Tıbbi Uzmanlık Tez Koleksiyonu
Bu koleksiyon için kalıcı URI
Güncel Gönderiler
Öğe Ratlarda laminektomi sonrası gelişen peridural fibrozisin önlenmesinde tramadol ve levetirasetam etkilerinin araştırılması(Kırıkkale Üniversitesi, 2022) Bulut, İbrahim Umud; Yüksel, UlaşAmaç: Ameliyat sonrası geç dönemde oluşan peridural fibrosiz dokusu nöral oluşumların ve sinir köklerinin etrafını sarıp radiküler semptomlara ve bu semptomlara yönelik yeniden o bölgeye cerrahi girişim uygulama zorunluluğuna neden olabilir. Peridural skar dokusu yeniden ameliyat yapılması zorunluluğu ortaya çıktığında dura ve sinir kökü yaralanması gibi komplikasyonların riskini artırır. Peridural fibrozisi önleyebilmek veya düzeltebilmek için birçok ilaç ve yöntem denenmiş ancak etkinliği kabul edilmiş bir tedavi metodu henüz oluşturulamamıştır. Bu çalışmada tramadol hidroklorür ve levetirasetam isimli farmakolojik ajanların ratlarda oluşturulan peridural fibrozisi önlemeye yönelik etkileri araştırıldı. Metod: Çalışmada 32 tane 300-350 gr ağırlığında erkek Wistar albino rat şu şekilde gruplara ayrıldı: Sham grubu (cerrahi girişim uygulandı ve hiçbir farmakolojik ajan verilmedi, n=6+2); MP grubu (cerrahi girişim uygulandı ve 14 gün süreyle 10 mg/kg/gün metilprednizolon sodyum süksinat intraperitoneal verildi; n=6+2); TRA grubu (cerrahi girişim uygulandı ve 14 gün süreyle 0,6 mg/kg/gün tramadol hidroklorür intraperitoneal verildi; n=6+2); LEV grubu (cerrahi girişim uygulandı ve 14 gün süreyle 15 mg/kg/gün levetirasetam intraperitoneal verildi; n=6+2). Sedasyon anestezi altında tüm deneklere torakal 9, 10 ve 11 standart laminektomi uygulandı ve ardından 14 gün süreyle ilaç tedavileri uygulandı. Cerrahi işlemden 4 hafta sonra tüm hayvanlara ötenazi uygulanıp omurgaları blok şekilde çıkarılıp laminektomi alanının ortasından geçecek şekilde ikiye bölündü. Proksimal parça histopatolojik incelemeler ve distal parça biyokimyasal incelemeler için saklandı. Bulgular: Histopatolojik preparatlarda hemotoksilen eozin boyama kullanılarak peridural fibrozisin yoğunluğu ve Masson-Trikrom boyama kullanılarak oluşan kollajenin yoğunluğu derecelendirildi. İmmünohistokimyasal preparatlarda COL1A1 ve ACTA2 boyama yapılarak kollajen ve ?-SMA yoğunlukları derecelendirildi. ELISA yöntemi kullanılarak TNF-?, IL-6, TGF-ß, CTGF, kaspaz 3, GSH/GSSG düzeyleri saptandı. Western blot tekniği kullanılarak pAMPK, mTOR, pmTOR ve pmTOR/mTOR düzeyleri ölçüldü. Histopatolojik incelemelerde peridural fibrozis düzeyinin en fazla Sham ve LEV grubunda oluştuğu; TRA ve MP gruplarında ise daha düşük düzeyde oluduğu saptandı. Masson-Trikrom boyamada Sham ve LEV gruplarındaki kollajen yoğunluk derecelerinin MP ve TRA gruplarına göre fazla olduğu görüldü. İmmunhistokimyasal boyama sonrası Sham ve LEV gruplarında ölçülen COL1A1 H-SCORE değerlerinin MP ve TRA gruplarından daha yüksek olduğu saptandı. ACTA2 için H-SCORE değerlerinin gruplar arasında farklı olmadığı saptandı. Biyokimyasal incelemelerde TNF-?, IL-6, GSH/GSSH, kaspaz-3, TGF1? ve CTGF düzeylerinin Sham-MP, Sham-ELP, Sham-OXT, MP-ELP, MP-OXT ve ELP-OXT grupları arasında farklı olduğu görüldü. Western blot analizleri sonunda p-AMPK değerlerinin Sham-MP, Sham-TRA ve Sham-LEV grupları arasında farklı olduğu görüldü. pmTOR ve pmTOR/ mTOR değerlerinin Sham-MP, Sham-TRA, Sham-LEV, MP-TRA ve MP-LEV grupları arasında