Tıbbi Uzmanlık Tez Koleksiyonu
Bu koleksiyon için kalıcı URI
Güncel Gönderiler
Öğe Koroner arter hastalığı ile serum PDGF ve TGF-ß arasındaki ilişki(Kırıkkale Üniversitesi, 2022) Küçüksevgili, Veli; Ebinç, HaksunAmaç: TGF ß1 ve PDGF-BB; ateroskleroz sürecine çeşitli mekanizmalar üzerinden etki etmektedir. Henüz bu mekanizmalar tam olarak aydınlatılamamıştır. Amacımız koroner arter hastalığı olgu gruplarında serum TGF-ß1 ve PDGF-BB düzeylerinin ölçümü üzerinden bu belirteçlerin ateroskleroz sürecindeki rolünü araştırmaktır. Gereç ve Yöntem: Çalışmaya 1 Mayıs 2021 ile 1 Mayıs 2022 tarihleri aralığında Kırıkkale Üniversitesi Tıp Fakültesi Kardiyoloji ABD Polikliniğine başvuran, 18-79 yaş arası, koroner anjiografi endikasyonu olup koroner anjiografi yapılan 64 normal koroner anatomi olgusu, 64 stabil koroner arter olgusu ve 64 adet akut koroner sendrom olgusu alındı. Çalışmaya alınan hastalar serum PDGF-BB ile TGF-ß1 düzeyi ve laboratuvar sonuçları açısından karşılaştırıldı. Bulgular: Çalışmamızda stabil koroner arter hastalığı grubunda TGF-ß1 ve PDGF-BB düzeyleri açısından akut koroner hastaları ile normal koroner anatomi tanısı alan hastaların grubuna göre anlamlı farklılık bulunmuştur(p<0,05). Stabil koroner hastalığı grubunda serum TFG-ß1 ve PDGF-BB düzeyleri yüksek bulunmuştur. TGF-ß1 ile PDGF-BB arasındaki korelasyon analizinde, TGF-ß1 ile PDGF-BB düzeyleri arasında anlamlı ve pozitif bir korelasyon saptandı (r=0,672;p<0,001). Sonuç: Çalışmamız, ateroskleroz sürecinde TGF-ß1 ve PDGF-BB parametrelerini kullanarak bu belirteçlerin koroner arter hastalığındaki rolünü belirlemek adına literatürdeki ilk çalışma olma özelliğini taşımaktadır. Stabil koroner hastaları grubunda TGF-ß1 ve PDGF BB serum seviyelerinin diğer gruplara göre anlamlı ve yüksek olduğunu tespit ettik. Bu bulgu TGF-ß1 ve PDGF-BB'nin aterom plağının daha stabil olmasında rol oynayabileceğini düşündürmektedir. PDGF-BB ve TGF-ß1'in aterosklerozdaki rollerinin aydınlatılması ateroskleroz patogenezini daha iyi anlamamıza yardımcı olabilir ve aterosklerozun önlenmesi için yeni hedefler oluşturabilir. Bu konuda daha büyük katılımlı olgu gruplarının izlendiği klinik çalışmalara ihtiyaç vardır. Anahtar kelimeler:Koroner arter hastalığı,TGF-ß1,PDGF-BBÖğe Prediyabetik hastalarda sol ventrikül miyokardiyal performans indeksi ve presistolik dalga ile olan ilişkisi(2021) MURAT AKDOĞAN; MUHAMMED KARADENİZPrediyabetik Hastalarda Sol Ventrikül Miyokardiyal Performans İndeksi ve Presistolik Dalga ile Olan İlişkisi, Kırıkkale Üniversitesi Tıp Fakültesi Kardiyoloji Anabilim Dalı, Uzmanlık Tezi, Kırıkkale, 2021. Amaç: Amacımız prediyabetin kardiyovasküler sistem üzerine etkisini miyokardiyal performans indeksini ve presistolik dalgayı kullanarak incelemek, miyokardiyal performans indeksinin presistolik dalga ile olan ilişkisini ve her iki parametrenin tarama testi olarak kullanılabilirliğini araştırmaktır. Gereç ve Yöntem: Çalışmaya Mart 2020 ile Eylül 2020 tarihleri arasında Kırıkkale Üniversitesi Tıp Fakültesi Kardiyoloji ve Endokrinoloji polikliniklerine başvuran, 18-79 yaş arası, prediyabetik 59 hasta ve 54 sağlıklı gönüllü olmak üzere toplam 113 kişi dahil edildi. Gruplar demografik ve klinik veriler, sol ventrikül fonksiyonları, sol ventrikül miyokardiyal performans indeksi, presistolik dalga ve laboratuvar sonuçları açısından karşılaştırıldı. Bulgular: Prediyabetik grupta sol ventrikül diyastolik disfonksiyonu daha fazla, miyokardiyal performans indeksi ve presistolik dalga velositesi daha yüksek saptandı (sırasıyla; p=0,001, p<0,001, p=0,003). Açlık kan glukozu ile miyokardiyal performans indeksi ve presistolik dalga ile miyokardiyal performans indeksi arasında pozitif korelasyon izlendi (sırasıyla; r=0,509, p<0,001, r=0,405, p=0,001). Sonuç: Prediyabet, Diyabetes Mellitus gelişmesinden önce var olan ve diyabetle ilişkili komplikasyonların ortaya çıkabildiği bir süreçtir. Prediyabet ve Diyabetes Mellitusta kardiyak fonksiyon bozukluğu sık görülür. Prediyabette kardiyovasküler komplikasyonların erken tanınması ve tedavisinin erken dönemde başlanması önemlidir. Çalışmamız prediyabetin kardiyovasküler sistem üzerine etkilerini miyokardiyal performans indeksi ve presistolik dalgayı kullanarak inceleyen litetarürdeki ilk çalışma olup, miyokardiyal performans indeksi ve presistolik dalga prediyabette sol ventrikül diyastolik disfonksiyonu ile ilişkili olabilir. Anahtar kelimeler: Prediyabet, Miyokardiyal performans indeksi, Presistolik dalga, Diyastolik disfonksiyonÖğe Hiperlipidemik hastalarda rosuvastatin kullanımının endotel fonksiyonuna etkisinin akım bağımlı dilatasyon ölçümü ile değerlendirilmesi(Kırıkkale Üniversitesi, 2009) Şimşek, Ali; Ebinç, HaksunEndotel vücutta endokrin aktivite gösteren önemli bir organdır. Endotel'in koagülasyon ve fibrinolizisin kontrolü, vasküler yatakta dolaşan hücre işlevlerinin düzenlenmesi ve damar tonusunun ayarlanması gibi önemli görevleri vardır. Endotel işlev bozukluğu tanımı ile bu işlevlerde ki dengesizlik belirtilmektedir. Çalışmamızda hiperlipidemi hastalarında aterosklerozun öncü göstergelerinden biri olan endotel işlev bozukluğunu bir ultrasonografi tetkiki olan Akım Bağımlı Genişleme (ABG) yöntemi ile ortaya koymayı ve rosuvastatinin endotel işlev bozukluğuna etkilerini göstermeyi amaçladık.Çalışmaya yaşları 27-68 arasında olan 39 hiperlipidemili olgu ve kontrol grubu olarak 20 sağlıklı gönüllü alındı. Hiperlipidemili guruba 4-6 haftalık rosuvastatin 20 mg/gün verildi. Hiperlipidemi grubunun tedavi öncesi ABG değerleri, tedavisi sonrasında ölçülen ABG değerleri ve kontrol gurubu ABG değerleri ile karşılaştırıldı.Hiperlipidemi gurubu tedavi öncesi ABG değerleri %9,51±5,24, tedavi sonrası %13,70±5,98 iken kontrol gurubunda bu oran %14,02±5,75 olarak ölçüldü. Tedavi öncesi ile kontrol gurubu arasında ve tedavi öncesi ile tedavi sonrası ABG ölçümleri arasında istatistiksel olarak anlamlı fark mevcuttu (sırasıyla p=0,007ve p=0,001). Tedavi öncesinde tüm bireyler alındığında total kolesterol ve LDL ile ABG arasında anlamlı negatif korelasyon tespit edildi ancak LDL düşüş miktarı ile ABG değerlerinin düzelişi arasında yapılan korelasyon analizinde anlamlı ilişki tespit edilmedi.SONUÇ: Hiperlipidemi; sağlıklı bireylerle karşılaştırıldığında endotel işlevlerinde bozulmaya neden olmaktadır. Hiperlipidemili hastalar rosuvastatin tedavisini iyi tolere etmişler, tedavi sonucunda lipid profillerinde ve endotel işlevlerinde anlamlı düzelme sağlanmıştır. Endotel işlevlerinin düzelmesi, aterosklerotik hastalıkların ilerlemesinin engellenebileceğini düşündürmektedir.