Tıbbi Uzmanlık Tez Koleksiyonu

Bu koleksiyon için kalıcı URI

Güncel Gönderiler

Listeleniyor 1 - 20 / 45
  • Öğe
    Kronik baş ağrısı hastalarında ağrıyı tetikleyen faktörler ve baş ağrısı eğitiminin tedavideki yeri
    (Kırıkkale Üniversitesi, 2022) Yozgat, Mehmet; Şenbil, Nesrin; Yüksel, Deniz
    KRONİK BAŞ AĞRISI HASTALARINDA AĞRIYI TETİKLEYEN FAKTÖRLER VE BAŞ AĞRISI EĞİTİMİNİN TEDAVİDEKI YERİ ÖZET YOZGAT M, Kronik baş ağrısı hastalarında ağrıyı tetikleyen faktörler ve baş ağrısı eğitiminin tedavideki yeri, Kırıkkale Üniversitesi Tıp Fakültesi, Çocuk Sağlığı ve Hastalıkları, Uzmanlık Tezi, Kırıkkale, 2022. GİRİŞ ve AMAÇ: Baş ağrısı çocuklarda en sık görülen nörolojik sorundur. Kronik baş ağrıları çocukların günlük yaşamlarında, okul ve aktivitelerinde önemli kısıtlılığa yol açmaktadır. Baş ağrısı tipinin tanımlanması ve tedavi planının oluşturulması için ayrıntılı tıbbi öykü, fizik muayene şarttır ve gerekli ise sekonder patolojileri ayırt etmek için tanısal testler yapılabilir. Çocuklarda primer baş ağrısı tedavisinde kullanılan profilaktik ilaçlar çeşitli yan etkilere sahiptir ve etkinlikleri tartışmalıdır. Bu nedenle tedavide ağrıyı tetikleyen faktörlerin, ağrı sıklığının, günlük hayata etkisinin birlikte değerlendirildiği bir yaklaşım gerekmektedir. Bu yaklaşım sadece farmakolojik ajanları değil, aynı zamanda hastaya ve ailesine baş ağrısı tanısı hakkında bilgi verilmesi, ağrıyı başlatan durumlara dikkat etmesi, günlük tutması, yaşam stili değişiklikleri gibi baş ağrısı eğitimini de içermelidir. Bu çalışmanın amacı kronik baş ağrısı olan çocuklarda baş ağrısını tetikleyen faktörler ve baş ağrısı eğitiminin tedavide etkinliğinin değerlendirilmesidir. GEREÇ VE YÖNTEM: 1 Kasım 2019 ile 12 Ocak 2022 tarihleri arasında pediyatrik nöroloji polikliniğine kronik baş ağrısı nedeni ile başvuran hastalar retrospektif olarak tarandı. ICHD-3 tanı kriterlerine göre primer baş ağrısı tanısı alan ve verilerine ulaşılabilen 128 hasta çalışmaya dahil edildi. Bu hastalarda akut veya proflaktik tedaviye ağrının sıklığına ve yaşam kalitesine etkisine göre karar verilmişti. Tüm hastalara özellikle baş ağrısını tetikleyen faktörlere dikkat edilerek baş ağrısı eğitimi verilmiş ve baş ağrısı günlüğü tutmaları söylenerek takibe çağrılmışlardı. Çalışmada hastaların tanısı, ağrıyı başlatan faktörler ve tedavileri değerlendirildi. Tedavinin etkinliği baş ağrısı sıklığında en az %50 azalma şeklinde tanımlandı. BULGULAR: Hastaların yaş ortalaması 12,9 ± 3,4 yıl, kadın/erkek oranı 2,4/1 idi. Hastaların %78,9'ı migren, %10,2'si gerilim tipi baş ağrısı, %11,7'si ise diğer primer baş ağrıları tanısı almıştı. En sık tetikleyici faktörler sırasıyla stres/sıkıntı (%41,4), gürültü (%23,4), açlık (%21,9) ve uzun süre ekran başında kalmak (%21,9) idi. Hastaların %64,1'ine akut %35,9'una profilaktik tedavi başlanmıştı; %85'i baş ağrısı önerilerine uymuştu ve %89,5'inde önerilen tedaviler etkindi. Profilaktik tedavi ve akut tedavi grupları arasında tedavi etkinliği (p=0,320), baş ağrısı önerilerine uyum (p=0,512) açısından anlamlı farklılık izlenmedi. Baş ağrısı önerilerine uyan hastalar değerlendirildiğinde profilaktik ve akut tedavi grupları arasında tedavi etkinliği açısından farklılık yoktu (p=0,323). SONUÇ: Kronik baş ağrısı olan çocuklarda baş ağrısı önerilerine uyum varsa tedavi başarısı oldukça yüksektir. Hem akut hem de proflaktik tedavi gerektiren grupta önerilere uyum varsa tedavi etkinliği benzerdir. Baş ağrısı eğitimi ve önerileri kronik primer baş ağrılı çocuklarda tedavinin çok önemli bir parçasıdır. ANAHTAR KELİMELER: Kronik baş ağrısı, Primer baş ağrısı, Baş ağrısı eğitimi ve önerileri, Farmakolojik olmayan tedavi, Baş ağrısını tetikleyen faktörler
  • Öğe
    Kombine nütrisyonel anemi nedenleri ve tam kan sayımı parametrelerinin değerlendirilmesi
    (2021) ALİ BUĞRA ÇETİNKAYA; MERYEM ALBAYRAK
    Demir, vitamin B12, folik asit gibi nütrientlerin iki veya üçünün birlikte eksik olduğu kombine nütrisyonel anemiler ile ilgili çalışmalar, tanı ve tedavi başarısının artmasında, uygun klinik yaklaşım ve korunmada alınabilecek önlemlerin belirlenmesinde yol gösterici olacaktır. Bu çalışmada amacımız; Kırıkkale Üniversitesi Tıp Fakültesi Hastanesi Çocuk Hematoloji ve Onkoloji Polikliniği'nde izlenen çocuklarda kombine nütrisyonel anemi nedenlerini belirlemek, tam kan sayımı parametrelerini değerlendirerek tanıdaki önemlerini vurgulamak ve önemli bir halk sağlığı sorununa dikkat çekmektir. Kırıkkale Üniversitesi Tıp Fakültesi Çocuk Hematoloji ve Onkoloji Polikliniği'ne Ocak 2015- Ocak 2020 tarihleri arasında başvuran ve kombine nutrisyonel anemi tanısı alan 2-18 yaş arası 123 hastanın dosyaları retrospektif tarandı. Demografik veriler ve hemogram, biyokimya değerleri kaydedildi. Çalışma grupları, yaşa göre (okul öncesi, okul çağı ve adolesan), kombine nutrisyonel anemi tiplerine göre (BFA (Vitamin B12 ve folik asit eksikliği kombine anemisi), DBA (Demir ve vitamin B12 eksikliği kombine anemisi), DFA (Demir ve folik asit eksikliği kombine anemisi) ve DBFA ( Demir, vitamin B12 ve folik asit eksikliği kombine anemisi)) ve patofizyolojilerine göre ( Emilim bozukluğu, yetersiz beslenme, kanama, otoimmun inflamasyon) gruplara ayrıldı. Kombine nutrisyonel anemi nedeni olan hastalıklar ve hemogram değerleri kayıt edildi. Çalışmamızda kombine nütrisyonel anemi grubunun yaş ortalaması 13,1 yıl (2 yaş-18 yaş) , hastaların 98'i (%79,7) kız, 25'i (%20,3) erkekti. Hastaların19'u (%15,4) okul öncesi, 20'si (%16,3) okul çağı, 84'ü (%68,3) adolesan yaş grubundaydı. Kombine nütrisyonel anemi tiplerine göre 3'ü (%2,4) BFA anemi grubunda, 35'i (28,5%) DBA anemi grubunda, 73'ü (%59,3) DFA anemi grubunda ve 12'si (%9,8) DBFA anemi grubundaydı. Okul öncesi yaş grubunda DBA tipi anemili hasta sayısı diğer hasta gruplarına göre istatistiksel olarak anlamlı yüksek bulundu(p:0,009). Okul öncesi yaş grubundaki hastaların kombinasyon birlikteliklerine göre laboratuvar parametreleri incelendiğinde DBA tipi aneminin, DFA tipi anemi grubuna göre MCV ve MCHC düzeyleri anlamlı düzeyde daha yüksek bulunmuştur ( P:0,028/ P:0,028). Çalışma sonucunda kombine nütrisyonel anemilerin en sık adolesan dönemde görüldüğü tespit edildi. Kombine nütrisyonel anemiye en sık emilim bozukluklarına sebep olan Gastrit, Çölyak hastalığı, inflamatuar barsak hastalığının neden olduğu görüldü. Tüm hastaların değerlendirilmesi sonucunda kombine nütrisyonel anemi oluşumuna en sık gastritin ve yetersiz nütrient alımının sebep olduğu tespit edildi. Vitamin B12 ve folik asit eksikliğinin demir eksikliği ile kombine olmaları durumunda mikrositer ve normositer aneminin görüldüğü bu sebeple mikrositer veya normositer anemi tanısı konan hastalardan vitamin B12 ve folik asit değerinin araştırılmasının faydalı olabileceği görülmüştür. Sonuç olarak, kombine nutrisyonel anemilerde nedensel hastalığa tanı koymanın tedavi başarısını artıracağını ve alınacak önlemlerle anemi tekrarını önleyeceğini düşünüyoruz. Tam kan sayımı parametrelerinin mikrobesin eksikliğinin tanısında yol gösterici olduğunu vurgulamak istiyoruz.