farklı olduğu saptandı. mTOR değerlerinin Sham-MP, Sham-TRA, Sham-LEV ve TRA-LEV grupları arasında farklı olduğu bulundu. Histopatolojik ve immünhistokimyasal incelemeler sonunda metilprednizolon ve tramadolun peridural fibrozis derecelerini, kollajen yoğunluk düzeylerini ve kollajen oluşumunu azaltabildikleri saptandı. Her üç ajanın da TNF, IL-6, kaspaz-3, TGF? ve CTGF düzeylerini azaltarak peridural fibrozisi azaltmada antienflamatuar ve antiapopitotik etkinliklerinin olduğu görüldü. Her üç ajanın da GSH/ GSSG düzeylerini arttırarak antioksidan etkinlik gösterdiği saptandı. Her üç ajanın da pAMPK değerlerini artırarak, pmTOR düzeylerini azaltarak otofajiyi ve buna bağlı dokunun rejenerasyonunu artırdığı ve böylece peridural fibrozisi azalttıkları bulundu. Sonuç: Sonuç olarak her üç ajanın da antienflamatuar, antioksidan, antiapopitoitk ve güçlü otofaji ilişkili doku rejenerasyonu etkilerinin olduğu ve bu etkileri sayesinde ratlarda uygulanan laminektomi modelinde oluşan peridural fibrozisi azaltabildikleri bulundu. Anahtar kelimeler: Peridural, Epidural, Fibrozis, Post-laminektomi, Postoperatif, Spinal, Adezyon, Nöroşirurji, Laminektomi, Dura, Bariyer Destekleyen Kurumlar: Kırıkkale Üniversitesi Bilimsel Araştırma Proje (BAP) Koordinasyon Birimi (BAP Numarası: 2021/ 004)Öğe Ratlarda laminektomi sonrası gelişen epidural fibrozisin önlenmesinde oksitosin ve enalapril etkinliğinin değerlendirilmesi(Kırıkkale Üniversitesi, 2022) Karagedik, Mustafa İlker; Yüksel, UlaşOmurgaya yönelik uygulanan cerrahi girişimler sonrası epidural fibrozis gelişebilmekte ve bu fibrotik doku ameliyat sonrası yineleyen ağrı, yeni gelişen darlık ve bası bulgularına yol açabilmekte hem de yeniden yapılması gereken cerrahi girişimlerin riskini arttırabilmektedir. Bugüne kadar metilprednizolon dışında epidural fibrozisi engellemeye yönelik maliyet düzeyi ve yan etki profili düşük ve yaygın kullanıma uygun olabilecek bir ilaç/bariyer/yöntem tarif edilememiştir. Ancak son zamanlarda metilprednizolonun yara iyileşmesinde çok ciddi yan etkilere sahip olduğu bildirilmeye başlanmıştır. Bu deneysel çalışmada fibrozis ve yara iyileşmesi üzerine olumlu etkileri gösterilmiş olan oksitosinin ve enalapril maleatın ratlarda oluşturulan laminektomi modelinde epidural fibrozis üzerine olası tedavi edici etkileri incelendi ve bu etkiler metilprednizolon ile karşılaştırıldı. Çalışma 300-350 gram ağırlığında ve erkek cinsiyette 32 adet Wistar Albino rat üzerinden yapıldı ve denekler aşağıdaki gruplara ayrıldı: ? SHAM grubu (sadece cerrahi girişim uygulandı; n=6+2) ? MP grubu (cerrahi girişim uygulandı ve intraperitoneal 10mg/kg/gün dozda metilprednizolon sodyum süksinat 14 gün süreyle uygulandı; n=6+2) ? ELP grubu (cerrahi girişim uygulandı ve intraperitoneal 0.75mg/kg/gün dozda enalapril maleat 14 gün süreyle uygulandı; n=6+2) ? OXT grubu (cerrahi girişim uygulandı ve intraperitoneal160µg/kg/gün dozunda oksitosin 14 gün süreyle verildi; n=6+2) Deneklere sedasyon anestezi altında T9-T10-T11 omurlarına standart laminektomi yapıldı ve ilgili gruplara ilgili farmakolojik ajanlar belirlenen dozlarda ve sürede uygulandı. Gruplarda ölen deneklerin yerine yedekte tutulan denekler yerleştirildi. Altı haftanın sonunda tüm deneklere (toplam 24 rat) sedasyon anestezi altında ötenazi uygulandı ve omurgaları blok halinde çıkarılıp laminektomi