Öğe Hipotiroidizm hastalarında Levotiroksin tedavisinin endotel fonksiyonları, sol ventrikülün diyastolik fonksiyonları ve miyokard performans indeksine etkisi(Kırıkkale Üniversitesi, 2010) Özer, Nurtaç; Şimşek, VedatHipotiroidizm, tiroid bezinden tiroid hormon salgılanmasının azaldığı bir endokrinoloji hastalıktır. Tiroid hormonları birçok organı etkilemenin yanında endotel yapısı ve kalp de bu etkilenen organlardan olup insan için hayati önem taşımaktadır.Endotel, vazokontrüksiyon ve vazodilatasyon, düz kas hücre proliferasyonu ile migrasyonunun inhibisyonu ve stimülasyonu, trombogenez ve fibrinoliz gibi faktörlerin düzenlendiği vasküler hemostazın ana düzenleyicisidir. Bu mekanizmalar arasındaki denge bozulursa endotel disfonksiyonu oluşur. Endotel disfonksiyonu, aterosklerotik plağın, ultrasonografik ve anjiyografik tespiti öncesinde, aterosklerozun en erken belirleyicilerinden biri olarak düşünülmektedir.Hipotiroidizm ayrıca kalbin sistolik ve diyastolik fonksiyonlarını etkileyerek kalp yetmezliğine zemin hazırlamaktadır. Diyastolik disfonksiyon, sistolik disfonksiyonun bir öncülü olabildiği gibi kalp yetmezliği olan hastaların %30-40`ında diyastolik disfonksiyon bulunmuştur.Çalışmaya yaşları 18-65 arasında TSH değeri 4,2 uIU/ml üzerinde olan hipotiroidizmli 50 olgu alındı. Bu hastaların tedavi öncesi ve sonrası MPİ, ABG ve EBG değerleri karşılaştırıldı. Sol ventrikülün sistolik ve diyastolik fonksiyonlarını gösteren MPİ tedavi öncesi 0,46±0,07 iken tedavi sonrası 0,38±0,04 değerine düşmüş olup bu düşüş istatistiksel olarak anlamlı bulunmuştur (p<0,001). Tedavi öncesi ABG değeri %11,27±3,70 iken tedavi sonrası %18,30±4,81 değerine yükselerek anlamlı olarak arttı (p<0,001). ABG'deki anlamlı artışlar, endotel fonksiyonlarının tedavi ile iyileştiğini gösterdi.Sonuç: Hipotiroidizm hem endotel fonksiyonlarında hem de kalbin sistolik ve diyastolik fonksiyonlarında bozulma yaparak ateroskleroz ve kalp yetmezliği gelişimine katkı sağlamaktadır. Hipotiroidizm hastaları Levotiroksin tedavisini iyi tolere etmişlerdir ve tedavi sonucunda kalbin diyastolik fonksiyonlarında ve endotel işlevlerinde anlamlı düzelmeler izlenmiştir.Öğe Obstruktif uyku apne sendromlu hastalarda sürekli pozitif hava yolu basıncı tedavisinin endotel fonksiyonlarına akut etkisinin brakiyal arterde akım bağımlı genişleme ölçümleri ile değerlendirilmesi(Kırıkkale Üniversitesi, 2010) Tireli, Emine; Tulmaç, MuratEndotel, damar duvarının sağlığının sürdürülmesi, vasküler tonusun ve yapısının lokal regülasyonu ve homeostaz için gereklidir. Endotel işlev bozukluğu ile bu işlevlerdeki dengenin bozulması belirtilmektedir. Bu çalışmada obstrüktif uyku apnesi sendromlu (OUAS) hastalarda akım bağımlı genişleme (ABG) yöntemi kullanılarak nazal sürekli pozitif havayolu basıncı (CPAP) tedavisinin endotel fonksiyonlarına akut etkilerini göstermeyi amaçladık.Çalışmaya yaşları 29-72 arasında olan yeni OUAS tanısı konmuş 30 hasta alındı. Hastaların CPAP titrasyonu tetkiki öncesi ve sonrası ABG ve hsCRP değerleri karşılaştırıldı.CPAP tedavisi ile apne/hipopne indeksi (AHİ) düştü (60.6±24.9, 9.6±7.9; p<0.001). Hastaların oksijen desatürasyon indeksleri düzeldi (50±27, 6±7; p<0.001). CPAP tedavisi sonrası hastaların kalp hızı azaldı (80±10, 73±8 p=0.003). CPAP titrasyonu öncesi ABG değerlerinde CPAP titrasyonu sonrası anlamlı artış oldu (%8.55±5.82 vs. %12.08±7.17 p=0.003). AHI düşüş miktarı ile ABG değerlerinin düzelişi arasında yapılan korelasyon analizinde anlamlı ilişki tespit edilmedi. CPAP titrasyonu öncesi ve sonrası yüksek duyarlıklı CRP (hsCRP) değerleri karşılaştırıldığında fark saptanmadı.SONUÇ: OUAS hastalarında CPAP tedavisi endotel fonksiyonlarına olumlu akut etki göstermiştir. CPAP tedavisinin orta derecede ve şiddetli OUAS olması muhtemel hastalarda endotel disfonksiyonuyla ilişkili hastalıkların akut tedavisinde kullanılabilirliği araştırılmalıdır.Öğe Koroner arter hastalığının yaygınlık ve ciddiyeti ile otonomik fonksiyonlar arasındaki bağıntılar(Kırıkkale Üniversitesi, 2010) Güneri, Mahmut; Doğru, Mehmet TolgaKoroner Arter Hastalığı bulunan hastalarda otonomik disfonksiyonun varlığı bugüne kadar yayınlanan pek çok çalışmada ortaya konmuştur.Bu çalışmada genel olarak Koroner Arter Hastalığı olan hastalarda artmış sempatik ve azalmış parasempatik aktivitenin varlığını göstermiştir. Aynı zamanda bu hastalarda otonomik sirkadyen ritminde bozulduğunu ortaya koyan çalışmalar mevcuttur. Ancak Koroner Arter Hastalığı'nın yaygınlığı ve lezyonların ciddiyeti ile otonomik disfonksiyonun derecesi arasındaki bağıntıları ortaya koyan çalışmalar kısıtlıdır.Koroner Arter Hastalığı oluşumu, yaygınlığı ve lezyonların ciddiyetinde rol oynayan temel faktörler arasında öncelikli olarak koroner arter anatomisi, hemodinamik faktörler ve bu faktörleri etkileyen fizyolojik regulatuar mekanizmalar ve koroner arter tonusunu belirleyen otonomik fonksiyonlardaki bozukluklar temel rol oynamaktadırlar. Bu bağlamda koroner arter yapısı ve fonksiyonları belirlemede önem taşımaktadır.Bu çalışmada koroner anjiografide obstrüktif lezyon tespit edilen hastalarda otonomik fonksiyonlar ile lezyonların yaygınlığı ve ciddiyeti arasındaki bağıntıların araştırılması amaçlanmaktadırÇalışmaya Kırıkkale Üniversitesi Tıp Fakültesi Kardiyoloji polikliniği ve yataklı servislerine göğüs ağrısı nedeniyle başvuran ve yapılan non-invaziv testlerde koroner anjiografi endikasyonu konulan hastalar arasında koroner anjiografide obstrüktif lezyon tespit edilen hastalar alınmıştır. Yapılacak koroner anjiografide normal koroner arter anatomisi tespit edilip obstrüktif lezyon tespit edilmeyen hastalar ise kontrol grubunu oluşturmuştur.Hastaların antropometrik ölçümleri ağrılık, boy, vücut kitle indeksi, bel çevresi, kalça çevresi ve aynı zamanda çalışma için gerekli olan onam formunu içeren bir anket hastalara verilmiştir. Hasta ve kontrol populasyonunu oluşturan bireylerden çalışma için izinleri alındıktan sonra gerekli antropometrik ölçümler yapılmıştır. Bu anket formu ile hastaların anamnez, sistem sorgusu ve fizik muayenelerini içeren belgeler laboratuar bulguları (Tam kan sayımı, Açlık kan şekeri, Böbrek fonsiyon testleri, Karaciger fonsiyon testleri, Tiroid fonksiyonları, Lipid profili), EKG, Renkli Doopler Ekokardiyografi, 24 saatlik Holter ve kalp hızı değişkenliği hesaplama sonuçları, koroner anjiografi raporları bir dosya halinde istatistik testler ve ileri değerlendirmeler yapılmak üzere düzenlenmiştir.Sonuç: Koroner arter hastalığının yaygınlığı ve ciddiyeti ile otonomik fonksiyonlar arasındaki bağıntıları inceleyen çalışmamızda elde ettiğimiz sonuçlara göre koroner arter hastalığının yaygınlığı arttıkça otonomik fonksiyonlarda da bir bozulma meydana gelmektedir.