  • Öğe
    Yenidoğanın geçici takipnesi ile neonatal pnömoninin ayırıcı tanısında bölgesel pulmoner doku oksijenizasyonunun yeri ve önemi
    (2021) FERZANE EBRAR DÜĞMECİ; DİDEM ALİEFENDİOĞLU
    Amaç: Neonatolojide pulmoner bölgesel doku oksijenizasyon (pRSO2) çalışmaları son derece sınırlıdır. Çalışmanın birincil amacı, doğum sonrası erken dönemde klinik ve laboratuvar bulguları benzer olan yenidoğanın geçici takipnesi (YGT) ve neonatal pnömoninin (NP) ayırıcı tanısında pRSO2 değerlerinin belirlenmesidir. Çalışmamızın ikincil amacı ise pulmoner dokunun oksijenlenme durumunun, pulseoksimetre ile belirlenen oksijen satürasyonu ve kan gazı ile belirlenen parsiyel oksijen basıncı (PaO2) değerleri ile ilişkisinin değerlendirilmesidir. Yöntemler: Çalışma, prospektif, gözlemsel, çift kör bir araştırma olarak yapıldı. Yenidoğan yoğun bakım ünitesine (YYBÜ) solunum sıkıntısı nedeniyle yatırılan, gebelik yaşı 340/7 ile 42 haftalar arasında olan 40 bebek çalışmaya dahil edildi. Olguların demografik, klinik ve laboratuvar bulguları, ilk 24 saat içinde ve 48-72. saatler arasındaki akciğer ultrason skorları (AUS) kaydedildi. Bebeklerde, pRSO2 ve serebral bölgesel oksijenizasyon (sRSO2) ölçümü için NIRS cihazı kullanıldı. Postnatal 1, 24, 48 ve 72. saatlerde toplam 4 kez sRSO2 ve pRSO2 ölçümleri kaydedildi. Hastalar postnatal 72. saatte klinik ve laboratuvar bulgularına göre YGT ve NP olarak iki gruba ayrıldı. Çalışma grupları NIRS verileri açısından karşılaştırıldı. Bulgular: Olguların postnatal 1. saatte, hem akciğer apeksi hem de akciğer lateralinden elde edilen pRSO2 değerleri, YGT grubunda NP grubuna göre anlamlı şekilde yüksekti. Neonatal pnömoni ayrımında, NIRSapeks'de Youdenindex ile belirlenen pRSO2 optimal eşik değeri %72 için (AUC=0,723 [95%CI: 0,558-0,852; p=0,006]) duyarlılık %78,57 ve özgüllük %69,23 olarak bulundu. İlk saatteki sRSO2 ile SpO2 değerleri arasında doğrusal bir ilişki gözlendi. NP grubunda hesaplanan AUS, YGT grubuna göre yüksekti. Neonatal pnömoni ayrımında Youdenindex ile belirlenen optimal AUS eşik değer >5 için AUC=0,944 (95%CI: 0,822-0,992; p<0,001); duyarlılık %92,86 ve özgüllük %92,31 olarak bulundu. Sonuç: Yaşamın 1. saatinde pRSO2 geç preterm ve term bebeklerdeki NP ile YGT ayırıcı tanısında yardımcı ve yol gösterici olabilir.
  • Öğe
    Çocuklarda bağırsak işlevlerinin COVID-19 pandemi döneminde bozulan uyku kalitesi ve yaşam alışkanlıkları ile olan ilişkisi
    (2021) VOLKAN YILDIZ
    Yıldız V, Çocuklarda Bağırsak İşlevlerinin COVİD-19 Pandemi Döneminde Bozulan Uyku Kalitesi ve Yaşam Alışkanlıkları ile Olan İlişkisi, Kırıkkale Üniversitesi Tıp Fakültesi, Çocuk Sağlığı ve Hastalıkları Anabilim Dalı, Volkan Yıldız, Uzmanlık Tezi, Kırıkkale, 2021. Fonksiyonel kabızlık hayat kalitesini bozan bir durumdur. Çocuklarda pek çok başka faktör bu durumun gelişmesine katkıda bulunabilir. Bu çalışmada COVID-19 pandemi döneminde Kırıkkale ilinde çocukların uyku düzeni ve kalitesinin bağırsak işlevlerini etkileyerek fonksiyonel kabızlık sıklığına etkisi ve dışkılama alışkanlıkları ile bedensel aktivite, beslenme şekli ve elektronik cihaz kullanımı arasında ilişki olup olmadığını göstermek amaçlanmıştır. Çalışmada randomize seçilmiş 4-18 yaş arası çocuklara ebeveynleri aracılığıyla anket uygulandı. Kabızlığa sebep olabilecek organik bir patolojisi (hipotiroidi, anatomik bağırsak bozuklukları, nörolojik sorunlar) olanlar çalışmaya alınmadı. Dışkı yapısını belirlemede Bristol Dışkı Skalası, bedensel aktivitede Dünya Sağlık Örgütü (DSÖ) önerileri, uyku düzeni parametrelerinde Pittsburgh Uyku Kalite İndeksi (PUKİ) kullanıldı. Her soru gözlemcinin katılımcılara açıklaması sonrası cevaplandı. Gruplar %99,9 güven düzeyinde belirlendi ve istatistiksel olarak karşılaştırıldı. p<0,05 ise anlamlı kabul edildi. Anket 472 kişiye yapıldı ve organik patolojisi olan 22 kişi çalışmadan çıkarıldı. Toplam 450 kişi çalışmaya dahil edildi ve fonksiyonel kabızlık oranı %25,6 (n:115) bulundu. Dışkılama alışkanlıkları arasında cinsiyet farkı yoktu (p:0,262). 12-18 yaş (n:58, %30,9) çocuklarda kabızlık sıklığı artmış bulundu (p:0,029). 'Fastfood ve karbonhidrat' ağırlıklı beslenenlerde kabızlık oranı %43,9' idi (p:<0,001). Günlük sıvı alımı <1,5 litre olanlar %67,7 (n:305) olup bunların %27,6'sı (n:84) kabızdı. Çocukların %94,4'ünün günlük en az 1 saat elektronik cihazla zaman geçirdiği (n:425), yatmadan önce %55,3 oranında elektronik eşyalarla oynadığı ve bunların uyku kalitesinin daha kötü olduğu saptandı (p:0,005). Çocukların %65,8'i (n:296) DSÖ kriterlerine göre anlamlı bedensel aktivite yapmıyordu ve bunların %27,1'i kabızdı (n:80). Anne sütü almamış çocuklarda %46,7 oranında ileriki yaşamlarında kabızlık görüldü. Yirmi dört aya kadar anne sütü alım süresi arttıkça kabızlık oranında anlamlı azalma olduğu görüldü (p:0,034). Elektronik cihaz kullanım süresi uzadıkça gece yatma saatlerinde gecikme (p:<0,001), sabah kalkış saatlerinde gecikme (p:<0,001), toplam uyku saatlerinde azalma (p<0,001) ve uyku kalitesinde bozulma anlamlı olarak korele bulundu (p:0,033). Sonuç olarak fonksiyonel kabızlık sıklığı %25,6 bulundu. Beslenme alışkanlıkları ve uyku düzenindeki değişikliklerin; süt çocukluğu dönemindeki anne sütü alımı, tuvalet alışkanlıkları ve ek gıdaya geçiş durumlarının düzenlenmesinin fonksiyonel kabızlığı önleme ve iyileştirmede olumlu etkisi gösterildi. Çocukların elektronik cihazlarla kaybettiği zaman da uyku sorunlarını beraberinde getirmektedir. Bu çalışma çocuklardaki bu sorunları aşmada engellenebilir durumlar hakkında farkındalık oluşturmada, ebeveyn ve çocuk eğitimlerinin önemini ortaya koymada yol gösterici olmuştur.
