak olan prospektif ve çok merkezli çalışmalara ihtiyaç vardır. Hastanemizde kontaminasyon oranlarının düşürülmesi için düzenli eğitimlerin planlanması gerekmektedir. Eğitimlere ek olarak kan kültürü alım takımlarının oluşturulmasının maliyeti azaltarak daha yararlı olabileceği sonucuna varılmıştır. Anahtar kelimeler: otomatize sistemler, kan dolaşımı enfeksiyonu, kan hacmi, kan kültürü, kan kültür şişe sayısı