Öğe Esansiyel hipertansiyon hastalarında diurnal kan basıncı ritminin miyokard performans indeksi, endotel fonksiyonları ve aortik esneklik parametreleri üzerine olan etkisi(Kırıkkale Üniversitesi, 2010) Şahin, Ömer; Ebinç, HaksunHipertansiyon dünyada ve ülkemizde sıklıkla giderek artan ve yarattığı komplikasyonlar nedeniyle toplum sağlığını tehdit eden oldukça önemli hastalıklardan birisidir. Hipertansiyon, ülkelere, ırka, cinsiyete, sosyoekonomik düzeye göre farklılıklar gösterse de görülme sıklığı kabaca yetişkin nüfusun %25'idir. Normal sağlıklı erişkinlerde kan basıncı nokturnal düşüş gösterir. Gece sistolik kan basıncı düşüşünün >%10 izlendiği kişilere ''dipper'', düşüşün <%10 olduğu kişilere ise ''nondipper'' denilmektedir. Nondipper grupta kardiyovasküler morbidite ve mortalitede artış mevcuttur. Miyokard performans indeksi (MPİ), birçok kalp hastalığında prognostik değeri olan, sistolik ve diyastolik performansın değerlendirilmesinde kullanılabilecek nispeten yeni bir indekstir.Bu çalışmamızda amacımız; esansiyel hipertansiyon hastalarında diurnal kan basıncı ritminin endotel fonksiyonlarına, miyokard performans indeksine ve aortik esneklik parametreleri üzerine olan etkisini araştırmaktır.Çalışmamıza 18 yaş üzeri esansiyel hipertansiyon hastaları ve hipertansif olmayan sağlıklı kontrol grubu dahil edildi. Hipertansiyon hastalarına 24 saatlik Ambulatuar kan basıncı monitörizasyonu (AKBM) yapılarak hastalar dipper ve nondipper hipertansif gruba ayrıldı. Çalışmaya 30 dipper, 31 nondipper hipertansif ve 25 sağlıklı kontrol olgusu alındı. Tüm bireylere brakiyal arterden akıma bağlı dilatasyon ve transtorasik ekokardiyografi ile aortik esneklik parametreleri ve miyokard performans indeksi ölçüldü.Gruplar yaş, cinsiyet, vücut kitle indeksi, sigara kullanımı ve biyokimyasal parametreler açısından benzer idi. Nondipper grupta beta bloker kullanımı dipper gruba göre fazla (p=0.023) olmakla beraber her iki grup arasında diğer antihipertansif ilaç kullanımı açısından fark yoktu. Akıma bağlı dilatasyon (ABG) değeri; kontrol grubunda dipper gruba oranla daha yüksek, dipper grupta ise nondipper gruba oranla daha yüksekti (sırasıyla p=0.003, p=0.023). MPİ değeri açısından gruplar arasında istatistiksel olarak anlamlı fark saptanmadı (p=0.110). Aortik strain ve gerilebilirlik indeksi; kontrol grubunda dipper gruba oranla daha düşük, dipper grupta ise nondipper gruba oranla daha düşük olduğu saptandı (sırasıyla AoStrain için p<0.001, p<0.001; AoDist için p<0.001, p<0.001). Aortik stiffnes indeksi; kontrol grubu ile dipper grup arasında istatistiksel olarak anlamlı fark saptanmazken, dipper ve nondipper hipertansif gruplar arasında nondipper grupta aortik stiffness indeksi daha büyük bulundu (sırasıyla p=0.087, p<0.001).Nondipper hipertansiyon; artmış endotel disfonksiyonu, azalmış aortik strain ve gerilebilirlik ve artmış aortik stiffness indeksi ile ilişkili bulunmuştur. Aynı şekilde dipper hipertansif hastalarda kontrol grubuna göre; artmış endotel disfonksiyonu, azalmış aortik strain ve azalmış aortik gerilebilirlik ile ilişkilidir. Ancak MPİ değerlerinde değişiklik ile ilişkili değildir. Dipper ve nondipper hipertansif hastalarda artmış kardiyovasküler riskin değerlendirilmesinde ABG ve aortik esneklik parametrelerinin değerlendirilmesinin daha yararlı olacağı, ancak MPİ'nin özellikle erken safhada yararının düşük olduğu söylenebilir.Hipertansiyon ve nondipper hipertansif alt gruplarda daha fazla artmış kardiyovasküler olay ve mortalite riski bulunmaktadır. Bu hastalara daha düzenli takip yapılmalıdır. Takiplerde AKBM'nin kullanım oranı artırılmalı ve daha yüksek riske sahip olan nondipper hastaların tespiti sağlanmalıdır. Böylece nondipper hipertansif hastalarda daha sıkı risk modifikasyonu ve kan basıncı kontrolü sağlanmaya çalışılması hastaların progresyonunda düzelme sağlayabilir.Öğe Karotid arter stenozlu hastalarda Asetilsalisilikasit+Pentoksifilin ve Silostazoltedavilerinin etkileri(Kırıkkale Üniversitesi, 2011) Yılmaz, Seyhan; Günaydın, Serdarİnme ABD'de en sık ölüm nedenleri arasında üçüncü sırada olup %80'i iskemik tiptedir ve iskemik inmelerinde yaklaşık %30'u da karotid arter stenozuna sekonderdir. Kural olarak ekstrakranial arter tıkanıklıkları intrakranial olanlara göre daha az iskemik doku ölümüne neden olmaktadır. Tüm ekstrakranial karotis arter lezyonlarının %90'ı, arterlerin nekrotik hücreler, lipid ve kolesterol kristalleri içeren plaklarla sonuçlanan dejeneratif bir hastalığı olan ateroskleroza bağlıdır. Aterosklerozis etyolojisinde enfeksiyöz ajanlar, hipertansiyon ve sigara kullanımı rol oynamaktadır.Bu çalışmanın amacı revaskülarizasyona uygun olmayan karotid arter stenozlu hastaların medikal tedavisinde kullanılan güncel ilaçların 6 ay süreyle hastalığın prognozuna, karotis arter çapı, stenoz yüzdesi, intimal kalınlık, akım hızı, direnç artışı ve plak büyüklüğüne ve semptomatoloji üzerine etkilerini ve etkilerinin farklılıklarının araştırılmasıdır. Çalışmaya revaskülarizasyona uygun olmayan karotid arter stenozlu hastalar alındı ve önerilen medikal tedaviye göre gruplandırıldılar (silostazol 2X100 mg veya Asa 1X150 mg+Pentoksifilin 2X600 mg). Hastaların başlangıç parametreleri ve klinik durumları kayıt edildikten sonra önerilen medikal tedavinin 6. ayındaki kontrol parametreleri ve klinik durumları da kayıt edildi. Her iki gruptaki hastaların başlangıç klinik özellikleri ve takip parametreleri birbirleriyle benzerdi. Medikal tedavinin 6. ayındaki kontrollerde ICA Vmax, Stenoz yüzdesi, Plak büyüklüğüve İntimal kalınlık parametrelerinde her iki grupta azalma saptanmış olup Silostazol grubundaki azalma miktarı aynı zamanda istatistiksel olarak anlamlı değerlendirildi. Kontrol ICA çapı her iki grupta artmış bulundu ve yine silostazol grubundaki çap artışı istatistiksel olarak daha anlmalıydı. Kontrol ICA RI parametresi silostazol grubunda azalmış Asa+Pentoksifilin grubunda ise artmış olarak saptandı. Her iki gruptaki hastalarda da MI, inme ve ölüm gibi komplikasyonlar gözlenmedi. İlaçların semptomatoloji üzerine etkileri benzer olarak saptanmakla birlikte yine silostazol grubunda semptomlardaki azalma daha fazla idi. Bu çalışmanın sonuçları bize Karotis Arter Stenozu medikal tedavisinde risk faktörlerinin tedavisi yanı sıra Silostazol tedavisinin etkin olduğu yönünde bulgular göstermiştir.ANAHTAR SÖZCÜKLER: Karotid arter stenozu, Silostazol, PentoksifillinÖğe Hiperlipidemik hastalarda atorvastatin ve rosuvastatin tedavisinin endotel fonksiyonlarına