  • Öğe
    Çocukluk çağı idrar yolu enfeksiyonu olgularının retrospektif incelenmesi
    (Kırıkkale Üniversitesi, 2004) Özyazıcı, Ahmet; Koçak, Ülker
    ÖZET Özyazıcı, A, Çocukluk Çağı İdrar Yolu Enfeksiyonu Olgularının Retrospektif Taranması, Kırıkkale Üniversitesi Tıp Fakültesi Çocuk Sağlığı Ve Hastalıkları Anabilim Dalı Uzmanlık Tezi, Kırıkkale, 2004 Erken tanı ve uygun tedavi ile, erişkin yaşta bile süregelen sorunlara neden olabilen idrar yolu enfeksiyonları (İYE) çocuklarda en sık görülen enfeksiyonlardan birisidir. Kliniğimize başvuran olgular içerisinde İYE'nin, görülme sıklığı ve morbiditesini belirlemek ve ileriye yönelik uygun tedavi kullanımını sağlamak amacıyla bu araştırma planlandı. Çalışmaya, Kırıkkale Üniversitesi Tıp Fakültesi Çocuk Sağlığı ve Hastalıkları polikliniğine Haziran 2000-Haziran 2004 tarihleri arasında başvuran yaşları 0-16 arasında değişen 15.846 hastadan idrar kültürü pozitif olan 102 (% 0,6) hasta alındı. Hasta dosyalan başvurma yakınmaları, fizik muayene, tam idrar tetkik bulguları, idrar kültürü - antibiyogram, abdominal ultrasonografı, voidingsisto- üreterografı, sintigrafık sonuçları açısından incelendi. Hastaların 72'si (% 70.5) kız, 30'u (% 29,5) erkek idi. Yaşlara göre gruplandığmda üçü (% 2,9) yenidoğan, 34'ü (% 33,4) 1-12 ay arası, 32'si (% 31,3) 1-5 yaş arası. 30'u (% 29,4) 5-12 yaş arası ve üçü (% 2,9) 12 yaş üzeri idi. Yaş gruplarına göre hasta semptomları arasındaki fark anlamlı bulundu (p < 0,05). Hastaların % 19,6'sında nitrit testi pozitifti (sensitivitesi % 19,6, spesifıtesi % 95,2). Direkt mikroskobide bir alanda beş lökositin bulunması alt sınır olarak alındığında sensitivite % 33 ve spesifıte % 84 bulundu. Nitrit pozitifliği ile direkt mikroskopi arasında anlamlı ilişki saptandı (p < 0,05). İdrar kültürü sonuçlarına göre Escherichia coli (E. coli) İYE etkeni olarak ilk sırada yer aldı. Antibiyogram sonuçlarına göre ampisiline % 75 ve TMP/SMX'e % 34 oranında direnç saptandı. Hastaların yalnızca dokuzunda (% 8,8) ultrasonografide (USG) anlamlı bozukluklar saptandı. Voidingsistoüreterografı (VSUG) sonuçlarına göre 12 (% 11,7) hastada vezikoüreteral reflü (VUR) saptandı. 99mTeknesyum Dimerkaptosuksinikasit sintigrafisi (DMSA) yapılan 10 hastadan beşi normal, üçü renal skarla ve ikisi akut enfeksiyonla uyumlu olarak değerlendirildi.Sonuç olarak çocukluk çağında yaş gruplarına göre İYE etkenleri ve antibiyotik kullanımı gözden geçirilerek direnç gelişen antibiyotiklerin kullanımının sınırlı tutulması gerektiği ve İYE geçiren olgularda izlem ve tedavi yönlendirilmesi için görüntüleme yöntemlerinden yararlanılması gerektiği vurgulanmıştır. Anahtar kelimeler: İYE, VUR, USG.
  • Öğe
    Umbirikal arterler, umbilikal ven çapları ve alanı ile yenidoğanın büyüme parametleri arasındaki ilişkinin değerlendirilmesi
    (Kırıkkale Üniversitesi, 2005) Fidan, Serdar; Aliefendioğlu, Didem
    ÖZET Fidan S., Umbilikal arterler, umbilikal ven çaplan ve alanı ile yenidoğanın büyüme parametreleri arasındaki ilişkinin değerlendirilmesi, Kırıkkale Üniversitesi Tıp Fakültesi Çocuk Sağlığı ve Hastalıkları Anabilim Dalı Uzmanlık Tezi, Kırıkkale 2005. Normal fetal büyüme ve gelişme genetik özellikler tarafından belirlenmekte ve fetal, uteroplasental ve maternal faktörlerle etkileşim göstermektedir. Intrauterin büyüme geriliğinin intrauterin mortalite, yenidoğan döneminde artmış morbidite ve mortalite ve uzun dönemde nörolojik komplikasyonlar ile birlikteliği bilinmektedir. Intrauterin büyüme geriliğine yol açan birçok neden tanımlanmış olmakla birlikte olguların ancak % 40'ında neden bulunabilmektedir, bunlar maternal hastalıklar, fetal ve uteroplasental faktörler olup, geriye kalan kısmı idiyopatik kökenlidir. Intrauterin büyüme geriliğinin etyopatogeneziyle ilgili birçok nokta henüz aydınlığa kavuşmamıştır. Umbilikal kordun histopatolojik ve morfometrik değerlendirilmesi ile İUBG kliniğini destekleyecek ve patogenezi açıklayacak bilgiler elde edilebilir. Bu çalışma ile normal yenidoğanlar ile İUBG olan yenidoğanların umbilikal kord morfolojisi ve umbilikal kord damarlarının morfometrik ölçümleri arasındaki ilişkinin araştırılması ve İUBG olan grupta büyümenin sınırlandırılmasına yol açan faktörlerin değerlendirilmesi amaçlanmıştır. Bu çalışmaya 70 normal ve 28 İUBG olmak üzere toplam 98 yenidoğan dahil edilmiştir. Yenidoğanların antropometrik ölçümleri, maternal özellikleri, plasenta ve umbilikal kordun morfolojik değerlendirilmesi ile her bir umbilikal kord için total kord alanı, Wharton jeli alanı, toplam damar alanı, toplam lümen alanı, ven toplam alanı, ven lümen alanı, ven çapı, ven lümen çapı, ven duvar kalınlığı, toplam arter alanı, toplam arter lümen alanı, toplam arter çapı, ortalama arter çapı, ortalama arter duvar kalınlığı, toplam arter lümen çapı, ortalama arter lümen çapı ölçümü yapılarak kaydedilmiştir. Yukarda tanımlanan değişkenler açısından gruplar birbiriyle karşılaştırılırken, ayrıca büyümeyi etkileyebilecek faktörler ile morfolojik ve morfometrik değerlendirmelerVI arasında ilişki olup olmadığı araştırılmıştır. Veriler SPSS 13.0'da analiz edilmiştir. Intrauterin büyüme geriliği nedeni İle izlenen bebeklerde perinatal sorunlar artmıştır. Maternal faktörlerden annenin gebelik öncesi vücut ağırlığının düşük olması, gebelik sırasında yetersiz ağırlık artışı ve sigara içimi İUBG ile ilişkilidir. Plasenta ve kord ile ilgili faktörlerden plasentanın ağırlığı, çapı, umbilikal kord uzunluğu, total kord alanı ve Wharton jeli alanı fetal büyüme ile ilişkilidir ve fetal büyüme geriliğinde bu faktörler yanında toplam damar alanı ve toplam arter alanı da azalmaktadır. Ayrıca anne yaşı da umbilikal korddaki vasküler yapının gelişiminde rol oynamaktadır. Bu bilgilerin ışığında, İUBG'nin multifaktöryel olduğu ve oluşumunda uteroplasental, maternal ve çevresel faktörlerin rol oynadığı ancak plasenta ve kord ile ilgili faktörlerlerin etkileşiminin önemli olduğu söylenebilir. Anahtar kelimeler: Fetal büyüme, İUBG, antropometrik ölçümler, umbilikal arter, umbilikal ven, yenidoğan
  • Öğe
    Kırıkkale Üniversitesi Pediatri Polikliniğine baş ağrısı ile başvuran çocukların değerlendirilmesi
    (Kırıkkale Üniversitesi, 2005) Saygı, Semra; Aliefendioğlu, Didem
    ÖZET Saygı S., Kırıkkale Üniversitesi Pediatri Polikliniğine Baş Ağrısı İle Başvuran Çocukların Değerlendirilmesi, Kırıkkale Üniversitesi Tıp Fakültesi Çocuk Sağlığı ve Hastalıkları Anabilim Dalı Uzmanlık Tezi, Kırıkkale 2005. Baş ağrısı erişkinlerde olduğu kadar çocuklarda da sık görülen bir yakınmadır. Bu prospektif çalışma baş ağrısı yakınması olan çocuklarda etiyolojik ve klinik özellikleri araştırmak için planlandı. Nisan 2002 -Aralık 2004 tarihleri arasında, Kırıkkale Üniversitesi Pediatri polikliniğine baş ağrısı yakınmasıyla getirilen, yaşları 4 ile 16 yaş arasında (ortalama 11.2 ± 3.4 yıl) olan, toplam 1 16 hastanın ( %48 kız, %52 erkek), etiyolojik ve klinik özellikleri incelendi. Baş ağrıları "International Headache Society" (IHS) kriterlerine göre tiplendirildi. Olguların çoğunluğu 7-12 yaş grubunda (%68.1) idi. Hastaların %59'unun şikayetinin süresi 1-7 gün arasında idi. Baş ağrısı nedenleri arasında ilk sırayı 102 hasta ile akut sinüzit (%87.9) almakta idi. Diğer nedenler sırasıyla, altı hastada migren (%5.17), iki hastada gerilim tipi baş ağrısı (%1.7), iki hastada AV malformasyon (%1.7), bir hastada post travmatik küme tipi baş ağrısı (%0.86), bir hastada hipofiz adenomu idi (%0.86). İki hasta sınıflandırılamayan baş ağrıları grubunda idi. Migren ve gerilim tipi baş ağrısı olan hastaların tümünde stres, emosyonel gerginlik, güneşe maruz kalma, gürültü, yorgunluk gibi presipitan faktörler bulunmaktaydı. Yedi hastada anormal kraniyal görüntüleme bulgusu vardı ancak bu bulguların sadece üçü direk başağrısı ile ilişkiliydi. Sonuç olarak, çalışmamızda çocuklardaki başağrılarının büyük çoğunluğunun akut sinüzit ve migren gibi benign nedenlere bağlı olduğu görülmüştür. Bu nedenle, baş ağrısı ile başvuran her çocuğun ayrıntılı bir şekilde klinik olarak değerlendirilerek etiyolojinin aydınlanabileceği ve ancak seçilmiş vakalarda görüntüleme yöntemlerinin yararlı olabileceği kanısına varılmıştır. (Anahtar Kelimeler: Baş ağrısı, Çocuk, Etyoloji, Diyagnoz )