alanının ortasından iki kısma bölündü. Proksimal omurga parçası histopatolojik incelemeler için ve distal parçası biyokimyasal incelemeler için kullanıldı. Histopatolojik incelemelerde epidural fibrozisin SHAM grubunda en fazla ve MP, ELP ve OXT gruplarında ise en az düzeylerde olduğu görüldü. Ayrıca Masson-Trikrom boyama sonrası yara yerinde kollajen oluşum düzeylerinin SHAM grubunda en fazla ve diğer gruplarda en az ve benzer düzeyde olduğu saptandı. İmmünohistokimyasal incelemelerde kollajen tip 1 immün reaktivitesinin SHAM grubunda en fazla ve MP, ELP ve OXT gruplarında en az ve birbirlerine benzer olduğu gözlendi. ACTA2 immün reaktivitesinin SHAM ve OXT grubunda en fazla ve MP ve ELP gruplarında en az olduğu bulundu. ELISA analizleri sonunda TNF-?, TGF-?, IL-6 ve CTGF doku düzeylerinin SHAM grubunda en fazla ve MP, ELP ve OXT gruplarında en az olduğu saptandı. İlaveten GSH/GSSG düzeylerinin SHAM grubunda en düşük ve diğer üç grupta en yüksek olduğu görüldü. Ayrıca Kaspaz-3 düzeylerinin SHAM grubunda en yüksek ve sırasıyla OXT, ELP ve MP gruplarında en düşük olduğu bulundu. Western blot analizleri sonunda pAMPK düzeyinin ve mTOR/p-mTOR oranının SHAM grubunda en düşük ve sırası ile MP, ELP ve OXT gruplarında en yüksek olduğu görüldü. Bu sonuçlarla metilprednizolonun olumsuz etkileri göz önünde bulundurulduğunda hem enalapril maleatın hem de oksitosinin epidural fibrozis oluşumunu azaltmada/engellemede etkili olabileceği ve herhangi bir olumsuz yan etkiye sahip olmadığı için tercih edilebilecekleri sonucuna varıldı. Ayrıca her ne kadar enalapril maleat oksitosine göre daha güçlü antienflamatuar, antioksidan, antiapoptotik ve otofaji ile ilişkili olarak daha güçlü rejeneratif etkinliğe sahip olsa da oksitosinin moral üzerine olan olumlu etkileri nedeni ile hipertansiyonu olmayan hastalarda tercih edilebileceği düşünüldü. Ancak hipertansiyonu olan ve enalapril kullanım kontrendikasyonu bulunmayan hastalarda enalapril maleatın öncelikle tercih edilebileceği savunuldu.Öğe Ratlarda beyin hipoksi reperfüzyon yaralanmasında kalsiyum dobesilatın etkilerinin araştırılması(Kırıkkale Üniversitesi, 2022) Özdemir, Alemiddin; Öğden, MustafaSerebral iskemi (inme) arteryel kan damarlarının daralması, tıkanması veya hipotansiyon sonrası beyne kan akışının yetersiz kaldığı ciddi bir klinik durum olup dünya çapında önemli bir ölüm ve maluliyet sebebidir. Hipoksi/reperfüzyon hasarında oksidatif stres, inflamasyon, nekroz, apoptoz ve otofaji önemli rol oynamaktadır. Literatürde serebral hipoksi/reperfüzyon hasarını azaltabilmeye yönelik birçok farmakolojik ajan hem deneysel hem de klinik çalışmalarda araştırılmış ancak etkinliği ispatlanmış bir farmakolojik ajan henüz tarif edilememiştir. Kalsiyum dobesilatın anti-trombotik, anti-inflamatuar, anti-oksidan, anti-otofajik ve anti-apoptotik etkilerinin olduğu bildirilmiştir. Ancak literatürde kalsiyum dobesilatın serebral hipoksi/reperfüzyon hasarındaki etkilerine yönelik herhangi bir çalışma bulunamamıştır. Bu çalışmada serebral hipoksi/reperfüzyon hasarının birçok basamağına etki edebileceği düşünülen kalsiyum dobesilatın oluşan hasar sonrasındaki nöroprotektif ve iyileştirici etkilerini araştırmak amaçlandı. Çalışmada 40 adet, 300-350 gr ağırlığında, Wistar albino erkek rat Kontrol grubu (cerrahi girişim uygulanmadı ve hiçbir farmakolojik ajan