etkisinin noninvaziv yöntemler ile değerlendirilmesi(Kırıkkale Üniversitesi, 2011) Demir, Vahit; Doğru, Mehmet TolgaHiperlipidemi, ateroskleroz gelişiminde önemli bir risk faktörüdür. Kolesterol düşürücü ajanlar içinde en etkili grup statinlerdir. Statinlerin endotel fonksiyon bozukluğunu düzeltmedeki etkisi, endotelyal nitrik oksid sentez enziminin aktivasyonu ile gerçekleşmektedir. Endotel fonksiyon bozukluğu aterosklerozun erken bulgusu olup kardiyovasküler olay riskini artırmaktadır. Noninvaziv ultrasonografik yöntemler; farklı bölgelerdeki arteriyel yapılardan fikir edinilmesini sağlamaktadır. Brakiyal arter akıma bağlı vazodilatasyon veya akıma bağlı genişleme (ABG, FMD= flow mediated dilatation) ve karotis intima-media kalınlık (KİMK) ölçümü, endotel disfonksiyonu ve ateroskleroz yaygınlığını öngörmede kullanılmaktadır.Biz çalışmamızda; hiperlipidemisi olan hastalarda atorvastatin ve rosuvastatin tedavisinin endotel fonksiyonlarına etkisini noninvaziv yöntemlerle değerlendirdik ve statinlerin endotel üzerine etkilerini araştırdık.Çalışmamıza 18-80 yaş aralığında hiperlipidemisi olan toplam 104 hasta dahil edildi. Atorvastatin 20 mg/gün tedavisi alan 50 olgu ve rosuvastatin 10 mg tedavisi alan 54 olgu şeklinde iki gruba randomize edildi. Hastalar bir yıl süreyle takip edildi. Tüm bireylerde çalışma başında ve bir yıl sonra brakiyal arterden FMD, KİMK ve kan lipid değerleri ölçüldü.İki grup arasında demografik özellikler, başlangıç biyokimyasal parametreler, transtorasik ekokardiyografik ölçümler ve başlangıç brakiyal arter FMD ve KİMK ölçüm değerleri arasında istatistiksel olarak fark saptanmadı.Atorvastatin 20 mg/gün doz alan hasta grubunda total-kolesterol, düşük dansiteli kolesterol (LDL-K) ve trigliserid değerlerinde bazale göre istatistiksel anlamlı azalmalar tespit edildi. LDL-K'de tedavi öncesi değere göre 12. ayın sonunda % 52.5'lik azalma gözlenirken, yüksek dansiteli kolesterol (HDL-K) değerinde değişme gözlenmedi. FMD % 22. 3 artışla bazale göre istatistiksel anlamlı artış tespit edildi. Atorvastatin 20 mg/gün alan grupta KİMK'da azalma izlendi. (p<0.001)Rosuvastatin 10 mg/gün doz alan hasta grubunda LDL-K'de tedavi öncesi değere göre 12. ayın sonunda % 58.5'lik azalma gözlenirken, HDL-K değerinde değişme izlenmedi. Brakiyal arter bazal çap ve hiperemik çapta bazale göre istatistiksel artış gözlendi. (sırasıyla p=0.003, p<0.001)FMD % 30.9 artışla bazale göre istatistiksel anlamlı artış tespit edildi. Rosuvastatin 20 mg/gün alan grupta KİMK'da azalma izlendi. (p<0.001)İki grup arasında 12 aylık statin tedavisi sonunda rosuvastatin grubunda brakiyal arter nitrat sonrası çap değişim yüzdesinde istatistiksel olarak anlamlı farklılık tespit edildi. (p=0.045)Bazal çap değişimi ve hiperemi hız değişimi değerlerinde de rosuvastatin grubu lehine istatistiksel olarak anlamlı olmasa da değişim izlenmiştir. (sırasıyla p=0.089, p=0.088)Hiperlipidemik hastalara verilen ve bir yıl süreyle uygulanan atorvastatin 20 mg/gün ve rosuvastatin 10 mg/gün tedavilerinin her ikiside endotel fonksiyonları üzerinde önemli fayda sağlamıştır. Ancak rosuvastatinin endotel üzerindeki olumlu etkilerinin, noninvaziv değerlendirme verilerine göre atorvastatine göre daha belirgin olabileceğini göstermiştir.Anahtar Kelimeler: Hiperlipidemi, atorvastatin, rosuvastatin, akıma bağlı dilatasyon, karotis intima media kalınlığı, endotel fonksiyonuÖğe Orta ve ileri evre KOAH'lılarda atriyal elektromekanik gecikme zamanı ve P dalga dispersiyonun değerlendirilmesi(Kırıkkale Üniversitesi, 2012) Çelik, Yunus; Yıldırım, NesligülÖğe Sol ventrikül hipertrofisinin koroner arter çapları ile ilişkisi(Kırıkkale Üniversitesi, 2012) Eser, Özer; Şimşek, VedatSol ventrikül hipertrofisi (SVH)'ne neden olan patolojik durumlarda epikardiyal koroner arter çaplarında belirgin artış olduğu bilinmektedir. Bunun yanında sol ventrikül kitlesi ile koroner arter kesit alanı arasında anlamlı ilişki olduğu gözlenmiştir. Yapılmış olan çalışmalar, koroner arter çapı ve koroner arter alanının sol ventrikül hipertrofisi ile birlikte arttığını göstermiş ancak bu artışın sol ventrikül hipertrofisinin derecesine parelel olmadığı görülmüştür.Sol ventrikül hipertrofili olgularda anjina pektoris oldukça sık rastlanmaktadır. Sol ventrikül hipertrofisi etiyopatogenezinde yer alan bir çok patolojik durum aynı zamanda aterosklerotik koroner arter hastalığına zemin hazırladığından dolayı klinik uygulamada çoğu kez bu olgulara koroner anjiografi yapılmakta ve önemli sayıda hastada koroner arterler normal değerlendirilmektedir. Bu hastalarda anjina pektoris, sol ventrikül hipertrofisi sonucunda artan intramural basınca bağlı subendokardiyal hipoperfüzyon ve kas kütlesi artışına bağlı metabolik gereksinim artışı sonucunda ortaya çıkmaktadır. Koroner akım rezervi sol ventrikül hipertrofisi olan hastalarda daha düşük bulunmuştur. Literatürde anjina pektorisin patofizyolojik mekanizmaları hususunda çok sayıda yayın bulunmasına rağmen normal koroner arterlere sahip hastalarda oluşan angina pektorisin oluşum mekanizmalarına ait nispeten daha az yayın dikkati çekmektedir.Bu çalışmada, normal koroner anjiogramı olan hastalarda sol ventrikül hipertrofisi ile koroner arter çapı, koroner arter kesit yüzey alanı ve TİMİ frame sayımı arasındaki ilişkiyi araştırmayı amaçladık.Çalışmamıza 18 yaş üzeri Kardiyoloji polikliniğe başvuran hastalardan anjinası nedeniyle koroner anjiografi yapılan ve normal koroner arterleri olan ardışık 111 hasta alındı. Bu hastalardan SVH hesaplanabilmesi için boy, kilo ve Ekokardiyografi parametreleri kayıt edilerek SVH hesaplandı. Bu hastaların 49 tanesinde SVH mevcut ve 62 tanesinde SVH yoktu.İki grup arasında LMCA çapları açısından istatistiksel farklılık mevcuttu (p=0.026) LAD, CX, RCA, LAD+CX çapları açısından gruplar arasında fark yoktu.(p=0.143, p=0.099, p=0.068, p=0.081)Gruplar arasında LMCA kesit alanı ve RCA kesit alanı açısından istatistiksel olarak fark mevcuttu (p=0.011, p=0.041). LAD kesit alanı ve CX kesit alanı açısından gruplar arasında istatistiksel olarak fark yoktu (p=0.190, p=0.295)SVH olan ve olmayan gruplarda LAD TIMI frame, CX TIMI frame, RCA TIMI frame leri açısından istatistiksel fark yoktu. ( p=0.232, p=0.369, p=0.744)Çalışmamızın sonucu olarak SVH'nin LMCA çapı, LMCA kesit yüzey alanı ve RCA kesit yüzey alanı arasında pozitif yönde korele olduğu tespit edilmiş olup SVH ile koroner arter TIMI frame sayımları arasında bağlantı tespit edilmemiştir.