Makale Koleksiyonu

Bu koleksiyon için kalıcı URI

Güncel Gönderiler

Listeleniyor 1 - 20 / 56
  • Öğe
    Blood Patch Pleurodesis in the Treatment of Persistant Air Leakage in Langerhans Cell Histiocytosis; A Case Report
    (Derman Medical Publ, 2013) Baççıoğlu, Ayşe; Günal, Nesimi; Kalpaklıoğlu, Füsun; Dural, Koray; Özpolat, Berkant
    Pulmonary langerhans cell histiocytosis is a rare reactive disorder with unclear pathogenesis. 16-year-old male patient complained about shortness of breath induced with exercise, non-productive cough, and intermittent chest pain for one year. Pulmonary function tests were in restrictive nature. There were multiple air cysts in lung parenchyma smaller than one cm and minimal pneumothorax on the left hemithorax in high resolution computed tomography of thorax. There was no hypoxemia in arterial blood gas analysis, and no pulmonary hypertension in echocardiography. Pulmonary langerhans cell histiocytosis was diagnosed with clinical features and typical radiographic appearance. Existence of multisystem langerhans cell histiocytosis was excluded thorough a detailed history, comprehensive physical examination, and baseline radiographic, blood and urine tests. He was recommended to quit smoking and close follow-up was planned. A tube thoracostomy was performed for left sided total pneumothorax one month later, and blood patch pleurodesis was done due to persistent air leakage with a successful outcome. As far as we know this is the first case report of pulmonary langerhans cell histiocytosis who was treated with autologous blood pleurodesis in the literature.
  • Öğe
    Prilocaine induced methemoglobinemia after tube thoracostomy: case report
    (2015) Özpolat, Berkant; Soyer, Tutku; Günal, Nesimi; Büyükkoçak, Ünase; Çakmak, Ahmet Murat
    Çocuklarda toraks ampiyemi tedavisi genellikle lokal anestezi altında tüp torakostomisi ile gerçekleştirilir. En sık tercih edilen lokal anestetik ajan olan prilokain, terapötik dozlarda dahi akkiz toksik methemoglobineminin en yaygın nedenidir. Bu yazıda, ampiyem nedeniyle lokal anestezi altında göğüs tüpü takılması sonrası siyanoz gelişen ve toksik methemoglobinemi tanısı konulan 10 yaşında bir erkek çocuk sunuldu. Methemoglobin seviyesi %18.7 olarak ölçülen hasta askorbik asit ile başarıyla tedavi edildi.
  • Öğe
    Sigara bırakma polikliniğine başvuran hastaların sosyodemografik özellikleri ve sigara bağımlılık şiddetleri
    (2016) Buturaka, Şadiye Visal; Günal, Nesimi; Özçiçek, Gamze; Rezaki, Hatice Özdemir; Koçak, Orhan Murat; Kırıcı, Aslıhan Güneş; Kabalcı, Mehmet