verilmedi, n=6+2); SHAM-A grubu (sadece cerrahi girişim uygulandı; n=6+2); DBL-A grubu (cerrahi girişim uygulandı ve 3 gün intraperitoneal 100 mg/kg/gün kalsiyum dobesilat verildi; n=6+2); SHAM-K grubu (sadece cerrahi girişim uygulandı; n=6+2); DBL-K grubu (cerrahi girişim uygulandı ve 10 gün intraperitoneal 100 mg/kg/gün kalsiyum dobesilat verildi; n=6+2) şeklinde gruplara ayrıldı Kontrol grubu dışındaki tüm ratlara sedasyon anestezisi sonrası ön boyun bölgelerine orta hattan vertikal insizyonla girildi ve her iki ana karotid arter ortaya konulup nervus vagustan ayrıldı. Daha sonra her iki ana karotid artere 30 dakika süreyle geçici anevrizma klibi yerleştirildi ve takiben anevrizma klipleri çıkarılıp reperfüzyon sağlandı. Cerrahi işlemden dört saat sonra ilgili gruplara kalsiyum dobesilat planlanan sürelerde verildi. Daha sonra belirlenen süreler sonunda tüm deneklere ötenazi uygulandı ve beyinleri tamamen çıkarılıp sol beyin hemisferleri histopatolojik (hemotoksilen ve eosin boyama) ve immünohistokimyasal (Beclin-1, anti-MHC class II ve anti-CD-68 boyama) inceleme için ve sağ hemisferleri biyokimyasal ("Enzyme Linked Immunoabsorbent Assay", "Western Blot" ve spektrofotometri teknikleri) incelemeler için uygun şartlarda saklandı. Patolojik preparatlarda hipokampal kornu ammonis (CA1, CA2, CA3) bölgelerinde ve komşu paryetal korteks tabakasında nekrotik ve piknotik nöronlar sayıldı. Ayrıca immünohistokimyasal boyamalarla mikrogliaların M1 fenotip sayıları ve apopitoz düzeyleri belirlendi. Biyokimyasal incelemelerle TNF-?, IL-1?, IL-6, kaspaz-3, GSH/GSSG, malondialdehit, protein karbonil, LC3II/LC3I ve beclin-1 düzeyleri ölçüldü. Elde edilen verilere istatistiksel analizler uygulandı. Normal dağılan veriler ortalama±standart sapma ve normal dağılmayan veriler medyan (minimum-maksimum) olarak sunuldu. Akut ve kronik dönem grupları arasında normal dağılım gösteren bulgular One Way-Analysis of Variance (ANOVA) testi kullanılarak karşılaştırıldı ve post hoc değerlendirmede Tukey Multiple Comparisons testi kullanıldı. Normal dağılım göstermeyen veriler Krusskal-Wallis testi kullanılarak karşılaştırıldı ve ikili grup karşılaştırmalarında Mann-Whitney U testi kullanıldı. p<0.05 değeri istatistiksel olarak anlamlı kabul edildi. Histopatolojik incelemelerde kalsiyum dobesilatın hipoksik dokularda nekrozu azaltarak akut ve kronik dönemde hipoksi/reperfüzyon hasarını azaltabildiği görüldü. Ayrıca immünohistokimyasal incelemelerde kalsiyum dobesilatın hipoksik dokuda akut ve kronik dönemde mikrogliaların M1 fenotipine polarizasyonunu ve apopitozu azaltabildiği saptandı. Biyokimyasal analizlerde kalsiyum dobesilatın hasarlı dokularda serbest oksijen radikallerini, protein karbonillenmesini, lipid peroksidasyonunu, IL-1?, IL6, TNF-?, kaspaz-3, beclin-1 ve LC3B düzeylerini azaltabildiği saptandı. Bu sonuçlarla ratlarda oluşturulan hipoksi/reperfüzyon modelinde kalsiyum dobesilat tedavisinin hipoksik beyin dokularında nekrozu azaltabildiği, anti-inflamatuar, anti-oksidan, anti-apopitotik ve anti-otofajik etkiler oluşturabildiği görüldü. Bu özellikleri ile bu farmakolojik ajanın serebral hipoksi/reperfüzyon hasarını azaltabilmek için klinik uygulamalarda yer alabileceği düşünüldü.