  • Öğe
    Kırıkkale ilinde yaşayan 0-16 yaş grubu çocuklarda uyku özellikleri
    (Kırıkkale Üniversitesi, 2005) Bulduk, Reyhan; Koçak, Ülker
    ÖZET Bulduk R., Kırıkkale İlinde yaşayan 0-16 yaş grubu çocuklarda uyku özellikleri Kırıkkale Üniversitesi Tıp Fakültesi Çocuk Sağlığı Ye Hastalıkları Ânabilim Dalı Uzmanlık Tezi, Kırıkkale 2005. Uyku, kişinin herhangi bir uyaranla uyandırılabileceği geçici bir bilinçsizlik durumudur. Çalışmanın amacı, Kırıkkale ilinde yaşayan 0-16 yaş grubundaki çocuklarda uyku düzenlerinin belirlenerek, uyku sorunlarının ortaya çıkarılması ve ailelerin uyku konusunda bilgilendirilmelerini sağlamaktır. Bu amaçla Kırıkkale Üniversitesi Tıp Fakültesi ve Kırıkkale Devlet Hastanesi Çocuk Sağlığı ve Hastalıkları polikliniğine Ocak - Mayıs 2005 tarihleri arasında çeşitli nedenlerle başvuran 2 ay - 16 yaş arası toplam 240 çocuk çalışmaya alındı. Örneklem grubu gelişme basamakları ve uyku özellikleri dikkate alınarak 2 - 5 ay, 6-11 ay, 12 - 17 ay, 18 - 23 ay, 2 - 4 yaş, 5-6 yaş, 7-10 yaş, 1 1 - 16 yaş olarak gamlandırıldı ve her yaş grubundan 30 anne ile görüşüldü. Sosyodemografîk özellikler, çocuğun uyku özellikleri, varsa uyku bozuklukları ve uykuyu etkileyebilecek faktörler sorgunlandı. Çalışmamızda 2-5 aylık bebeklerde ortalama uyku saati 13,7 ± 2,5 saat; 11 - 16 yaş çocuklarda ise 9,2 ±1,2 saat olarak saptandı. Sıfır - altı aylık dönemdeki yatırılma şekilleri sorgulandığında tüm annelerin yalnızca % 29,6' sının çocuklarını sırtüstü yatırdığı saptandı. 18 ay - 2 yaş arasında yatak paylaşım oranı diğer yaş gruplarına göre en yüksek olup(% 33,3); tüm çocukların % 92 'sinin aile bireyleri ile aynı odayı paylaştığı öğrenildi. En sık görülen uyku bozukluktan ise % 8 horlama, % 7 ağzı açık uyuma, % 5 uykuda konuşma olarak saptandı. Uyku bozukluğu açısından, cinsiyet ve sosyoekonomik düzeyler arasında fark bulunmadı (p > 0,05). Uyku bozukluğu olmayan çocukların okul başarısı daha iyi olarak saptandı (p < 0,05). Yatmadan önce diş fırçalama, kitap okuma, müzik dinleme gibi uyku rimeUerini uygulayan annelerin eğitim düzeylerinin diğer annelere göre yüksek olduğu (p < 0,05 ) ve uyku ritüelleri uygulanmayan çocuklarda okul başarısının daha düşük olduğu saptandı. Sonuç olarak, uyku paternleri ve uyku süresi sosyoekonomik ve sosyokültürel açıdan farklı ülkelerde değişik olmakla birlikte infantların sırtüstü pozisyonunda uyumasının vurgulanması ve uyku rimellerinin uykuya dalışı kolaylaştırıp, okul başarısını artırdığının vurgulanması önemlidir. Anahtar Kelimeler: uyku özellikleri, çocukluk çağı
  • Öğe
    Kırıkkale ili matebolik hastalık durumu ve sistinüri prevalansının belirlenmesi
    (Kırıkkale Üniversitesi, 2005) Tunç, Alp; Bülbül, Selda Hızel
    ÖZET Kalıtsal metabolik hastalıklar, nadir rastlanan ve değişik klinik bulgular göstermesi nedeniyle de tanısı zor olan hastalıklardır. Çoğunlukla otozomal resesif geçiş gösteren bu hastalıklara, akraba evliliklerinin sık görülmesi nedeniyle ülkemizde diğer Avrupa ülkelerine göre daha yüksek oranda rastlanır. Kalıtsal metabolizma hastalıklarının önemli bir kısmı tedavi edilmezlerse ölümle sonuçlanır veya çok önemli nörolojik sekellere neden olur. Ancak, bir çok kalıtsal metabolik hastalığın tanısı, hastalık belirtileri ortaya çıkmadan önce tarama yöntemleri ile konulabilir ve erken dönemde önlemler alınarak kalıcı sekeller önlenebilir. Kırıkkale ilinde metabolik hastalık görülme durumunu belirlemek amacıyla mental motor retardasyonu (MMR) olan ve özel bir eğitim merkezine devam eden olguların idrar ve kan örnekleri alınarak, kalıtsal metabolik hastalıklar yönünden Hacettepe Üniversitesi Tıp Fakültesi metabolizma ünitesinde analizleri yapıldı. Bu çocukların idrar ve kan örneklerine yapılan testler sonucunda hiçbirisinde kalıtsal metabolik hastalık saptanmadı. Ayrıca fakültemiz, Ankara il merkezinde bulunan büyük hastanelerin ve Cumhuriyet Üniversitesi Tıp Fakültesi metabolizma ünitelerinde dosya taraması yapılarak Kırıkkale ilinden takip edilen hastalar saptandı. Bu tarama sonucunda Kırıkkale ilinden izlenen kalıtsal metabolik hasta sayısı 40 olarak bulundu. Bu hastalıklardan en sık görüleni fenilketonüri (% 25) idi. Sistinüri, otozomal resesif geçişli, sistin ve dibazik amino asitlerin (lizin, arginin, ornitin) ince barsak ve böbrek proksimal tubulus epitel hücrelerinden taş.mmasmdaki defekt sonucu ortaya çıkan kalıtsal metabolik bir hastalıktır. Hastalarda şistinin idrardaki çözünürlüğünün azlığı nedeniyle süt çocukluğu döneminden itibaren tekrarlayan üriner sistem taşları ve buna bağlı olarak obstrüksiyon, enfeksiyon ve böbrek yetmezliği gelişir. Bütün dünyada prevalansı yaklaşık 1/7.000' dir. Türkiye'de iki farklı çalışmada prevalans 1/2.155 ve 1/2.065 olarak bulunmuştur. Bu oran bir çok ülkede saptanan orandan daha yüksektir. Bizde bölgemizde sistinüri prevalansmı belirlemek amacıyla bu tarama çalışmasını planladık. 6-17 yaş arasındaki 8.000 çocuğun rastgele alınan idrar örneklerine sodyum-Nitroprussid spot testi uygulanıp, bu testin pozitif olduğu olgularda idrar ve kan aminoasit kromotografileri yapılarak toplam altı hastaya sistinüri tanısı konuldu. Kırıkkale ili sistinüri prevalansı 1/1.333 olarak saptandı. Bu yüksek oran Kırıkkale'deki akraba evliliklerinin sık olmasına (% 17,5) bağlandı. Bu hastalara üriner sistem taşgelişiminin önlenmesi için gerekli diyet ve tedavi verildi. Hastalar ve aileleri kliniğimizce izlenmekte olup ileri merkezlerde bu hastalara mutasyon analizi yapılıp tanının kesinleştirilmesi sağlanacaktır. Anahtar Kelimeler: Türkiye, Kalıtsal metabolik hastalık, Sistinüri
  • Öğe
    Kırkıkkale ilinde adolesan sağlık durumunun ve etkileyen faktörlerin belirlenmesi
    (Kırıkkale Üniversitesi, 2005) Güven, Ayça Ağar; Hızel, Selda
    ÖZET Ağar Güven A., Kırıkkale ilinde adolesan sağlık durumunun ve etkileyen faktörlerin belirlenmesi, Kırıkkale Üniversitesi Tıp Fakültesi Çocuk Sağlığı ve Hastalıkları Anabilim Dalı Uzmanlık Tezi, Kırıkkale 2005. Adolesan, 10-19 yaş grubunu kapsayan çocukluktan erişkinliğe geçiş dönemidir ve puberte ve somatik büyümeyi tamamlama, sosyal, duygusal gelişme ve somut düşünceden soyut düşünceye geçiş ile bağımsız kimlik kazanma gibi olayları içerir. Adolesan dönemde edinilen yaşam tarzı ve alışkanlıklar bireyin hem şimdiki hem de gelecekteki yaşamını etkilediğinden, bu dönem çok hassas ve gelecek için de oldukça önemli bir süreçtir. Adolesanlar, bu dönemde hızlanan fiziksel, psikososyal ve mental gelişim nedeniyle risk altındadır. Son yıllardaki çalışmalar, gençler arasında şiddet ve kavga nedeniyle ölümler, obesite, sigara, alkol ve uyuşturucu madde kullanımı gibi pekçok sağlık probleminde endişe verici artış olduğunu göstermektedir. Cinsel yolla bulaşan hastalıklar da adolesanlar ve genç erişkinler için önemli sağlık sorunlarından birisidir. Araştırmalar, 1970-1 980'lere göre bugün gençlerin çok daha erken yaşta cinsel aktiviteyle tanıştığını göstermektedir. Seksüel aktivitenin başlaması ise cinsel yolla bulaşan hastalık ve istenmeyen gebelik riskini beraberinde getirmektedir. Kırıkkale ilinde