    Amaç: Sigara bağımlılığı çevre ve genetik etkilerin bir arada rol oynadığı karmaşık bir davranıştır. Sigara bırakma hizmetleri açısından Türkiye günümüzde dünyada lider ülkelerden birisi olsa da bu alanda yeterli çalışma yoktur. Biz bu çalışmada bağımlılık şiddeti ile cinsiyet, eğitim düzeyi, medeni durum, stresör varlığı, ailede bağımlılık gibi çeşitli değişkenlerin ilişkisi olduğu hipotezini doğrulamayı amaçladık.Gereç ve Yöntemler: Bu retrospektif çalışmaya Kırıkkale Üniversitesi Tıp Fakültesi Psikiyatri Ana Bilim Dalı ve Göğüs Cerrahisi Ana Bilim Dalı tarafından yürütülen sigara bırakma polikliniğine Ocak 2012 - Ocak 2013 tarihleri arasında başvuran 99 hasta dahil edilmiştir. Hastaların hasta takip formları incelenmiş ve Fagerström testi puanlarına göre çalışmaya dahil edilen hastalar bağımlılık şiddeti açısından ağır olan ve olmayan içiciler olarak iki gruba ayrılmıştır.Bulgular: Bağımlılık şiddeti açısından cinsiyetler ve eğitim düzeyi karşılaştırıldığında ağır içi grupta; kadın oranının daha yüksek (P < 0,001) ve eğitim düzeyi düşük olanların oranlarının (P = 0,016) daha fazla olduğu saptandı. Ailede sigara ya da alkol bağımlılığı olanların sigaraya başlama yaşı anlamlılığa yakın derecede daha erkendi (P = 0,05).Sonuç: Sigara bağımlılığı aile öyküsünde sigara ya da alkol bağımlılığı bulunanlarda daha erken yaşlarda başlayan, kadınlarda daha ağır bağımlılığa neden olabilen bir hastalıktır ve sigara ile mücadelede bağımlılık ve şiddetine etki eden faktörler için yeni çalışmalara ihtiyaç vardır
  • Öğe
    Yaşlı astımlılarda orta-doz flutikazon ve salmeterolün bronkokonstriksiyonun algılanmasına etkisi
    (2005) Ekici, Aydanur; Kara, Türkan; Akın, Ahmet; Koçyiğit, Pınar; Karlıdağ, Ali; Ekici, Mehmet
    Amaç: Orta-doz Flutikazon ve salmeterol tedavisinin bronkokonstriksiyonun algılanmasına etkisinin yaşlı ve genç astımlılarda değerlendirilmesi. Metot: Yirmidokuz yaşlı astımlı ($geq$60 yaş) ve 21 genç astımlı (<60 yaş) hasta çalışmaya katıldı. Yaşlı astımlılar semptom sürelerine göre iki gruba ayrıldı (geç başlangıçlı astım <5 yıl; erken başlangıçlı astım $geq$5 yıl). Orta persistan astımlı 50 hasta bir yıl boyunca günde iki defa 250 ug flutikazon propionat ve 50ug salmeterol tedavisi aldı. Her hastaya başlangıçta ve bir yıl sonra histamin ile bronş provokasyon testi yapıldı. Nefes darlığı modifiye Borg skalası ile değerlendirildi. Birinci saniye zorlu vital kapasite'de (FEVİ) %20'lik bir düşmenin olduğu Borg skoru Algılama skoru 20 (AS20) olarak saptandı.Sonuçlar: Geç başlangıçlı yaşlı astımlılarda başlangıç ortalama AS20 değerleri (1.21 ± 0.18) ile tedavi sonrası ortalama AS20 değerleri (1.32 ± 0.22) arasında anlamlı fark yoktu (p=0.7). Erken başlangıçlı yaşlı astımlılarda başlangıç ortalama AS20 değerleri ile (1.45 ± 0.14) tedavi sonrası ortalama AS20 değerleri (1.11 ± 0.30) arasında anlamlı fark yoktu (p=0.2). Genç astımlılarda başlangıç ortalama AS20 değerleri (2.27 ±0.25) ile tedavi sonrası ortalama AS20 değerleri (2.07 ± 0.29) arasında anlamlı fark yoktu (p=0.3). Yaşlı astımlılarda başlangıç ortalama AS20 değerleri (1.31 ± 0.12; 2.27 ± 0.25 p=0.001) ve tedavi sonrası ortalama AS20 değerleri (1.23 0.18; 2.07 ± 0.29 p=0.01) genç astımlılardan düşüktü. Yorum:Çahşma orta doz flutikazon ve salmeterol tedavisinin yaşlı ve genç astımlılarda bronkokonstriksiyonun algılanmasını değiştirmediğini düşündürmektedir.Ancak yaşlı astımlıların başlangıçtaki ve bir yıl sonraki algılamaları genç astımlılardan daha düşük bulunmuştur.