Öğe Osteopeni veya osteoporozlu postmenapozal kadınlarda endotel fonksiyonları ve ekokardiyografik parametrelerin değerlendirilmesi(Kırıkkale Üniversitesi, 2012) Ağralı, Özkan; Tulmaç, MuratKardiyovasküler hastalıklar en sık mortalite nedenlerinden biridir. Kardiyovasküler hastalıkların altında yatan esas neden aterosklerozdur. Ateroskleroz için geleneksel risk faktörleri olmayanlarda da kardiyovasküler olaylar görülebilmesi geleneksel risk faktörlerinin dışında başka risk faktörlerinin de olduğunu düşündürmektedir. Son zamanlarda D vitamini eksikliğinin kardiyovasküler hastalıklara bağlı mortalite ve morbidite artışıyla ilişkisine dair yayınlar, bu konuya ilgiyi arttırmıştır. D vitamini eksikliği sık olan osteopeni veya osteoporozlu postmenopozal kadınlarda endotel fonksiyonları ve ekokardiyografik parametreleri hem kontrol grubuyla hem de 8 hafta D vitamini takviyesi sonrasıyla karşılaştırmayı amaçladık.Çalışmamıza, DEXA sonucuna göre osteopeni veya osteoporoz tespit edilen ve 800-880 İÜ/gün aktif D vitamini takviyesi başlanması planlanan, ortalama yaşı 58.75±6.24 yıl olan 40 hasta ve DEXA sonucu normal olan ortalama yaşı 56.10±4.05 yıl olan 20 gönüllü dahil edildi. Tüm bireylere brakiyal arterden akıma bağlı genişleme (ABG) ölçümü ve transtorasik ekokardiyografi yapıldı. Hasta grubuna tedavilerinden 8 hafta sonra aynı tetkikler tekrarlandı.Hasta ve kontrol gruplarını karşılaştırdığımızda, gruplar yaş, vücut kitle indeksi ve eşlik eden hastalıklar yönünden benzer idi. Her iki grupta kan basıncı (KB), kalp hızı, sol ventrikül ejeksiyon fraksiyonu (SVEF), fraksiyonel kısalma (FK), sol ventrikül kitle indeksi (SVKİ), sol ventrikül çap ve hacimleri yönünden fark yoktu. Plazma 25(OH)D düzeyleri hasta grubunda daha düşük bulundu. Kalbin diyastolik fonksiyonlarının göstergesi olan Em_ort, Em/Am_ort, kalbin global fonksiyonlarının göstergesi olan MPİ, DDMPİ_ort ile sistolik miyokardiyal hareket hızı ortalama ve ABG kontrol grubunda daha iyi bulundu.Hastaları 8 hafta D vitamini takviyesinden sonra değerlendirdiğimizde, SVEF, FK, sol ventrikül çap ve hacimlerinde istatiksel anlamlı değişiklik izlenmedi. Sol ventrikül septal duvar kalınlığında anlamlı azalma bulunsa da SVKİ açısından anlamlı fark bulunmadı. Hastaların D vitamini takviyesi sonrasında plazma 25(OH)D düzeyleri anlamlı olarak arttı. E/A, Em/Am_ort, E/Em, Em_ort, MPİ, DDMPİ_ort ve endotel fonksiyonlarının göstergesi olan ABG ölçümünde anlamlı iyileşme gözlendi. Kalp hızında, sistolik ve diyastolik kan basıncında anlamlı azalma gözlendi.Sonuç olarak, postmenapozal kadınlarda osteopeni veya osteoporoz endotel fonksiyonları ve kardiyak fonksiyonlarda bozulma ile ilişkili olabilir. Osteoporotik ya da osteopenik hastalarda D vitamini takviyesi endotel fonksiyonları ve kardiyak fonksiyonlarda anlamlı iyileşme ile ilişkilidir.Anahtar Kelimeler: Akıma bağlıgenişleme, ekokardiyografi, endotel fonksiyonu, miyokardiyal performans indeksi, osteoporoz, vitamin DÖğe Esansiyel hipertansiyon hastalarında diurnal kan basıncı ritminin SCUBE-1 ve SCD40L üzerine olan etkisi(Kırıkkale Üniversitesi, 2014) Güzel, Murat; Doğru, Mehmet TolgaHipertansiyon günümüzün en önemli halk sağlığı problemlerinden biridir. Tüm dünyadaki ölümlerin, ilk nedeni olarak görülen kardiyovasküler hastalıkların (KVH) etyolojisinde ilk sırada yer almaktadır. Hipertansiyon sıklığı, ülkelere, ırka, cinsiyete, sosyoekonomik düzeye göre farklılıklar gösterse de görülme sıklığı kabaca yetişkin nüfusun %25'idir. Normal sağlıklı erişkinlerde kan basıncı nokturnal düşüş gösterir. Gece sistolik kan basıncı düşüşünün >%10 izlendiği kişilere ''dipper'', düşüşün <%10 olduğu kişilere ise ''nondipper'' denilmektedir. Nondipper grupta kardiyovasküler morbidite ve mortalitede artış mevcuttur. Trombositlerde alfa granüllerinde depolanır ve trombin tarafından aktive edildiğinde SCUBE1 (SİGNAL PEPTİDE–CUB-EGF DOMAİN CONTAING PROTEIN-1), trombosit ve endotel hücrelerinde bulunan, erken embriyogenezde eksprese edilen hücre yüzeyi glikoproteinidir. Bu moleküller inaktif hücre yüzeyine sunulur. CD40L'nin trimerik membran bağımlı formu dışında, aktive trombositlerden salınan 18-kDa'luk sCD40L formu vardır. Serum sCD40L'nin kaynağı %90 trombositlerdir. Trombin, ADP ya da kollajen ile aktive olan trombositler sCD40L salgılarlar. Serum sCD40L, trombosit aktivasyonunda ve trombüs stabilizasyonunda rol oynamaktadır. Bizim çalışmızda yeni bir trombosit aktivasyon belirteçi olan scube1, ve trombosit aktivasyonunda rol aldığı bilinen sCD40L'ın; esansiyel hipertansiyon hastalarında; Dipper ve Non-Dipper alt grupları arasında farklı olup olmadığının araştırılması amaçlanmıştır. Çalışmamıza 18 yaş üzeri yeni tanılı hipertansiyon hastaları ve hipertansif olmayan sağlıklı kontrol grubu dahil edildi. Hipertansiyon hastalarına 24 saatlik Ambulatuar kan basıncı monitörizasyonu (AKBM) yapılarak hastalar dipper HT (DHT) ve nondipper HT (NDHT) gruba ayrıldı. Çalışmaya 30 dipper, 46 nondipper hipertansif ve 24 sağlıklı kontrol olgusu alındı. Tüm bireylerden SCUBE1 ve sCD40L plazma düzeyleri ölçüldü. Gruplar arasında Demografik özelliklerden yaş haricinde; biyokimyasal parametrelerden ise HDL dışında fark bulunmadı. Yaş normal grupta düşük saptanırken (p=0.033). HDL düzeyleri DHT ve NDHT grupta normale göre düşük saptanmıştır (p=0.044). SCUBE1 plazma düzeyi normale göre DHT vi grubunda ve NDHT grubunda anlamlı olarak yüksek saptandı. (sırasıyla p=0.002 p<0.001). sCD40L plazma düzeyleri normale göre DHT grubunda ve NDHT grubunda anlamlı olarak yüksek saptandı (sırasıyla p=0.003 p<0.001). Ancak DHT ile NDHT grupları arasında SCUBE1 ve sCD40L düzeylerinde anlamlı fark izlenmedi. Sonuç olarak yeni bir trombosit aktivasyon göstergesi olan SCUBE1 "yeni tanılı" hipertansiyon hastalarında artmaktadır. Çalışmamızda hem DHT hem de nondipper HT gruplarında bu artış gösterilmiştir. NDHT hastaları DHT'a göre KV olaylar açısından daha riskli olduğu bilinmektedir. Bizim çalışmamızda bu iki grubun SCUBE1 düzeyleri NDHT grubunda artma eğiliminde olmasına rağmen, bu artoş istatistiksel olarak anlamlı dizeyde değildi. Bu veriler ışığında SCUBE1'in "KB diürinal ritimden" ziyade yüksek KB ortalamasından daha çok etkilendiğini gözlenlenmiştir.Tüm dünyadaki ölümlerin, ilk nedeni olarak görülen kardiyovasküler hastalıkların (KVH) etyolojisinde ilk sırada yer alan HT hastalarının Tedavi stratejileri geliştirilmesinde ve gelecekteki KV olayların tahmin edilmesinde SCUBE1'in önemli rol üstleneceğini düşünmekteyiz. Ancak Bu konuda benzer sonuçlarla desteklenen daha fazla çalışmaya ihtiyaç vardır Anahtar Kelimeler: SCUBE1, hipertansiyon, dipper nondipper, sCD40L, trombosit aktivasyonu.