adolesanlann yaşam tarzlarını, riskli davranışlar hakkındaki bilgi düzeylerini, davranış ve tutumlarını saptamak ve verilecek eğitimin etkisini değerlendirmek amacıyla sosyoekonomik düzeyi düşük ve sosyoekonomik düzeyi yüksek olan 2 lisede toplam 120 öğrenciye sosyodemografik özellikler, beslenme, sigara, alkol ve madde kullanımı, şiddet ve üreme sağlığı konularıyla ilgili sorulardan oluşan anket formları uygulandı. Bu konu başlıklarında eğitim verildikten sonra, aynı anket formları tekrar çalışma grubuna uygulandı. Yaş ortalaması 16.8±0.10 yıl olan toplam 120 [80 (%66.6) kız ve 40 (%33.4) erkek] öğrencinin üreme sağlığı bilgi düzeyleri eğitim öncesi ve sonrası değerlendirildi. Eğitim öncesi, cinsellik hakkındaki bilgisinin yeterli olduğunu düşünen 42 (%35.0) öğrenci vardı. Cinsellik veya cinsel ilişkiye ait bilgi edindikleri kaynak olarak 71 (%59.2) öğrenci arkadaşlarını, 56 (%46.7) öğrenci dergi-gazeteyi, 48 (%40.0) öğrenci de televizyon-radyoyu belirtmişlerdir.VI Eğitim öncesi, erkeklerde ergenlik döneminde olan değişiklikler hakkında bilgi düzeyi iyi olan 41 (%34.1) öğrenci varken, kızlarda ergenlik döneminde olan değişiklikler hakkında bilgi düzeyi iyi olan 42 (%35.0) öğrenci vardı. Eğitim öncesi gebelikten korunma yöntemleri hakkında bilgi düzeyi iyi olan 1 (%0.8) [1 kız (%1.3)], cinsel yolla bulaşan hastalıklardan korunma yöntemini bilmeyen ya da yanlış bilen 71 (%59.2) öğrenci vardı. Eğitim öncesi üreme sağlığı konusunda iyi bilgi düzeyine sahip 5 (%4.2) öğrenci varken eğitim sonrası 25 (%20.9) öğrencinin iyi bilgi düzeyine sahip olduğu tesbit edilerek, eğitimin bilgi düzeyinde artış sağladığı görüldü. Tüm şiddet içerikli davranışlar, sosyoekonomik durumdan bağımsız olarak erkeklerde daha fazla oranda saptandı ve araba kullanma, alkol kullanma ve şiddet içerikli oyun oynama şiddet davranışı için bir risk faktörü olarak tesbit edildi. Alkol ve sigara kullanma, Lise 3. sınıflarda anlamlı olarak yüksek bulundu. Bu da, hem büyümenin dışarıya ispatının bir yolu, hem de güçlü arkadaşlıkların etkisi olarak değerlendirildi. Sigara ve alkol kullanımı için, arkadaşların sigara kullanıyor olması risk faktörü olarak tesbit edildi. Eğitim sonrası erkek ve kızlarda beslenme alışkanlıklarının olumlu yönde değiştiği görüldü. Bu araştırma sonuçlarımızla birlikte, adolesan dönemde üreme sağlığı, cinsellik, beslenme ve riskli davranışlar konusunda verilecek eğitimlerin yaygınlaştırılmasının, hem adolesanın şimdiki hem de gelecekteki sağlığı ve yaşam kalitesi üzerinde çok olumlu sonuçlara neden olacağı kanısındayız. Anahtar kelimeler: Adolesan, üreme sağlığı, şiddet, riskli davranış
  • Öğe
    Yenidoğan yoğunbakım ünitesinde izlenen prematüre bebeklerde sepsis gelişimi ile beyaz küre ve trombosit sayılarının ilişkisi.
    (Kırıkkale Üniversitesi, 2007) Toprak, Şule; Aliefendioğlu, Didem
    In this study, it is aimed to investigate the identification of extended spectrum p-Iactamases (GSBL) of 960 Eseheriehia eoli ve 300 Klebsiella spp which were isolated from wound and urine Ispecimens of hospitalized patients and outpatients, and their resistance to same anti-biotics, by double disc sinergy test and phenotipical confirmatory test. The bacteria were isolated by standart methods. Antibiotic resistance was tested by disc diffusion method, while, double disc sinergy test and phenotipical confirmatory tests were used to find the existence of GS BL. All the tests were done according to criteria of the National Commit!ee for Clinical Laboratory Standarts(NCCLS). The Fisher's ki-square test was used to show the antibiotic resistance. 162 of 960 E. eoli strains (%16,8) and 66 of 300 Klebsiella spp strains (%22) (54 of which K. pneumoniae (%18) and 12 of which was K. oxytoea (%8) were found to be positive. The resistance of amicasin of the GS BL positive strains has been found %5,9 in the urine material, while it was %14,5 in the wound material and it was statistically significant (p <0,031 ). Consequently, the disc diffusion test, double disc sinergy test and the phenotipical contirmative tests were found to be compatible and it is determined that there is a necessity to be careful for the amicasin resistance in the strains isolated from the GSBL posilive wound samples. Keywords: Exlended-speclrum p-Iaclamases, Resistance of antibiolics, Klebsiella spp., E. eoli.değişiklikler değerlendirilmış ve sepsis gelişen ve gelişmeyen bebeklerden elde edilen ölçümlerin (1., 3., 5., 7. günlerdeki) karşılaştırılması yapılmıştır. Araştırma sonucunda elde edilen veriler SPSS programında analiz edilerek p< 0.05 anlamlılık sınırı olarak kabul edilmiştir. Çalışmaya alınan tüm olguların % 14'ünde ilk hafta içinde sepsis gelişmiştir. Sepsis grubu ve kontrol grubu arasında gebelik haftası ve doğum ağırlığı açısından farklar anlamlı bulunmuştur. Gruplar arasında cinsiyet dağılımı , doğum şekli , annelerin yaş ortalaması , gebelik sayısı , hipertansiyon, diyabet, erken membran rüptürü ve preeklampsi oranları açısından fark bulunmamıştır. Hem 1. ve 5. dakika Apgar skorları hem de resüsitasyon uygulanma oranları anlamlı farklılık göstermiştir. Sepsis ve sepsis olmayan gruplar arasında lökosit sayıları açısından fark bulunamazken sepsis ve kontrol grubu arasında 1, 3, 5. ve 7. günlerde bakılan hem trombosit sayıları hem de trombositopeni oranları açısından arasındaki farklar oldukça anlamlı bulunmuştur . Bu çalışma sonucunda, ilk hafta içerisinde alınan ardışık kan örneklerinde sepsis geliştiren bebeklerde yaşamın ilk gününden başlayarak hem ortalama trombosit sayısının daha düşük hem de trombositopeni oranlarının anlamlı şekilde yüksek olduğu görülmüştür. Anahtar kelimeler: Trombosit sayısı , lökosit sayısı , sepsis, yenidoğan
  • Öğe
    Hipoksik iskemik ensefalopatili term yenidoğanlarda plazma resistin düzeyleri
    (Kırıkkale Üniversitesi, 2008) Oktay, Ayla; Aliefendioğlu, Didem
    Hipoksik iskemik ensefalopati (HİE) neonatal dönemde mortalite ve morbiditede artışa yol açan önemli bir sorundur. Patogenezinde hipoksi ve iskeminin tetiklediği inflamatuvar döngünün rol oynadığı düşünülmektedir. Farelerde insülin direncine neden olduğu gösterilen, yeni tanımlanmış bir hormon olan resistinin inflamatuvar yanıtta rolü olduğu düşünülmektedir. Bu çalışmanın amacı HİE'li yenidoğan ve kontrol grubu bebekler arasındaki resistin düzeylerini karşılaştırmaktı. Çalışmaya term, asfiktik bebekler (n=35) alındı. Kontrol grubu (n=21) ise hipoksik olmayan, gebelik yaşı ve doğum ağırlığı benzer bebeklerden seçildi. Çalışma grubundaki bebekler Sarnat & Sarnat sınıflamasına göre derecelendirildi. Her iki gruptan yaşamın ilk saatlerinde resistin yanısıra, üre, kreatinin, glukoz, ALT, kreatin fosfokinaz, ürik asit, CRP, IL-6 düzeylerine bakılmak için kan örnekleri alındı. Hipoksik iskemik ensefalopatili ve konrol grubu hastalar arasında üre (p=0,04), kreatinin (p=0,02), ALT (p=0,02) ürik asit (p=0,001), glukoz (p=0.000), IL-6 (p=0,000) ve CRP (p=0,01) düzeyleri açısından fark bulundu. Ek olarak, çalışma grubunda, resistin düzeyleri ile kreatin fosfokinaz (r=0,51 ve p=0,000), üre (r=0,35 ve p=0,007), kreatinin (r=0,51 ve p=0,000), ürik asit (r=0,55 ve p=0,000), ALT (r=0,45 ve p=0,000), IL-6 (r=0,48 ve p=0,006), CRP (r=0,43 ve p=0,01) düzeyleri arasında pozitif korelasyon saptandı. Plazma resistin düzeyleri evre 3'deki hastalarda kontrol grubuna (p=0,018) ve evre 1'deki hastalara (p=0,048) göre daha yüksek bulundu. Bu çalışmanın sonuçları ağır hipoksik iskemik ensefalopatili yenidoğanlarda resistin düzeylerinin sağlıklı veya hafif hipoksik bebeklere göre artmış olduğunu ve resistin düzeylerinin hastalığın ağırlığı ile korele olduğunu göstermiştir.