  • Öğe
    Comparison of the postoperative first and fifth year outcomes in patients who had undergone thymectomy for Myastenia Gravis
    (2015) Dural, Koray; Günal, Nesimi; Koçer, Bülent; Gülbahar, Gültekin; Koçer, Bilge
    Amaç: Myastenia gravis hastalarının tedavisinde timektominin etkinliği tartışmalıdır. Bu çalışmada myastenia graviste uzun dönem takip sonuçlarına göre timektomi etkinliğinin araştırılması amaçlandı.Gereç ve Yöntemler: Ocak 1995 ile Ocak 2004 arasında myastenia gravis nedeniyle sternotomi ve ekstended timektomi uygulanan 27 hastanın birinci ve beşinci yıllardaki klinik sonuçları istatistiksel olarak karşılaştırıldı.Bulgular: Hastaların postoperatif birinci ve beşinci yıllardaki klinik sonuçları arasında istatistiksel fark saptanmadı.Sonuçlar: Uzun dönem sonuçlarının iyi olması nedeniyle timektomi myastenia gravis tedavisinde güvenilir bir yöntemdir. Timektomi sonrası birinci ve beşinci yıllar sonunda elde edilen sonuçlar arasında farklılık yoktur
  • Öğe
    A comparative analysis of giant and smaller hydatid cysts of lung treated surgically
    (2017) Özpolat, Berkant; Yazkan, Rasih; Günal, Nesimi; Dural, Koray
    Amaç: Bu çalışmanın amacı akciğerin dev kist hidatiklerinin daha küçük boydaki hidatik kistlerle karşılaştırılmasıdır.Gereç ve Yöntem: Akciğer kist hidatiği nedeniyle ameliyat edilen 62 hasta geriye dünük olarak değerlendirildi. Hastalar dev kist hidatik (Grup A, n=23) ve daha küçük çapta olanlar (Grup B, n=39) olmak üzere iki gruba ayrıldı. Gruplar yaş, cinsiyet, semptomlar, kist yerleşimi ve sayısı, preoperative komplikasyonlar, uygulanan cerrahi girişim şekli, postoperative uzamış hava kaçağı, göğüs tüpü alınma günü, postoperative komplikasyonlar, hastanede kalış süresi, morbidite ve mortalite açısından karşılaştırıldı.Bulgular: Yaş, cinsiyet, kist yerleşim yeri açısından anlamlı fark saptanmadı ((P = 0.925, P = 0.293, P = 0.179). Grup A'da 21 (%91) vakada kistler tek , Grup B'de vakaların yaklaşık 1/3'ünde birden fazla kist saptandı. Kistleri tek olması anlamlı bulundu (P = 0.005). Grup A'da 13 (%56) vakada kistotomi + kapitonaj yapılırken, Grup B'de 8 (%20) vakada yapılmıştı. Kistotomi + kapitonaj yöntemi Grup B'de Grup A'ya göre anlamlı olarak yüksekti. Uzamış hava kaçağı Grup A'da 8 (%20), Grup B'de 2 (%5) vakada gözlendi. Ortalama göğüs tüpü çekilme günü Grup A'da 4.57 ± 2.48 gün, Grup B'de 2.49 ± 1.63 gün ve hastanede kalış süresi Grup A'da 8.48 ± 3.39 gün ve Grup B'de 5.69 ± 1.80 gün olup her iki parametre istatistiksel olarak anlamlıydı (P < 0.001 ve P < 0.001). Postoperatif komplikasyonlar Grup A'da iki, Grup B'de üç vakada gözlendi. Her iki grupta da mortalite yoktu. Sonuçlar: Dev akciğer kistlerinin soliter görülme ihtimali fazla, ortalama göğüs tüpü çekilme ve hastanede kalış süresi uygulanan operasyondan bağımsız olarak uzamıştır. Kapitonajlı veya kapitonajsız yöntemlerin uygulandığı her iki grupta küratif cerrahi girişimlerin sonuçları mükemmeldir
  • Öğe
    Akciğer kanserinde 8. TNM sınıflandırmasına doğru
    (2016) Özpolat, Berkant
    Akciğer kanseri patolojik alt grupları, anatomik yerleşimi ve genomik farklılık açısından heterojen bir hastalıktır. Akciğer kanseri evrelemesi prognozun belirlenmesi açısından önem taşımaktadır ancak yeterli değildir. 