Öğe Akne vulgarisin dermatolojik yaşam kalitesi ve insan psikolojisi üzerine olan etkileri(Kırıkkale Üniversitesi, 2007) Bağcı, Yeter; Koçak, MukadderAmaç: Literatürlerde aknenin dermatolojik yaşam kalitesi ve psikiyatrik so runl arla ilişki s i üzerine pek çok çalışma vardır. Bu çalışmalarda tutarlı bir şekilde aknenin yaşam kalitesi üzerine olumsuz etkisinin olduğu, aknelilerde depresyon ve anksiyetenin aknesiz populasyondan daha yüksek olduğu gösterilmiştir.Yapılan bu çalışmaların son uçları gene l anlamda tutarlılık gösterse de çe lişkiler içermektedir. Aknenin yaşam boyu sıklığının yüksekliğine rağmen tedavi için başvuru oranlarının bu sayının çok gerisinde olmas ı , aknenin beden görünümüne etkisi ile depresyon ve anksiyete arasında ili şki bulmayan ça lı şmaların varlığı , bugüne kadarki ça lı şma l arda gözlenen tutarlılık sorununun akne populasyonundan kaynaklanabileceğini dü ş ündürmektedir. Smithard ve arkadaşlarının (2001) da belirttiği gi bi hastaneye başvuran akııe grubu ile basvurmayanlar farklıl ı k gösteriyor olabilir. Bu durumda akııe ile psikolojik sorunlar arasındaki ili şkinin yap ı s ı bu gruplar aras ında farklılık gösterebilir. Bu çalışmanın esas amacı akııe ve psiko lojik sorunlar aras ındaki ili şk i yi hastaneye ba şv uran ve başvurmayan akııeliler aç ı s ından ayrı ayrı değerlendirmektir. Akne için yardım arayan grubun psikolojik sorunlan daha yoğ un yaşadığı ve bu nedenle beden alg ı sın ın da bu grupta daha kötü o lacağı hipotez edilmiştir. ikinci amaç ise akııe vulgariste gözlenen e1ermatolojik yaşam kalitesinde bozulma ve elepresyon problemlerinin beden a l gı s ı y l a nas ıl bir ili ş ki s i olduğunu ortaya koymaktır. Gereç ve Yöntem ;Ça lışma ya 15-18 yaş grubundan 150 hastaneye başvuran akne vulgari sli hasta, 150 hastaneye başvurmayan akııe vu lgarisli birey ve 150 sağ lıklı kontrol grubu olmak üzere toplam 450 vaka alındı.Vakaların büyük çoğ unlu ğu ortaöğretimde olup yakınma süreleri ortalama 19 ay idi . Toplam 450 vakaya Dermatolojik yaşam kalite ö lçeği , Beck depresyon envanteri ve beden algt ölçeği u ygulandı. Kontrol grubu hariç diğer iki gruba Leeds akııe s ınıflaması uygulandı. Sonuçlar :Hastaneye başvuran ve başvurmayan akne vulgarisli hastalarda kontrol grubuna göre demıatolojik yaşa m kalite toplam skoru yüksek bulundu. Bu nedenle akne vulgaris dermatolojik yaşa m kalitesini etkilemektedir sonucuna varı labilir.Sonuçlar hastaneye başvuran akneliler ile baş vurmayan aknelilerin birbirlerinden farklı o ldukları hipotezini doğrulamamaktadır. Genelolarak akııeli grubun bir bütün olarak kontrol grubundan yaşam kalitesi düzeyi ve beden algısı açısından farklıltk gösteriyor gibi durmaktadır. Bununla birlikte hastaneye gelen akne grubu ile hastaneye baş vurmayan akne grubun arasında da fark bulundu. Sonuçlar, hastaneye akne nedeniyle baş vurmanııı , ha sta lık süresinİn uzaması ile doğru oranttlı olduğunu ortaya kondu.Öğe Behçet Hastalığı'nda endotel disfonksiyon belirteçleri ve vasküler reaktivite testlerinin değerlendirilmesi(Kırıkkale Üniversitesi, 2009) Özuğuz, Pınar; Karabulut, Ayşe AnılGünümüzde Behçet Hastalığı'nın (BH'nin), endotel disfonksiyonuna (ED'ye) neden olan, sınıflandırılamamış, sistemik bir vaskülit olduğu kabul edilmektedir. BH için kabul edilen tipik vasküler tutulum bulgularını sergilemeyen hastalarda bile ED saptanabildiği bildirilmiştir. Önceki birkaç çalışmada; BH'de ED'nin varlığının gösterilmek üzere yüksek duyarlıklı C reaktif protein (hs-CRP), asimetrik