  • Öğe
    Kırıkkale ilinde 7-16 yaş grubu okul çağı çocuklarında idrar iyot düzeyleri ve guatr sıklığı
    (Kırıkkale Üniversitesi, 2009) Çakır, Barış; Evliyaoğlu, Olcay
    İyot eksikliği ülkemizde önemli bir sorundur. İyot alımı gereksinimi karşılanmadığında iyot eksikliği bozuklukları ortaya çıkar. İyot eksikliğini belirlemede en uygun yöntem idrar iyot düzeyi ölçümüdür.Kesitsel olarak planlanan çalışmamızda Kırıkkale'de 7-16 yaş grubu okul çocuklarında iyot eksikliği ve guatr prevelansının saptanması amaçlandı. İki farklı sosyoekonomik yapıdaki ilköğretim okulunda, idrar iyot analizleri ve guatr incelemeleri yapıldı. İdrar iyot ölçümü için sabah ilk idrar örnekleri alındı. İdrar iyot düzeyleri kolorimetrik metod ile ölçüldü. Guatr tanısı için palpasyon kullanıldı.Yaş ortalaması 10,36+2,38 yıldı. Çalışmaya 203'ü erkek, 200'ü kız 403 çocuk alındı. Olguların %51`i düşük sosyoekonomik düzeyli okuldan ve %49'u yüksek sosyoekonomik düzeyli okuldandı. Çocukların % 29,5'inde guatr saptandı. Bu değer bölgemizde guatrın endemik olduğunu göstermektedir. İyotlu tuz kullanım oranı %77'idi. Sosyoekonomik düzeyi yüksek okuldaki olguların iyotlu tuz kullanım oranları daha yüksekti. Olguların 186'sında ortanca idrar iyotu 100 µg/L nin altındaydı. Kırıkkale'de iyot eksikliği prevelansı % 46,1 olarak belirlendi. Sosyoekonomik düzeyi iyi olan okulda ortanca idrar iyot düzeyi daha yüksek bulundu. Guatr sıklığı ile iyot eksikliği düzeyi arasında anlamlı ilişki saptandı. Guatr saptanan olguların, guatr saptanmayan olgulara göre ortanca idrar iyot düzeyleri düşük bulundu. İyotlu tuz kullanımı ile iyot eksikliği arasında anlamlı ilişki saptandı. İyotlu tuz kullanmayan olguların ortanca idrar iyot düzeyi, iyotlu tuz kullanan olguların ortanca idrar iyot düzeyine göre düşük bulundu.Sonuç olarak ilimizde iyot yetersizliği önemli bir sorundur. İyotlu tuz kullanımı yeterince yaygınlaştırılamamıştır. İyotlu tuz kullanımının yaygınlaştırılması ve etkinliğinin arttırılması gerekmektedir.Kırıkkale ilinde guatr endemiktir. İyot eksikliği derecesine göre guatr prevelansının yüksek olması, başka guatrojen faktörlerin de bölgemizde etkili olabileceğini düşündürmektedir.
  • Öğe
    Akut romatizmal ateş tanısı alan hastalarda TLR-2 geninde Arg753Gln ve Arg677Trp polimorfizmi
    (Kırıkkale Üniversitesi, 2009) Köylüoğlu, Selver; Bülbül, Prof. Selda Hızel
    Akut romatizmal ateş; A grubu beta hemolitik streptokoka bağlı tonsillofarenjitin 2-3 haftalık latent periyodu takiben gelişen süpüratif olmayan bir sekelidir. Toll-like reseptörler (TLR), çok hücreli organizmalarda yabancı mikrobiyal hücre ürünlerini organizmanın savunma cevabına sunan sensörlerdir. Bu çalışmada akut romatizmal ateş tanısı alan hastalarda doğal immün sistemin bir parçası olan ve Gram pozitif bakterilere karşı konak savunmasında rol alan TLR-2 geninde Arg753Gln ve Arg677Trp polimorfizmlerinin varlığını araştırdık. Çalışmaya akut romatizmal ateş tanısı alan ve tanı anında yaş ortalaması 11,4±2,1 yıl olan 68 hasta [38'i kız (%55,9), 30'u erkek (%44,1)] ve yaş ortalaması 13,06 ± 3,85 yıl olan 75 sağlıklı kontrol [39'u kız (%52), 36'sı erkek (%48) ] alındı. Hasta ve kontrol grubundan 5cc'lik tam kan örnekleri etilendiamin tetrarasetikasitli (EDTA) tüplere alındı. Kanlardan DNA izolasyonu yapıldıktan sonra genotipleme için PCR yöntemi ve TLR- 2 geninde Arg753Gln ve Arg677Trp polimorfizmlerinin belirlenmesi için Restriction Fragment Length Polymorphism (RFLP) metodu kullanıldı. Araştırma sonucunda elde edilen veriler SPSS programında analiz edilerek p< 0.05 anlamlılık sınırı olarak kabul edildi.Hastaların 3'ü (%4,4) Arg753Gln genotipine, 1'i (%1,5) Gln753Gln genotipine sahip iken kontrol grubunda Arg753Gln polimorfizmine rastlanmadı (p>0.05). Hasta grubunda Arg677Trp polimorfizmine rastlanmazken kontrol grubunun 2'si (%2,7) Trp677Trp genotipine sahipti (p>0.05). Sonuç olarak akut romatizmal ateş geçiren hastalar ve sağlıklı kontroller arasında TLR-2 geninde Arg753Gln ve Arg677Trp polimorfizmlerini taşımaları yönünden fark yoktu. Bu polimorfizmlerin akut romatizmal ateş hastalığı geçirip geçirmeme üzerine bir etkisi olmadığını söyleyebiliriz. Çalışmamız akut romatizmal ateşin patogenezini araştıran çalışmalara katkıda bulunmuştur.Anahtar kelimeler: Akut romatizmal ateş, toll-like reseptörler, TLR-2, gen polimorfizmi, çocuk
  • Öğe
    Kırıkkale yöresinde saptanan Henoch-Schönlein purpuralı hastaların klinik tutulum yönünden incelenmesi ve mikroalbüminüri varlığı ile FMF gen birlikteliğinin araştırılması
    (Kırıkkale Üniversitesi, 2010) Altuğ, Ümüt; Ensari, M.Cüneyt
    Henoch-Schönlein purpurası çocukluk çağının en sık görülen akut, sistemik vasküliti olup palpabl purpura, artrit ve/veya artralji, abdominal ağrı, gastrointestinal kanama ve glomerulonefrit ile karakterizedir.HSP her yaşta ortaya çıkabilirse de en sık 3-15 yaşları arasında ve erkeklerde kızlardan 1.5-2 kat fazla görülür. Toplumdaki insidansı 10-20.4/100.000 olarak tahmin edilmektedir.Çalışmamızda Şubat 2007-Mayıs 2010 tarihleri arasında Kırıkkale Üniversitesi Tıp Fakültesi Çocuk Kliniği`ne başvurarak Henoch-Schönlein purpurası tanısı aldıktan sonra Çocuk Nefroloji polikliniğinde düzenli olarak izlenmiş 42 olgu genel özellikleri, mikroalbüminüri ve MEFV gen mutasyonları açısından incelendi.24 (%57,1)'si kız, 18 (%42,9)'si erkek olup erkek / kız oranı 0,75 olarak tespit edildi. Olguların yaşları 4 ile 14 arasında değişmekte olup ortalama yaş 8,42±2,69 bulundu.Hastalığın en ciddi bulgusu olan renal tutulum olguların %25,6'sında tespit edildi. Renal tutulum olguların tamamında ilk 3 ay içinde ortaya çıkmıştı.HSP'nin FMF ile birlikteliği bilinmektedir. Çalışmamızda 12 (%30,7) olguda MEFV gen mutasyonu saptanmıştı. E148Q, M694V ve M680I (G/C) mutasyonları en sık görülen mutasyonlardı. Mutasyon olan grupla mutasyon olmayan grup arasında yaş, cinsiyet ve klinik tutulum açısından anlamlı farklılık saptanmasa da sedimentasyon ve CRP yüksekliği açısından anlamlı düzeyde farklılık saptandı. HSP`lı hastalarımızda saptanan gen mutasyonları hastalık gelişiminde önemli bir predispozan olarak düşünülmektedir.Renal tutulum olmayan 32 olgudan 2 (%6,2) olguda mikroalbüminüri görülmüştü. Henoch-Schonlein purpurası çoğunlukla kendini sınırlayan bir hastalık olsa da renal tutulum prognozu belirleyen en önemli faktördür. HSP başlangıcında henüz klinik olarak görünür bir böbrek bulgusu gelişmese de immün kompleksler sonucu böbreklerde rutin yöntemlerle gösterilemeyen bir hasar olabileceğini belirlemek önemlidir ve bu amaçla mikroalbüminüri ölçümü yapılması klinik anlam taşıyabilir.Anahtar Kelimeler:Henoch-Schönlein purpurası, Mikroalbüminüri, Ailevi Akdeniz Ateşi, MEFV gen mutasyonu, Çocuk