8. TNM sınıflandırmasının UICC (Uluslararası kanser kontrol birliği) ve AJCC (Amerikan kanser komitesi) tarafından 2016 yılı sonunda yayınlanması planlanmaktadır. Yeni sınıflandırma 1999 ile 2010 yılları arasında IASLC (Akciğer kanseri uluslararası çalışma topluluğu) veritabanı dahilinde 94.708 hastanın tümör boyutu, lenf nodu tutulumu ve metastaz verileri temel alınarak düzenlenmiştir. Bu çalışmaya 16 ülke arasından Türkiye, 7304 hasta ile katkı sağlamıştır [1,2]. Yeni sınıflandırmada tümör boyutunun 5cm ye kadar her santiminin yeniden tanımlandığı (T1a-c ve T2a,b) ve bu şekilde tümör boyutunun prognoz açısından öneminin vurgulandığı öncelikle göze çarpmaktadır. Minimal invazif adenokarsinomun T1a (mi) olarak eklendiği, parsiyel veya total atelektazini fark gözetilmeden aynı grupta (T2) yer aldığı, diafragma invazyonunun kötü prognoz göstermesi nedeniyle bir üst kategoriye (T4) çıkarıldığı görülmektedir. Tümörün karinadan uzaklığın prognozu etkilemediği saptandığından proksimal tümörler bir alt katagoriye (T2) alınmıştır. N tanımlayıcılarında değişiklik önerilmemiştir. Metastazlarda ise organ sayısı ve metastaz sayısının yeniden tanımlanması (M1a-c) yapılan TNM değişiklikleri olarak özetlenebilir [2-4]. Bu tanımlamalar dışında veritabanında anatomik özellikler dışında bilgiler de toplanmıştır. Hastanın yaş, cinsiyet, ırk, sigara hikayesi, kilo kaybı, laboratuar analizleri (LDH, alkalin fosfataz), SFT, tümörün SUVmax değeri, histopatolojik tip, diferansiyasyon, vasküler lenfatik invazyon, tümör markırları ve çevresel faktörler bunlardan bazılarıdır [2]. Turkish Journal of Clinics and Laboratory'nin bu sayısında Günal ve ark çalışmasında karsinoembriyojenik antijen (CEA) ve CA 19-9 seviyelerinin prognoz açısından anlamlı olduğunu vurgulanmaktadır [5]. Sonuç olarak yeni sınıflandırmada önerilen revizyonların tamamıyla anatomik düzeyde olduğunu görmekteyiz [4], oysa ki yukarıda bahsedilen faktörlerin, tümörün histopatolojik özelliklerinin ve genetik karakterin tedavi ve prognoz açı- sından önemi göz ardı edilmemelidir [3,6]. Küçük hücre dışı akciğer kanserlerinde aynı patolojik tiplerin alt gruplarının dahi tümör boyutundan bağımsız olarak prognozu etkileyebileceği göz önüne alınarak oluşturulacak bileşik bir kişi bazlı-histopatolojik-genetik-TNM sınıflandırmasının planlanması, ileriki dönemlerde daha etkin bir tedavi açısından tartışılacak konuların başında gelecektir.
  • Öğe
    Primary pulmonary non-Hodgkin's lymphoma
    (2002) Kara, Murat; Özkan, Murat; Sak, Dizbay Serpil; Kuzu, Işınsu; Kavukçu, Şevket
    Akciğerin primer non-Hodgkin lenfoması seyrek görülen bir tümördür. Low-grade B-cell marginal zon tipinde primer pulmoner lenfoma saptanan 69 yaşındaki erkek hastayı sunmayı ve bu tümörlerin klinik özelliklerini tartışmayı amaçladık.
  • Öğe
    Granülomatöz Hastalıklarda Ne, Nerede ve Nasıl?
    (2018) Oyman, Tuğçe Gılman; Altan, Gülben; Baççıoğlu, Ayşe; Kalpaklıoğlu, Ayşe Füsun
    Akciğerin granülomatöz hastalıkları patolojik ve klinik açıdan ayırt edici tanısı zor olabilen durumlardır. Enfeksiyon dışı nedenlerden sarkoidoz, hipersensitivite pnömonisi ve enfeksiyöz olarak ise tüberküloz en sık görülenleridir. Burada granülomatöz akciğer hastalığı olup ayırt edici tanılarında zorluk yaşanan olgular uzun süreli takipleriyle sunuldu. Birinci olgu 64 yaşında kadın hasta, klinik ve radyolojik olarak hipersensitivite pnömonisi ve ikinci olgu ise 67 yaşında erkek hasta, patolojik olarak sarkoidoz ön tanıları konularak kortikosteroid kullanmaktaydı. Ancak, kortikosteroid altında klinik ve radyolojik progresyon olması üzerine yeniden tanısal araştırma yapıldı. Tekrarlanan bronkoskopik örneklemelerle ve farklı (PCR/BACTEC) tüberküloz kültürü yöntemleri kullanılarak Mycobacterium tuberculosis üremesi olması ile akciğer tüberkülozu tedavisi verildi. Sonuç olarak, bu olgular granülomatöz hastalıkların klinik, radyolojik ve patolojik açıdan benzerlik gösterebileceğini ve ayırt edici tanıda tüberküloz mikrobiyolojik tetkik tekrarının önemini göstermesi açısından ilginçtir.