Öğe Kalp yetersizliği tanısı konmuş hastalarda anemi,tiroid fonksiyon bozuklukları,depresif semptomlar, böbrek ve elektrolit fonksiyon bozukluklarının yaygınlığı ve bu faktörlerin yaşam kalitesi üzerine etkileri(Kırıkkale Üniversitesi, 2015) Söylemez, Selami; Ebinç, HaksunKalp yetersizliği sık görülen ve hayat kalitesini bozan bir sendromdur. Tedavideki uyumsuzluklar, hastalığa eşlik eden anemi, böbrek fonksiyon bozuklukları, tiroid fonksiyon bozuklukları gibi nedenlerden dolayı hastaların yaşam kaliteleri bozulmaktadır. Her geçen gün daha fazla sayıda hasta hastaneye yatırılarak tedaviye ihtiyaç duymaktadırlar. Çalışmamızda kalp yetersizliği olan hastaların yaşam kalitelerini değerlendirmek ve hastaları dekompanze eden başlıca nedenlerin yaşam kalitesine etkilerini göstermeyi amaçladık. Çalışmaya 18 yaş üzeri kalp yetersizliği tanısı almış 101 hasta dahil edildi.Hastaların ejeksiyon fraksiyonu, risk faktörleri,hematolojik ve biyokimyasal laboratuar değerleri değerlendirildi.Bütün hastaların yazılı onamları alındıktan sonra hastalara Beck depreseyon ölçeği ve kısa form 36 (SF36) yaşam kalitesi değerlendirme anketi uygulandı. Çalışmamızda ejeksiyon fraksiyonu %30 un altında olan hastaların %30 un üzerindeki olan hastalara göre NT-proBNP düzeyleri anlamlı olarak daha fazla olduğu(p<0,001), pulmoner arter basıncı daha fazla olduğu(p<0,001), beck depresyon puanları anlamlı derecede fazla (p<0,001) saptandı. Anemisi olan, pulmoner arter basınçları yüksek olan, kreatin düzeyleri yüksek olan ve beck depresyon puanları yüksek olan hastaların yaşam kalitelerinin olumsuz etkilendiği saptandı. Sonuç olarak kalp yetersizliği hastalarında anemi, böbrek fonksiyon bozukluğu, pulmoner arter basıncı yüksekliği ve depresif semptomlar hastaların yaşam kalitesini bozmaktadır. Bu faktörler kalp yetersizliği hastalarında oldukça sık rastlanmalarına rağmen sıklıkla gözden kaçırılmaktadır. Bu nedenle bu faktörlerin KY hastalarında erken teşhisi ve monitorizasyonunun yapılması yaşam kalitesini iyileştirmek için faydalı olabilir.Öğe Hipertansif hastalarda plazma pentraxin 3 (PTX3) seviyeleri ile fmd(flow-medıated dılatatıon) ve pulse wave analiz ile belirlenen noninvaziv endotelial fonksiyon göstergeleri arasındaki ilişki(Kırıkkale Üniversitesi, 2015) Alp, Çağlar; Doğru, Mehmet TolgaHipertansiyon dünyada morbidite ve mortalitenin en önemli nedenlerindendir ve giderek artan bir halk sağlığı problemi haline gelmiştir. Hipertansiyon prevelansı genel popülasyonda %30-45 civarında tespit ediştir; bu oran yaşla birlikte artış göstermektedir ve ülkeden ülkeye değişiklikler vardır. Türkiye de bu oran PatenT2 çalışmasında tüm populasyonda %31,8 olarak tespit edilmiştir. Hipertansiyon neden olduğu uç organ hasarlarıyla da klinik açıdan büyük önem taşımaktadır. Subklinik organ hasarının genel kardiyovasküler riskin belirleyicisi olarak önemi nedeniyle, organ tutulumu bulguları dikkatli bir şekilde araştırılmalıdır. Kan basıncı düzeyi yüksek olan ve olmayan bireylerde kardiyovaskuler riski belirlemede subklinik organ hasarının yaşamsal rolüne ilişkin günümüzde çok sayıda kanıt mevcuttur. Akımla bağlı genişleme (ABG)( Flow-mediated dilatationun Türkçe karşılığı olup klinikte her iki isimlendirmeyle de kullanılmaktadır. ), endotel bağımlı bir işlem olup; orta büyüklükteki musküler arterlerin shear strese maruz kalması sonucu meydana gelen hiperemiyi ölçmektedir. Tansiyon aleti manşonunun şişirilmesi ile oluşturulan shearstres'e cevaben brakiyal arterde oluşan dilatasyon esas olarak NO'in endotelden salınmasına bağlıdır ve koroner endotelyal fonksiyonun invaziv olarak değerlendirilmesi ile uyum gösterir. Arteryel stiffness damar duvarının gerilimini ve elastikiyetini belirtir. Arteryel sertlik, hipertansif hastalarda hedef organ hasarının bir göstergesidir. Pentraxin-3 (PTX-3); pentraxin süper ailesinin bir üyesidir. İnflamasyon sonucucu TNF?, IL-1ß gibi mediatörler aracılığıyla karaciğerden, endotelyal hücrelerden, aterosklerotik lezyonlardan, makrofaj ve nötrofillerden salınan akut faz proteinidir. PTX 3 seviyesinin daha önce yapılan çalışmalarda hipertansiyon, miyokard infarktüsü, preeklamsi ve kronik böbrek yetmezliği gibi hastalıklarda endotel hasarının bir göstergesi olduğu gösterilmiştir. Bizde bu çalışmamızda hipertansif hastalarda plazma pentraxin 3 seviyeleri ile fmd ve pulse wave analiz ile belirlenen noninvaziv endotelial fonksiyon göstergeleri arasındaki ilişkiyi göstermeyi planladık. Çalışmamıza 90 tane hipertansif hasta alındı. Hipertansif hastalar ambulatuar kan basıncı monitörizasyonu (AKBM) sonuçlarına göre dipper – nondipper ve grade 1 – grade 2 olarak sınıflandırıldı. Pentraxin 3 değerleri nondipper Ht grupta dipper HT gruba göre daha yüksek bulundu (p=0.028) . Pentraxin 3 değerleri grade 2 hipertansifler de grade 1 hipertansiflere göre yüksek bulunurken istatiksel olarak anlamlı değildi (p=0.219). FMD değerleri dipper HT grupta nondiper HT gruba göre anlamlı derecede iyiyken (p=0.045) ; gruplar grade 1 HT ve grade 2 HT olarak ayrıldığında FMD değerleri arasında anlamlı farklılık saptanmadı. Arteriel stiffness değerlendirmesindeki dijital volüm nabzı (DVP) parametrelerinden stiffness index (SI) ve reflection index (RI) gruplar arasında istatiksel olarak anlamlı farklılık saptanmadı. Sonuç olarak tüm grubun Pentraxin 3 (PTX3) düzeyleri ile akıma bağlı dilatasyon (FMD) değerleri arasında yapılan korolesyon analizi sonucu PTX 3 ve FMD arasında negatif korelasyon saptandı ( r:-0.297 P:0.05 ) . PTX 3 ve SI ile yapılan korelasyon analizi sonucu pozitif korelasyon saptandı (r:0,603 P:0.01).Yine PTX 3 ve RI le yapılan korelasyon analizi sonucu pozitif korelasyon saptandı (R:0.240P:0.025). Bu veriler ışığında hipertansif hastalardaki pentraxin 3 düzeylerinin endotel fonksiyon parametrelerinden FMD ve arteriel stifness göstergelerinden SI ve RI değerleri arasındaki korelasyon hipertansif hastaların uç organ hasarı ve endotel disfonsiyonu göstermede biyokimyasal bir parametre olan pentraxin 3 ün kullanılabileceği fikrini vermektedir. Ancak bu konuda benzer sonuçlarla desteklenen daha fazla ve büyük çalışmalara ihtiyaç vardır.