  • Öğe
    Fototerapi alan yenidoğan ratlarda böbrek ve karaciğer apopitozu,
    (Kırıkkale Üniversitesi, 2011) Çakır, Elif Pınar; Aliefendioğlu, Didem
    Fototerapi, indirekt hiperbiluribinemi tedavisinde bilinen en ucuz; yaygın ve noninvaziv yöntemdir. Fototerapi sırasında oluşan fotodinamik etkinin pulmoner oksijen hasarı, intraventriküler kanama, prematüre retinopatisi, iskemi/reperfüzyon hasarı ve nektrotizan enterokolit gibi birçok hastalığa neden olabileceği düşünülmektedir. Bu çalışmada fototerapi uygulanan ratlarda karaciğer ve böbrekte apopitozu değerlendirerek sitotoksik etkinin araştırılması amaçlanmıştır. Çalışmaya ağırlıkları 7 ± 2 gram, 15 rat alındı. Rastgele 3 gruba ayrılan ratlardan birinci grup kontrol grubuydu. İkinci gruba LED, üçüncü gruba konvansiyonel fototerapi uygulandıktan sonra dokular TUNEL ve kaspaz aktivitesi BAB Bs200Pro image analysis system ile değerlendirildi. İstatiksel değerlendirmede SPSS 16 Paket program kullanıldı; apopitoz skorları yüzde olarak değerlendirildi, sonuçlar (median±SD) olarak belirtildi. Kaspaz boyama metoduyla karaciğer ve böbrek için en yüksek apopitoz skorları konvansiyonel fototerapi alan grupta bulundu. Bu grupta karaciğer ve böbrekte apopitoz skorları sırasıyla % 15,6±3,72, ve % 10,2±1,51 LED fototerapi alan grupta % 3,63±1,84, ve % 3.7±2,39 ve kontrol grubunda % 1,27±0,52, ve % 1,35±0,29 idi. Gruplar arasındaki fark anlamlıydı. Tunel boyamada en yüksek apopitoz skoru konvansiyonel fototerapi alan grupta bulundu (sırasıyla % 1,73±0,82 ve % 1,2 ±0,16). Ancak gruplar arasındaki fark anlamlı değildi. Fototerapinin doku üzerine olan sitotoksik etkilerini araştıran az sayıda çalışma bulunmaktadır. Çalışmamızda fototerapinin yenidoğan rat karaciğer ve böbrek dokusunda apopitozu anlamlı oranda artırdığını saptadık. Bu etki göz önünde bulundurularak indirekt hiperbilirubinemi tedavisinde kullanılan fototerapi uygulamasının hassasiyetle uygulanması gereği açıktır.Anahtar kelimeler: Fototerapi, fotooksidasyon, apopitozis.
  • Öğe
    Çocuklarda dikkat eksikliği ve hiperativite bozukluğu belirtileri ile kan kurşun ve fenilalanin düzeylerinin ilişkisi
    (Kırıkkale Üniversitesi, 2011) Kırlı, Erhan; Bülbül, Selda
    Çocuklarda, Dikkat Eksikliği Hiperaktivite Bozukluğunun (DEHB) genetik faktörler, diyet, sosyal/fiziksel çevre etkileşiminin bir sonucu olarak ortaya çıktığı ileri sürülmektedir. Çevresel faktörler arasında kurşunun önemli bir yeri olduğu düşünülmektedir.Bu çalışmanın amacı, DEHB belirtileri ile kan kurşun düzeyi arasındaki ilişkiyi ve bu ilişkide fenilalanin metabolizmasının rolü olup olmadığını araştırmaktır.Araştırma grubunu SEDD okullardan 694 (358'ü erkek, 336 `i kız) ve SEDY okullardan 719 (371'ü erkek, 348 `i kız) olmak üzere toplam 1413 öğrenci oluşturmuştur. İlköğretim okullarının ilk 5 sınıfındaki bu öğrencilere DSM-IV Turgay Dikkat Eksikliği ve Yıkıcı Davranış Bozuklukları Değerlendirme Ölçeği uygulanmıştır. Olgu ve kontrol gruplarına, sırasıyla DEHB saptanan 55 çocuk ve kontrol grubunda DEHB olguları ile yaş, cinsiyet ve sosyoekonomik düzey açısından eşleştirilmiş 55 çocuk dahil edilmiştir. Bu çocukların, kan hemoglobin, kortizol, amilaz, kurşun, fenilalanin, tirozin düzeyleri ölçülmüş; ve fenilalanin/tirozin oranı hesaplanmıştır.Olgu grubunda bulunan çocukların kan kurşun düzeyi (4.00±1.93?g/dL) ve kanda fenilalanin/tirozin oran (0.91±0.37) ortalamaları, kontrol grubundaki çocukların kan kurşun düzeyi (3.11±1.99 ?g/dL) ve kanda fenilalanin/tirozin oran (0.75±0.32) ortalamalarından istatistiksel olarak anlamlı düzeyde yüksekti (sırasıyla p=0.019 ve p=0.018). Olgu ve kontrol gruplarının fenilalanin (77.24±32.01'e 66.11±34.55) ve tirozin (89.80±54.66'e 91.89±90.95 µmol/dL) düzeyi ortalamaları arasında anlamlı fark yoktu (sırasıyla p=0.082 ve p=0.924).Kan kurşun düzeyinin dikkat eksikliği alt ölçeği puanları (r=0.431, p<0.001) ile arasında pozitif zayıf ilişki; kan kurşun düzeyi ile hiperaktivite/dürtüsellik alt ölçeği puanları (r=0.384, p<0.001) arasında pozitif zayıf ilişki vardı. Fenilalanin/tirozin oranı ile dikkat eksikliği alt ölçeği puanları arasında pozitif çok zayıf ilişki (r=0.245, p=0.010); fenilalanin/tirozin oranı ile hiperaktivite/dürtüsellik alt ölçeği puanları arasında pozitif zayıf ilişki (r=0.267, p=0.005) vardı. Dikkat eksikliği ve hiperaktivite/dürtüsellik alt ölçeği ile fenilalanin ve tirozin düzeyleri arasında anlamlı ilişki yoktu.Çalışmamızda, DEHB olgularının kan kurşun düzeyinin eşleştirilmiş kontrollerden daha yüksek olduğunu ve kan kurşun düzeyi ile dikkat eksikliği ve hiperaktivite/dürtüsellik alt ölçeği puanları arasında pozitif ilişki olduğunu bulduk. Bu bulgumuz, önceki çalışmaların sonuçları ile uyumlu bir biçimde DEHB ile kurşun maruziyeti arasındaki ilişkiyi destekler niteliktedir. Ancak, kurşun maruziyeti ve kan kurşun düzeyi için bir eşik değer belirlemek çocukların zihinsel gelişiminin etkilenmesini önlememektedir. Bu nedenle, çocukların kurşun maruziyeti bir çevre sağlığı sorunu olarak ele alınmalı ve kurşun maruziyetine neden olan çevresel risk faktörleri olabildiğince azaltılmaya çalışılmalıdır.Bizim sonuçlarımız, dikkat eksikliği ve hiperaktivite/dürtüsellik alt ölçeği ile fenilalanin ve tirozin düzeyleri arasında anlamlı ilişki olmadığını; fenilalanin/tirozin oranı ile dikkat eksikliği ve hiperaktivite/dürtüsellik alt ölçeği puanları arasında zayıf ilişki olduğunu göstermiştir. Hiperfenilalaninemi olgularının izleminde kullanılan fenilalanin/tirozin oranının DEHB belirtileri ile ilişkisi, kurşun maruziyeti ile DEHB arasındaki ilişkide fenilalanin metabolizmasının rolü olabileceğini telkin etmektedir.Anahtar Sözcükler: dikkat eksikliği ve hiperaktivite bozukluğu, kurşun, fenilalanin, tirozin.