  • Öğe
    Deneysel hayvan çalışmalarında montelukast
    (2017) Özpolat, Berkant
    Son yıllarda sisteinil lökotrien (CysLT1) reseptör antagonisti, allerji ve astım tedavisinde kullanılan bir ilaç olan montelukastın deneysel çalışmalarda sıklıkla kullanıldığını görmekteyiz. Bu ve benzeri birçok çalışma ışığında, ileride montelukastın farklı alanlarda kullanılacağını öngörmek zor değil. Bunların başında inflamatuar hastalıklarda kullanımı, graft versus host reaksiyonlarının tedavisi ve özellikle kanser tedavisi konusunda yapılacak çalışmalar başı çekecektir.
  • Öğe
    Polylactic acid and polyethylene glycol prevent surgical adhesions
    (Comenius Univ, 2016) Ozpolat, B.; Gunal, N.; Pekcan, Z.; Ayva, E. S.; Bozdogan, O.; Gunaydin, S.; Dural, K.
    OBJECTIVES: Re-mediastinoscopy could be risky because of adhesions from the previous mediastinoscopy. The aim of this study was to evaluate the efficacy of a bio-resorbable barrier on adhesion formation in a re-mediastinoscopy rat model. METHODS: Mediastinal dissection similar to mediastinoscopy was done in twenty-eight rats and a polymeric film comprising of polylactic acid and polyethylene glycol (Repel-cv (R), SyntheMed Inc., NJ, USA) was placed on trachea in the study groups. Group 1 (sham, sacrificed at day 30), Group 2 (single barrier, sacrificed at day 30), Group 3 (single barrier, sacrificed at day 60), Group 4(double layer barrier, sacrificed at day 60). Mediastinal adhesions, degree of inflammation, vascular proliferation, foreign body reaction and fibroblast proliferation was compared. RESULTS: Macroscopic dissection showed significantly dense adhesions in Sham Group and Group 3 (p < 0.05). Histopathologic examination showed that there was a significant difference between groups when the foreign body reaction and fibroblast proliferation was evaluated (p<0.05). No significant difference was present between the groups in terms of inflammation and vascular proliferation (p>0.05). CONCLUSIONS: This unique experimental study showed that adhesion barrier was effective as single layer application at day 30 and double layer application at day 60. At clinical conversion, by the application of barrier, the formation of adhesions might be decreased to provide a safe re-mediastinoscopy (Tab. 2, Fig. 4, Ref. 23). Text in PDF www.elis.sk.
  • Öğe
    Painful Chest Wall Swellings: Tietze Syndrome or Chest Wall Tumor?
    (Georg Thieme Verlag Kg, 2016) Kaplan, Tevfik; Gunal, Nesimi; Gulbahar, Gultekin; Kocer, Bulent; Han, Serdar; Eryazgan, Mehmet Ali; Sakinci, Unal
    Background Tietze syndrome (TS) is an inflammatory condition characterized by chest pain and swelling of costochondral junction. Primary chest wall tumors may mimic TS. In this article, we report our experience of approximately 121 patients initially diagnosed as TS and determined chest wall tumor in some cases at the follow-up. Methods This is a retrospective review of patients diagnosed as TS by clinical examination, chest X-ray, electrocardiogram, routine laboratory tests, and computed tomography (CT) of chest: all treated and followed up between March 2001 and July 2012. There were 121 cases (41 males and 80 females; mean age, 39.6 +/- 3.2 years) of TS. Results In 27 patients with initial normal radiological findings, the size of swellings had doubled during the follow-up period (mean, 8.51 +/- 2.15 months). These patients were reevaluated with chest CT and bone scintigraphy and then early diagnostic biopsy was performed. Pathologic examination revealed primary chest wall tumor in 13 patients (5 malignant, 8 benign). CT had a sensitivity of 92.3% and a specificity of 64.2% in detection of tumors (kappa: 0.56, p = 0.002), whereas the sensitivity and the specificity of bone scan were 84.6 and 35.7%, respectively (kappa: 0.199, p = 0.385). Conclusion Primary chest wall tumors could mimic TS. Bone scintigraphy or CT is not specific enough to determine malignant and other benign disorders of costochondral junction. Therefore, clinicians should follow TS patients more closely, and in case of increasing size of swelling, early diagnostic biopsy should be considered.