Öğe Hipertansif hastalarda plazma visfatin seviyeleri ile abg (akıma bağlı genişleme) ve nabız dalga analizi ile belirlenen noninvaziv endotelial fonksiyon göstergeleri arasındaki ilişki(Kırıkkale Üniversitesi, 2016) Sevinç, Ayşegül Hartoka; Şimşek, VedatHipertansiyon, tüm dünyada doktora en sık başvurma nedenlerinden birisidir. Doğrudan hipertansiyona bağlanacak morbidite ve mortaliteye ek olarak kan basıncı yüksekliği kardiyovasküler hastalıkların olasılığını arttıran güçlü bir risk faktörüdür. Hipertansiyon tedavisinin temel amacı kan basıncını düşürmekle beraber hedef organ hasarını önleyerek hastalığın komplikasyonlarının engellenmesi, dolayısıyla mortalite ve morbidite nedenlerinin azaltılmasıdır. Akıma bağlı genişleme (ABG) endotel bağımlı bir işlem olup; orta büyüklükteki musküler arterlerin shear strese maruz kalması sonucu meydana gelen hiperemiyi ölçmektedir. Tansiyon aleti manşonunun şişirilmesi ile oluşturulan shear strese cevaben brakiyal arterde oluşan dilatasyon esas olarak NO'nun endotelden salınmasına bağlıdır ve koroner endotelyal fonksiyonun invaziv olarak değerlendirilmesi ile uyum gösterir. Arteryel stiffness damar duvarının gerilimini ve elastikiyetini belirtir. Arteryel sertlik, hipertansif hastalarda hedef organ hasarının bir göstergesidir. Visfatin, önceleri pre-B-cell enhancing factor 1 (PBEF1) olarak adlandırılmış olup, geni 7. kromozomun uzun kolu üzerinde, molekül ağırlığı 52 kDa olan ve 491 aminoasit içeren bir polipeptid olarak kodlanır. Daha sonra adipoz dokudan salgılandığı gösterilerek visfatin adıyla yeni bir adipokin olarak tanımlanmıstır. Visfatinin inflamasyon ve endotelyal hasarın biyomarkeri olduğu, hücre çoğalmasını ve yaşamını, ekstasellüler matriksi, vasküler reaktivite ve inflamasyonu düzenlemede rolü olduğu ve kardiyovasküler sistemin direkt bir düzenleyicisi olduğu belirtilmektedir. İn vivo ve in vitro çalışmalarda visfatinin endotelyal hücrelerde inflamatuar olayları tetiklediği ve endotel disfonksiyonuna neden olduğu öne sürülmektedir. Bizde bu çalışmamızda hipertansif hastalarda plazma visfatin seviyeleri ile ABG ve nabız dalga analizi ile belirlenen noninvaziv endotelial fonksiyon göstegeleri arasındaki ilişkiyi göstermeyi planladık. Çalışmamıza 100 tane hipertansif hasta alındı. Hipertansif hastalar ambulatuar kan basıncı monitörizasyonu (AKBM) sonuçlarına göre dipper – nondipper ve grade 1 – grade 2 olarak sınıflandırıldı. Visfatin değerleri nondipper HT grupta dipper HT gruba göre daha yüksek bulundu (p=0.025) . Visfatin değerleri grade 2 hipertansiflerde grade 1 hipertansiflere göre yüksek bulunurken istatiksel olarak anlamlı değildi. ABG değerleri açısından gruplar dipper HT - nondipper HT, grade 1 HT ve grade 2 HT olarak ayrıldığında ABG değerleri arasında anlamlı farklılık saptanmadı. Arteriel stiffness değerlendirmesindeki dijital volüm nabzı (DVP) parametrelerinden stiffness index (SI) ve reflection index (RI) gruplar arasında istatiksel olarak anlamlı farklılık göstermedi. Sonuç olarak tüm grubun plazma visfatin düzeyleri ile akıma bağlı genişleme (ABG) değerleri arasında yapılan korelasyon analizi sonucu visfatin ve ABG arasında negatif korelasyon saptandı (R:-0.258** P:0.010) . Visfatin ve SI ile yapılan korelasyon analizi sonucu pozitif korelasyon saptandı (R:0,343 P:0.01). Yine visfatin ve RI le yapılan korelasyon analizi sonucu pozitif korelasyon saptandı (R:0.238 P:0.017). Bu veriler ışığında hipertansif hastalardaki visfatin düzeylerinin endotel fonksiyon paremetrelerinden ABG ve arteriel stifness göstergelerinden SI ve RI değerleri arasındaki korelasyon hipertansif hastaların uç organ hasarı ve endotel disfonksiyonu göstermede biyokimyasal bir paremetre olan visfatinin kullanılabileceği fikrini vermektedir. Ancak bu konuda benzer sonuçlarla desteklenen daha fazla ve büyük çalışmalara ihtiyaç vardır.Öğe Dipper ve non-dipper hipertansif hastalarda serum copeptin seviyeleri ile fmd(flow-mediated dilatation) ve pulse wave analiz ile belirlenen noninvaziv endotelial fonksiyon göstegeleri arasındaki ilişki(Kırıkkale Üniversitesi, 2017) Kandemir, Hüseyin; Doğru, Mehmet TolgaKANDEMİR H. Dipper ve non-dipper hipertansif hastalarda serum copeptin seviyeleri ile FMD(Flow-mediated dilatation) ve Pulse Wave Analiz ile belirlenen noninvaziv endotelial fonksiyon göstegeleri arasındaki ilişki, Kırıkkale Üniversitesi Tıp Fakültesi Kardiyoloji Anabilim Dalı, Uzmanlık Tezi, Kırıkkale, 2017. Hipertansiyon yaygınlığı ve tüm dünyadaki ölümlerin en önde gelen nedeni olduğu için giderek artan bir halk sağlığı problemi haline gelmiştir. Tüm dünyadaki ölümlerin, ilk nedeni olarak görülen kardiyovasküler hastalıkların (KVH) etyolojisinde ilk sırada Hipertansiyon (HT) yer almaktadır. Hipertansiyon prevelansı genel popülasyonda %30-45 civarında tespit ediştir; bu oran yaşla birlikte artış göstermektedir ve ülkeden ülkeye değişiklikler vardır. Türkiyede bu oran PatenT2 çalışmasında tüm populasyonda %31,8 olarak tespit edilmiştir. Hipertansiyon neden olduğu uç organ hasarlarıyla da klinik açıdan büyük önem taşımaktadır. Subklinik organ hasarının genel kardiyovasküler riskin belirleyicisi olarak önemi nedeniyle, organ tutulumu bulguları dikkatli bir şekilde araştırılmalıdır. Kan basıncı düzeyi yüksek olan ve olmayan bireylerde kardiyovaskuler riski belirlemede subklinik organ hasarının yaşamsal rolüne ilişkin günümüzde çok sayıda kanıt mevcuttur. Akımla bağlı genişleme (ABG), endotel bağımlı bir işlem olup; orta büyüklükteki musküler arterlerin shear strese maruz kalması sonucu meydana gelen hiperemiyi ölçmektedir. Tansiyon aleti manşonunun şişirilmesi ile oluşturulan shear stres'e cevaben brakiyal arterde oluşan dilatasyon esas olarak NO'in endotelden salınmasına bağlıdır ve koroner endotelyal fonksiyonun invaziv olarak değerlendirilmesi ile uyum gösterir. Arteryel stiffness damar duvarının gerilimini ve elastikiyetini belirtir. Arteryel sertlik, hipertansif hastalarda hedef organ hasarının bir göstergesidir. Copeptin ilk defa Holwerda tarafından 1972' de tanımlanan lösinden zengin kor segmentine sahip glikozillenmiş 39 aminoasitlik uzun bir peptidtir. AVP ve copeptin 164 aminoasit içeren aynı prekürsör peptid olan preprovazopressinden oluşurlar; ki bu peptid AVP, nörofizin 2, sinyal peptidi ve copeptini içerir. Sonuç olarak copeptin pro-AVP (CT proAVP)' nin C terminal parçasıdır. AVP' nin aksine copeptin oda sıcaklığında serum veya plazmada çok stabil bir moleküldür ve seviyesinin ölçülmesi kolaydır. Copeptin plazma konsantrasyonları ile AVP üretimi v yakın benzerlik tespit edilmiş ve copeptinin kortizole göre endojen stres seviyesini daha iyi yansıttığı gösterilmiştir. Copeptin seviyeleri ile hastalık ciddiyeti ve klinik sonlanım arasında pozitif ilişki varlığından dolayı akut hastalıklarda copeptinin prognostik bir marker olarak kullanılabileceği ileri sürülmüştür. Sağlıklı kişiler ve durumu kritik hastalarda copeptin ile vazopressin seviyeleri arasında direkt iliski tespit edilmistir. Son 2 yılda copeptin pnömoni, kalp yetmezliği, hemorajik ve septik sok gibi birçok farklı hastalıkta tanısal ve prognostik faktör olarak arastırılmıstır ve hastalığın siddeti ile