  • Öğe
    Doğum şeklinin yenidoğanlarda NT-proBNP düzeylerine etkisi
    (Kırıkkale Üniversitesi, 2011) Ekici, İlknur; Aliefendioğlu, Didem
    Normal doğum sırasında uterusdaki kontraksiyonların fetal kalp üzerinde akut bir strese sebep olup olmadığı henüz tam olarak bilinmemektedir. Uterus kontraksiyonları sırasında azalan akan akımını kompanze etmek için fetal kardiyak prekoadda artış olduğu, böylece hipoksik stresin engellendiği öne sürülmektedir. Ancak, fizyolojik olarak artmış preloadın kardiyak yük oluşturup oluşturmadığı açık değildir. NT-proBNP ventriküler disfonksiyonda ve kalp yetmezliğine bağlı volüm yüklenmesinde veya asemptomatik kardiyak disfonksiyonda kullanılan bir belirteçtir. Bu çalışmanın amacı sağlıklı term yenidoğanlarda normal doğum veya elektif sezaryenle doğan bebeklerde NT-proBNP düzeyleri arasında fark olup olmadığı araştırmaktı. Çalışmaya antenatal izlemde herhangi bir sorunu olmayan kardiyak patoloji saptanmayan sağlıklı ve term yenidoğanlar (n=56) alındı. Çalışmaya alınan olguların 28'i (%50) normal spontan vajinal yolla (NSVY), 28'i (%50) elektif sezaryen (C/S) ile doğmuştu. Çalışma grubundaki bebekler doğum şekline göre sınıflandırıldı. Her iki gruptan yaşamın ilk saatlerinde NT-proBNP yanısıra, üre, kreatinin, glukoz, ALT, AST, CK-MB, kreatin fosfokinaz, CRP ve hemogram düzeylerine bakılmak için kan örnekleri alındı. NSVY ve C/S ile doğan yenidoğanlar arasında NT-proBNP (p=0,02) hemoglobin (p=0.008), beyaz küre (p=0.04), AST (p=0,02), LDH (p=0,007), CPK (p=0,04) düzeyleri NSVY grubunda daha yüksek idi ve bu yükseklik istatiksel olarak da anlamlı bulundu. Ek olarak, NSVY ile doğan hasta grubunda NT-proBNP düzeyleri ile beyaz küre sayıları (r=0,6 ve p=0,000) arasında pozitif korelasyon saptandı. Bu çalışmanın sonuçları normal spontan vajinal yolla doğan sağlıklı term yyenidoğanlarda NT-proBNP düzeylerinin sezaryen ile doğanlara göre artmış olduğunu göstermiştir.Anahtar kelimeler: NT-proBNP, yenidoğan, NSVY, sezaryen
  • Öğe
    Hipoksik iskemik ensefalopati nedeniyle yenidoğan yoğun bakım ünitesi'nde izlenen yenidoğanlarda serum IL-18, IL-6 ve HSCRP düzeyleri
    (Kırıkkale Üniversitesi, 2011) Ünlü, Erdal; Aliefendioğlu, Didem
    Hipoksik iskemik ensefalopati (HİE) tanı ve tedavideki ilerlemelere rağmen, halen yenidoğan dönemde mortalite ve morbiditede artışa yol açan önemli bir sorundur. Önceki çalışmalar patogenezinde hipoksi ve iskeminin tetiklediği inflamatuvar döngünün rol oynadığını düşündürmektedir. Bu çalışmada HİE'li yenidoğanlarda, yakın zamanda inflamasyonla ilişkili olduğu tanımlanmış olan IL-18, IL-6, hsCRP düzeylerine bakılmış ve HİE ile inflamatuvar yanıt ilişkisinin araştırılması amaçlanmıştır.Çalışmaya Eylül 2010- Temmuz 2011 tarihleri arasında doğan, gebelik yaşı 37 hafta ve üzerinde olan, asfiksi kriterlerine uyan bebekler (n=30) alındı. Bu bebekler klinik bulgularına göre (Sarnat & Sarnat sınıflaması) evre I, evre II veya evre III olarak sınıflandırıldı. HİE'li hastalardan ilk 24 saatte ve 48-72. saatte olmak üzere 2 kez alınan kan örneklerinden IL-18, IL-6 ve hsCRP düzeyleri çalışıdı. Çalışma grubundaki olguların %40'ı evre I, %33'ü evre II ve %27'si evre III HİE tanısı aldı. İlk 24 saat ve 48-72. saatlerde bakılan IL-6, IL-18 ve hsCRP düzeylerinin karşılaştırması IL-6 {9,6 (2,4-174,8) pg/ml, 9,3 (2,1-157,9) pg/ml, p>0,05}; IL-18 {280,2 (250,4-544,8) pg/ml, 293,3 (267,2- 739,7) pg/ml, p<0,01}; hsCRP {3,5 (0,06-24,2) mg/L, 8,2 (0,21-35,7) mg/L, p<0,05}.Bu çalışmada, HİE'li yenidoğanlarda erken dönemde (ilk 24 saat) IL-6 nın artmış olduğu, geç dönemde ise (48-72.saat) IL-18 ve HsCRP düzeylerinin artmış olduğu, ex olan hastalarda da geç dönemde IL-18 düzeylerinin daha yüksek olduğu görüldü. IL-18 ve HsCRP düzeylerindeki artış istatistiksel olarakta anlamlıydı. Hipoksi evresi ağırlaştıkça evrelere görede geç dönemde IL-6 düzeyleri azalırken, IL-18 ve hsCRP düzeylerinde artış olduğunu ve bu farkın klinik bulgular ağırlaştıkça belirginleştiğini gördük. Bu çalışmanın sonuçları HİE'nin inflamatuvar yanıtla ilişkili olabileceğini desteklemektedir.Anahtar Sözcükler: HİE, IL-18, IL-6, hsCRP, inflamatuvar yanıt
  • Öğe
    Üriner sistem enfeksiyonu geçiren çocuklarda idrar mikroalbümin düzeyi
    (Kırıkkale Üniversitesi, 2011) Turğut, Mahmut; Ensari, M. Cüneyt
    Çocukluk döneminde üst solunum yolu enfeksiyonlarından sonra en sık karşılaşılan enfeksiyonlar üriner sistem enfeksiyonlarıdır. Mikroalbüminüri idrar albümin atılımının 30-300 mg/gün veya spot idrar mikroalbümin/kreatinin oranının 30-300 mg/g olması olarak tanımlanmıştır. Mikroalbüminüri klinik nefropati ve kardiyomyopatinin belirleyicisi olmasına rağmen, birkaç çalışmada üriner sistem enfeksiyonlu çocuklarda mikroalbüminüri araştırılmıştır. Bu çalışmada, üriner sistem enfeksiyonu nedeniyle izlenen hastalarda renal parankim hasarının değerlendirmesinde mikroalbumin düzeyi ve spot idrarda mikroalbumin/kreatinin oranının araştırılması amaçlanmıştır.Bu çalışmaya Nisan 2010 ? Mayıs 2011 tarihleri arasında Kırıkkale Üniversitesi Tıp Fakültesi Çocuk Sağlığı ve Hastalıkları Anabilim Dalı Pediatrik Nefroloji Polikliniğinde ve Pediatrik Nefroloji kliniğinde anamnez, fizik muayene ve idrar kültürü sonucunda üriner sistem enfeksiyonu (ÜSE) sistit (n=24), piyelonefrit (n=12), sık tekrarlayan ÜSE (n=41) ve renal parankimal skar (n=25) tanısı almış, Pediatrik Nefroloji polikliniğinde takipleri yapılan 102 hasta (21 erkek 81 kız) alındı. Kontrol grubuna ise Çocuk Sağlığı ve Hastalıkları polikliniğine başvuran ve kronik bir hastalığı olmayan 50 olgu (23 erkek 27 kız) alındı.Çalışmadan elde edilen tüm veriler bilgisayarda Windows XP işletim sisteminde, ?Statistical Packages for the Social Science? (SPSS) 11.5 istatistik programı kullanılarak analiz edildi.Çalışma kapsamına alınan hasta grubunun 81'i (% 79,4) kız, 21'i (% 20,6) erkek olup olguların yaşları 6 ay ile 16 yaş arasında değişmekte olup ortalama yaş 99,11±48,81 olarak saptandı. Kontrol grubunun 23'ü (% 46) erkek, 27'si (% 54) kız çocuk olup olguların yaşları 6 ay ile 16 yaş olup ortalama yaş 103,6 ±51.28 ay olarak saptandı. Hasta gruplarının yaş ortalamaları ile kontrol grubu yaş ortalamaları arasında anlamlı fark görülmedi. Hasta gruplarının (ilk ÜSE, tekrarlayan ÜSE, akut piyelonefrit, renal parankimal skar) birbirleri ile karşılaştırılmasında da yaş ortalamaları arasında istatistiksel olarak anlamlı fark yoktu.İlk ÜSE grubunun spot idrarda mikroalbümin/kreatinin oranı 26.33±32.60 mg/g (p<0.001), tekrarlayan ÜSE grubunun spot idrarda mikroalbümin/kreatinin oranı 32.93±55.88 mg/g (p<0.001), akut piyelonefrit grubunun spot idrarda mikroalbümin/kreatinin oranı 57.04±87.92 mg/g (p<0.001) ve renal parankimal skar grubunun spot idrarda mikroalbümin/kreatinin oranı 73.98±114.89 mg/g (p<0.001) olarak saptandı. Toplam hasta grubunda spot idrarda mikroalbümin/kreatinin oranı 44.16±76.27 mg/g, kontrol grubu spot idrarda mikroalbümin/kreatinin oranı 9.24±8.22 mg/g olarak saptandı. Çalışmamızda mikroalbuminüri ve spot idrarda mikroalbümin/kreatinin oranı hasta grubunda kontrol grubuna göre anlamlı olarak yüksek bulundu (p=0.001).Sonuç olarak çalışmamızda spot idrarda mikroalbümin/kreatinin oranı üriner sistem enfeksiyonlu çocuklarda normal çocuklara oranla önemli derecede yüksek bulundu. Spot idrarda mikroalbümin/kreatinin oranı üriner sistem enfeksiyonlu çocuklarda ön tarama ve prognostik belirteç olarak kullanılabilir. ÜSE olan çocuk hastalarda spot idrarda mikroalbümin/kreatinin oranının öngörülebilirliğini doğrulamak için daha geniş bir araştırma grubu ile yapılacak daha ileri çalışmalar gereklidir.Anahtar Sözcükler: Mikroalbüminüri, Çocuk, Üriner sistem enfeksiyonu