  • Öğe
    Rib fracture posing risk for aortic rupture
    (Baycinar Medical Publ-Baycinar Tibbi Yayincilik, 2016) Gunal, Nesimi; Zorlu, Ekin; Kaplan, Tevfik; Dural, Koray; Ozpolat, Berkant
    A 50-year-old female patient was referred to emergency department with findings of shortness of breath and flail chest after a traffic accident. Her chest and abdomen computed tomography scan showed left hemopneumothorax, suspicious splenic bleeding, and multiple rib fractures. The fractured edge of the left sixth rib was posing a laceration threat against the descending aorta. After diagnostic laparotomy, left thoracotomy was performed, the fractured rib edge was resected before occurrence of any aortic injury, and the flail chest was stabilized. This article aims to draw attention to the importance of early intervention in posterior rib fractures posing injury threat against aorta and explain the possible mechanism.
  • Öğe
    A Rarely Seen Scapular Tumor: Chondrosarcoma
    (Derman Medical Publ, 2015) Gunal, Nesimi; Kaplan, Tevfik; Zorlu, Ekin; Ozpolat, Berkant; Dural, Koray
    Chondrosarcoma originating from scapula is a rare occurrence accounting 5-7% of all bone chondrosarcomas. They generally originate from new cartilaginous tissue and radiologically the lesion shows cortical destruction with lytic or expansile features. Although the mainstay of the treatment is surgery, the efficacy of chemotherapy and adjuvant therapy in case of residual tumour is still contradictory due to its rare occurrence. Here we present a 56-year-old woman with a swelling on her lump who was diagnosed as scapular chondrosarcoma. Here, the diagnosis and treatment and the approach to the microscopic residual tumour after surgical intervention was presented with the review of relevant literature.
  • Öğe
    Quantative computerized tomography assessment of lung density as a predictor of postoperative pulmonary morbidity in patients with lung cancer
    (Ame Publ Co, 2015) Kaplan, Tevfik; Atac, Gokce Kaan; Gunal, Nesimi; Kocer, Bulent; Alhan, Aslihan; Cubuk, Sezai; Han, Serdar
    Background: The aim of this study was to evaluate the pulmonary reserve of the patients via preoperative quantitative computerized tomography (CT) and to determine if these preoperative quantitative measurements could predict the postoperative pulmonary morbidity. Methods: Fifty patients with lung cancer who underwent lobectomy/segmentectomy were included in the study. Preoperative quantitative CT scans and pulmonary function tests data were evaluated retrospectively. We compare these measurements with postoperative morbidity. Results: There were 32 males and 18 females with a mean age of 54.4 +/- 13.9 years. Mean total density was -790.6 +/- 73.4 HU. The volume of emphysematous lung was (<-900 HU) 885.2 +/- 1,378.4 cm(3). Forced expiratory volume in one second (FEV1) (r=-0.494, P=0.02) and diffusion capacity of carbon monoxide (DLCO) (r=-0.643, P<0.001) were found to be correlate with the volume of emphysematous lung. Furthermore FEV1 (r=0.59, P<0.001) and DLCO (r=0.48, P<0.001) were also found to be correlate with mean lung density. Postoperative pulmonary morbidity was significantly higher in patients with lower lung density (P<0.001), larger volume of emphysema (P<0.001) and lower DLCO (P=0.039). A cut-off point of -787.5 HU for lung density showed 86.96% sensitivity and 81.48% specificity for predicting the pulmonary morbidity (kappa =-0.68, P<0.001). Additionally a cut-off point of 5.41% for emphysematous volume showed 84.00% sensitivity and 80.00% specificity for predicting the pulmonary morbidity (kappa = 0.64, P<0.001). According to logistic regression analyses emphysematous volume > 5.41% (P=0.014) and lung density <-787.5 HU (P=0.009) were independent prognostic factors associated with postoperative pulmonary morbidity. Conclusions: In this study, the patients with a lower lung density than -787.5 HU and a higher volume of emphysema than 5.41% were found to be at increased risk for developing postoperative pulmonary morbidity. More stringent precautions should be taken in those patients that were found to be at high risk to avoid pulmonary complications.