orantılı olarak yükseldiği tespit edilmiştir. Bizde bu çalışmamızda dipper ve nondipper hipertansif hastalarda plazma copeptin seviyeleri ile fmd ve pulse wave analiz ile belirlenen noninvaziv endotelial fonksiyon göstergeleri arasındaki ilişkiyi göstermeyi planladık. Çalışmamıza 30 dipper, 31 non-dipper ve 30 sağlıklı kontrol olmak üzere toplam 91 gönüllü dahil edildi. Copeptin düzeyi dipper hipertansif hasta grubunda kontrol grubuna göre yüksekliği istatistiksel olarak anlamlı değildi (p:0.101). Ancak non-dipper hipertansif hasta grubunda diğer dipper hipertansif ve kontrol gruplarına göre istatistiksel olarak anlamlı derecede yüksek saptandı (sırası ile p:0.010, p:0.001). Noninvaziv endotel disfonksiyonu parametleri açısından dipper ve non-dipper hipertansif hasta grupları arasında istatistiksel olarak anlamlı fark saptanmazken, kontrol gurubuna göre her iki hasta grubundaki fark istatistiksel olarak anlamlı saptandı. Yapılan lineer regresyon analizinde copeptin düzeyi ile non-invaziv endotel disfoksiyonu parametrelerinden en anlamlı ilişki reflection index (RI) değeri ile olduğu saptandı (p:0.015 beta:0.285 t:2.490). Bu veriler ışığında hipertansif hastalardaki özellikle nondipper grupta copeptin düzeylerinin endotel fonksiyon paremetrelerinden FMD ve arteriel stifness göstergelerinden SI ve RI değerleri arasındaki korelasyon hipertansif hastaların uç organ hasarı ve endotel disfonsiyonu göstermede biyokimyasal bir paremetre kullanılabileceği fikrini vermektedir. Aynı zamanda hastaların tedavi ve prognozlarını değerlendirmede bir biyokimyasal belirteç olarak kullanılabileceğini göstermiştir. Ancak bu konuda benzer sonuçlarla desteklenen daha fazla ve büyük çalışmalara ihtiyaç vardır.Öğe Koroner arter hastalığı ile serum serglisin düzeyi arasındaki ilişki(Kırıkkale Üniversitesi, 2018) Kırdağ, Emine Buket; Karadeniz, Muhammedİnflamasyon aterosklerotik süreçte endotelyal disfonksiyondan plak oluşumuna kadar tüm aşamalarda önemli bir rol oynar. Birçok inflamatuar hücrenin ve bunlardan salınan mediatörlerin aterosklerozun gelişimine katkısı vardır. Koroner arter hastalığı inflamasyon aracılı bir aterosklerotik hastalıktır. Serglisin, başlıca nötrofil, lenfosit, monosit, makrofaj, platelet, megakaryosit ve mast hücreleri gibi hematopoetik hücrelerden salınan bir hücreiçi proteoglikandır. Bu proteoglikanın sekresyon öncesi bileşiklerin hücre içinde depolanmasında, sekretuar granüllerin homeostazisinde, apopitozisde, enfeksiyona yanıtta ve koagülasyonda önemli rolü vardır. Çalışmalar ayrıca serglisinin endotel hücrelerinde de bulunduğunu göstermiştir. Bu çalışmada inflamatuar bir süreç olan ateroskleroza bağlı gelişen koroner arter hastalığını gösterebilecek bir parametre olduğunu düşündüğümüz serum serglisin düzeyi ile koroner arter hastalığı arasındaki ilişkinin araştırılmasını amaçladık. Bu çalışma, Kırıkkalae Üniversitesi Tıp Fakültesi Hastanesinde Ocak-2017 ile aralık-2017 tarihleri arasında çalışmaya katılan 78 hasta üzerinde yapıldı. 30-80 yaş aralığında çeşitli koroner anjiografi endikasyonlarıyla (akut koroner sendromla kliniğimize yatırılan, eforla ya da istirahatte anginal yakınması olan, efor stres testi ve miyokard perfüzyon sintigrafisi'nde iskemi saptanan veya ekokardiyografide sol ventrikül bölgesel duvar hareket kusuru saptanan hastalar) koroner anjiografi yapılan hastalar çalışma kapsamına alındı. Hastalar koroner arterlerinde %50 ve üzerinde darlık saptanan grup (n=45) ve normal koroner arterleri saptanan kontrol grubu olarak (n=33) olarak ikiye ayrıldılar. Her iki grupta serum serglisin düzeyleri ölçüldü. Her iki grup arasında demografik, klinik özellikler ve serum serglisin düzeyleri karşılaştırıldı. İki grup temel klinik özellikleri ve laboratuvar bulguları karşılaştırıldığında yaş, erkek cinsiyet, hipertansiyon, beyaz kan hücresi, kreatinin ve troponin düzeyleri hasta grubunda kontrol grubuna göre yüksek bulundu (p<0,001; p<0,001; p=0,027; p<0,001; p=0,003; p<0,001). HDL kolesterol düzeyi kontrol grupta daha yüksek bulundu (p<0,001). İki grup arasındaki serglisin düzeyleri karşılaştırıldığında, hasta grubunda serum serglisin düzeyi 8,5±1,0 ng/mL, kontrol grubunda serum serglisin düzeyi 6,9±0,9 ng/mL olarak ölçüldü. Hasta grubunda serum serglisin düzeyi kontrol gruba göre daha yüksek bulundu (p<0,001). Çok değişkenli lojistik regresyon analizinde yaş, cinsiyet ve serglisinin (odds ratio [OR]=4,727; %95 güven aralığı 2,276-9818, p=0,002) bağımsız olarak koroner arter hastalığı ile ilişkili olduğu görüldü. ROC (receiver-operator characteristic) eğrisi analizinde, serglisin kesme değeri 7,7 ng/mL olarak alındığında %80 sensitivite ve %81 spesifite ile koroner arter hastalığını tahmin etmektedir (eğri altındaki alan: 0,871; p<0,001). Serum serglisin düzeyi koroner arter hastalığı için öngörücü bir parametre olabilir. Anahtar Kelimeler: Koroner Arter Hastalığı, Serglisin, İnflamasyon, AterosklerozÖğe Yeni tanı konulmuş hipertansif hastalarda epikardiyal yağ dokusu kalınlığı ve karotis intima-media kalınlığı ile erektil disfonksiyon arasındaki ilişkinin değerlendirilmesi(Kırıkkale Üniversitesi, 2019) Karakurt, Davut; Sarak, TanerAmaç: Biz bu çalışmamızda; yeni tanı konulmuş hipertansif hastalarda endotelyal disfonksiyonun bir belirteci olan epikardiyal yağ dokusu kalınlığı ve subklinik aterosklerozun bir göstergesi olan karotis intima-media kalınlığının erektil disfonksiyon ile olan ilişkisini araştırmayı planladık. Materyal Metot: 1 Mayıs 2018 ile 31 Mayıs 2019 tarihleri arasında kardiyoloji polikliniğine başvuran ve tarafımızca hipertansiyon teşhisi konulan 101 erkek hastanının ekokardiyografisi yapılarak epikardiyal yağ doku ve karotis intima-media kalınlıkları ölçüldü. Erektil disfonksiyon değerlendirilmesi Uluslarası Cinsel İşlev İndeksininin 5 Soruluk Versiyonu (IIEF-5) ile yüz yüze görüşülerek üroloji polikliniğinde yapıldı. Bulgular: Yeni tanı konulmuş hipertansif hastalarda erektil disfonksiyon mevcudiyeti ve şiddeti ile epikardiyal yağ dokusu kalınlığı (p <0,001) ve karotis intima-media kalınlığı (p <0,001) arasında anlamlı ilişki bulunmuştur. Erektil disfonksiyonu olan hasta grubunda sol ventrikül diyastolik fonksiyonlarının daha fazla bozulmuş olduğuna işaret edecek şekilde mitral E/A oranının daha düşük, E/Em oranının daha yüksek, IVRT değerinin daha uzun olduğu saptandı. Sonuç: Yeni tanı konulmuş hipertansiyon hastalarında artmış epikardiyal yağ doku ve karotis intima-media kalınlık değerleri; gerek diyastolik disfonksiyon gibi kardiyak sistem patolojilerine gerekse erektil disfonksiyon gibi vasküler sistem patolojilerine işaret edebilir.