  • Öğe
    Single port thoracoscopic sympathectomy for primary palmar hyperhidrosis in adolescence
    (Tubitak Scientific & Technical Research Council Turkey, 2014) Gunal, Nesimi; Ozpolat, Berkant; Gunal, Yasemin Dere; Dural, Koray
    Aim: Hyperhidrosis is defined as excessive sweating beyond the physiologic needs of a person. Palmar hyperhidrosis in the adolescent period may have an impact on school work and may cause psychological problems. In this study we aim to increase awareness of this disregarded problem. Materials and methods: We explicated the early outcomes of 7 consecutive adolescents, where single port video-assisted thoracoscopic sympathectomy was performed for primary palmar hyperhidrosis. Patients were evaluated for symptom resolution, which was defined as complete dryness, patient satisfaction, operative complications, and compensatory sweating. Results: In total 13 thoracoscopic procedures were done in 7 adolescents, consisting of 4 girls and 3 boys (median age = 16 years). Thoracoscopic sympathectomy achieved immediate complete dryness and all were very satisfied with the outcome of the procedure. Compensatory sweating was defined as mild by 4 (57%) patients. Conclusion: Thoracoscopic sympathectomy is safe and effective for the treatment of primary palmar hyperhidrosis in the adolescent period without any major side effects.
  • Öğe
    Identification of the concentration of iodopovidone pleurodesis in rats for the maximal effectiveness
    (Baycinar Medical Publ-Baycinar Tibbi Yayincilik, 2013) Yazkan, Rasih; Ozpolat, Berkant; Duman, Levent; Bircan, Sema; Bozkurt, Kemal Kursat; Gunes, Sedat
    Background: This study aims to investigate the efficacy and safety of different doses of iodopovidone for pleurodesis and to evaluate the histopathological changes in thyroid tissue. Methods: Thirty-eight male Albino Wistar rats (260-320 g, 6-8 months old) included in this experimental study were randomly divided into four groups. Groups 1, 2, and 3 were given 2 mL/kg intrapleural iodopovidone at concentrations of 1%, 2%, 4%, respectively, while group 4 was administered intrapleural saline. The surfaces were graded by macroscopic and microscopic examination on Day 30 and thyroid tissues were histopathologically examined. Results: Iodopovidone at concentrations of 2% and 4% resulted in significantly more adhesions and inflammatory response. Four percent iodopovidone produced nonsignificant microscopic changes in the contralateral visceral pleural surface. No vacuolization in thyroid tissue showing hyperthyroidism was observed in the groups. Conclusion: We suggest that 2% iodopovidone is enough for an effective and safe pleurodesis and the concentration of iodopovidone may be raised to 4% in unsuccessful cases. However, as the study was conducted on rats, it still remains to be elucidated that the similar results can be achieved in human studies.
  • Öğe
    The effect of basic fibroblast growth factor and adipose tissue-derived mesenchymal stem cells on wound healing, epithelization and angiogenesis in a tracheal resection and end-to-end anastomosis rat model
    (Baycinar Medical Publ-Baycinar Tibbi Yayincilik, 2013) Ozpolat, Berkant; Gurpinar, Ozer Aylin; Ayva, Ebru Sebnem; Gazyagci, Serkal; Niyaz, Mehmet
    Background: This experimental study aims to investigate whether basic fibroblast growth factor, adipose tissue-derived from mesenchymal stem cells, or a combination of both, has an effect on wound healing, epithelization and angiogenesis in a tracheal resection and end-to-end anastomosis rat model. Methods: During the first phase of the study, mesenchymal stem cells were isolated by the primary explant culture technique from the abdominal adipose tissue of rats. When the cells became confluent, they were passaged and characterized by using immunofluorescence staining technique. The cells were cryopreserved for an in vivo application. The rats were divided into four groups, including: the basic fibroblast growth factor (group 1), the mesenchymal stem cells (group 2), the mesenchymal stem cells and basic fibroblast growth factor (group 3) and control group (group 4). The rats were sacrified at day 60 and the anastomosis was evaluated macroscopically for granulation tissue formation, the stenosis and presence of tracheocutaneous fistula formation, and also microscopically for stenosis, epithelium regeneration, inflammation, collagen formation and neovascularization. Results: The inflammation was significantly lower in the study groups (p=0.004, p=0.014, p=0.004), whereas the collagen formation and epithelial regeneration were significantly higher in the study groups, compared to the control group (p=0.015, p=0.022, p=0.026 and p=0.002, p=0.001, p=0.002). Conclusion: Both basic fibroblast growth factor and adipose tissue-derived mesenchymal stem cells increased epithelial regeneration and connective tissue organization in this rat model. They may be used as an adjuvant therapy to surgical resection in patients undergoing tracheal resection.
  • Öğe
    Cadaver analysis of thoracic outlet anomalies
    (Ekin Tibbi Yayincilik Ltd Sti-Ekin Medical Publ, 2011) Tokat, Arif Osman; Atinkaya, Cansel; Esmer, Ali Firat; Apaydin, Nihal; Tekdemir, Ibrahim; Gungor, Adem
    Background: This study aims to determinate the rate of thoracic outlet anomalies by means of analysis of cadavers. Methods: Supraclavicular incisions were applied by two anatomists and two thoracic surgeons in the thoracocervicoaxillary region of both extremities (n=40) in twenty cadavers (7 females, 13 males; mean age 46). The formation and type of fibrous bands, cervical ribs, C7 long transverse processes and anomalies of the clavicles, scalenus anterior and scalenus medius muscles, brachial plexus, subclavian arteries and veins were evaluated. The type and formation of fibrous bands were classified using Roos' classification. Results: Anomalies were found in 34 (85%) of extremities. The type 3-band was most frequently (15%) observed and all of them were on the right extremity. The type 4-band was rarely seen (2.5%). Two bands (type 9 and type 11) in the same extremity were notified in one cadaver. (2.5%). The occurrence rate of cervical rib and C7 long transverse process was 10%. Some fibers of m. scalenus medius emerged from a cervical rib in one extremity (2.5%). The arteria subclavia anterior passed through the scalene muscle in three extremities (7.5%). In 10% of extremities the C5 truncus passing through the anterior scalene muscle and upper truncus of brachial plexus passing anterior scalene muscle via perforation was found in 7.5% of patients. Conclusion: In our population, brachial plexus and subclavian artery variations are frequently observed. Therefore these types of anomalies should be taken into consideration to prevent morbidity and complications when muscle division or blockage applications are performed.
  • Öğe
    Allergy; an (un)awarened, (under)diagnosed and (under)treated disease?
    (Wiley-Blackwell, 2011) Kalpaklioglu, A.; Kalkan, Koca, I; Daglioglu, A.; Kilinckaya, M.
    Allerjik hastalıklar toplumun önemli bir kısmını etkilemesine rağmen bireylerin bu konudaki bilgisi yetersizdir. Bu çalışmada, Türk toplumunun heterojen bir örnek topluluğundaki allerji bilgisini ve algısını, ayrıca bu semptomlar için hangi hekim grubuna başvurulduğunu değerlendirmeyi amaçladık. Gereç ve Yöntem: Bu çalışmaya üniversitemiz bahar şenliği sırasında şehrimizden, sosyoekonomik farklılık gösteren 505 kişi alındı. Katılımcıların allerji farkındalıklarını ve semptomlarını sorgulayan 18 sorudan oluşan anket, araştırmacılar gözetiminde doldurtuldu. Bulgular: Çalışmaya katılan toplam 505 kişinin (211 kadın/294 erkek, yaş ortalaması 26.65 ± 9.77 yıl) %60’ı üniversite öğrencisi olup, %28.7’si memur, %4’ü işçi, %7.3’ü diğer mesleklere dahildi. En fazla nazal semptomlar (%95.3), en az gıda reaksiyonları (%45) allerjiyle ilişkilendirildi. Allerjik semptom farkındalığı açısından yüksek öğrenimli bireylerle (%60.4) diğer öğrenim grupları arasında fark bulunmazken, sağlık alanında çalışan/öğrenim görenlerin (%12.1) allerjik solunumsal, nazal ve dermatolojik semptom farkındalığı yüksekti (sırasıyla p< 0.001, p= 0.025, p= 0.001). Allerjik olarak tanımlanan semptomlar için sırasıyla allerji (%33.7), göğüs hastalıkları (%24.4), kulak burun boğaz (%11.5) ve dermatoloji (%7.3)’ye başvurulacağı belirtildi. Eğitim düzeyleri açısından değerlendirildiğinde gruplar arasında fark görülmezken (p= 0.088), sağlık alanında çalışan/öğrenim görenlerin %49.1’i öncelikle allerji bölümüne başvurulacağının bilincindeydi (p= 0.016). Sonuç: Allerji konusunda toplum bilincini artırarak hastalığın semptomlarının, progresyonunun ve morbiditesinin azaltılabileceğine, ayrıca toplumun olduğu kadar mezuniyet öncesi ve sonrasında hekimlerin de sürekli ve tekrarlayıcı biçimde allerjik hastalıklar hakkında bilinçlendirilmesine ihtiyaç olduğunu düşünmekteyiz.