dimetilarjinin (ADMA), homosistein gibi parametreler sınırlı olarak değerlendirmeye alınmış ve normalden sapmalar dikkati çekmiştir. Burada sunulan çalışmanın amacı; ED ile ilişkili olduğu iyi bilinen serum lipid profili, homosistein ve hs-CRP değerlerinin yanı sıra akım bağımlı dilatasyon (ABG) ölçümü ve ADMA düzeyi gibi yeni belirteçlerin, BH olgularında olası ED'nin araştırılmasıdır. Bu amaçla, oluşturulan çalışma protokolünde, BH erişkin olgularının, yaş ve cinsiyet uyumlu, sağlıklı gönüllülerden oluşan kontrol grubuyla karşılaştırılması hedeflenmiştir.Çalışmaya; ?Uluslararası Behçet Hastalığı Çalışma Grubu? tanı kriterlerine göre BH tanısı konulan 40 erişkin hasta ve 20 sağlıklı gönüllü dahil edilmiştir. Kontrol grubunda; yaş, cinsiyet ve vücut kitle indeksi (VKİ) gibi tanımlayıcı özellikler bakımından hasta grubu ile benzer dağılım gösteren erişkinlere yer verilmiştir. Olguların fizik ve dermatolojik incelemeleri tamamlandıktan sonra tanımlayıcı özellikleri, muayene bulguları kaydedilmiş ve K.Ü.T.F. Kardiyoloji A.D. tarafından değerlendirmeleri yapılmıştır. BH grubundaki olguların sadece %6'sında vasküler hastalık öyküsü saptanmış olup, başvuru anında olguların hiçbirinde aktif dönemde vasküler lezyon belirlenmemiştir. Her iki grupta yer alan olguların, total kolesterol, düşük dansiteli kolestrol (LDL-K), yüksek dansiteli kolestrol (HDL-K), trigliserid, ADMA, homosistein ve hs-CRP düzeyleri çalışılmış, ABG ölçümleri yapılmıştır. Çalışma verileri istatistiksel analizlerle karşılaştırılmıştır.İki grup arasında; tanımlayıcı özellikler, sistolik kan basıncı, diyastolik kan basıncı, total kolesterol, LDL-K, HDL-K, trigliserid düzeyleri açısından istatistiksel olarak anlamlı fark saptanmamıştır. BH grubunda; ortalama hs-CRP, eritrosit sedimantasyon hızı (ESR), homosistein ve ADMA düzeyleri kontrol grubuna göre anlamlı derecede yüksektir. Hasta grubunda, aktif dönemdeki BH hastalarının hs-CRP, ESR ve homosistein düzeyleri remisyondaki hastalara göre anlamlı derecede yüksektir. Serum ADMA düzeyi ortalaması aktif dönemdeki hasta grubunda remisyondaki hasta grubuna göre yüksek olmakla birlikte fark istatistiksel açıdan anlamlı bulunmamıştır. ABG ölçümleri açısından değerlendirildiğinde, BH grubuna ait ABG değerlerinin kontrol grubuna göre anlamlı derecede düşük olduğu belirlenmiştir ancak aktif dönemdeki hastalarla remisyondaki hastalar arasında fark anlamlı bulunmamıştır. Aktif dönemdeki hastalarda ABG ile hastalık süresi, yaş, homosistein, CRP, ESR ve ADMA düzeyleri arasında ilişki de izlenmemiştir. Remisyon dönemindeki hastalarda ABG ile hastalık süresi ve ADMA düzeyleri arasında negatif ilişki saptanmıştır. Tüm hastalar değerlendirildiğinde, ABG ile hastalık süresi ve ADMA düzeyleri arasında negatif ilişki saptanırken, serum ADMA düzeyleri ile hastalık süresi, serum homosistein düzeyleri ile VKİ ve serum hs-CRP düzeyi ile ESR düzeyleri arasında pozitif ilişki olduğu gösterilmiştir.Sonuç olarak bu çalışma ile belirgin vasküler tutulum göstermeyen BH olgularında ED belirteçlerinin tümünün değerlendirilmesi ile ED'nin varlığı ortaya konmuştur. BH'de homosistein, hs-CRP düzeylerinde anlamlı artış mevcut olup hastalık aktivitesi ile ilişkili görünmektedir. Serum ADMA düzeyleri ve ABG ile hastalık aktivitesi arasında ilişki olmadığı sonucuna varılmış, bu durumun daha çok kronik süreçte birikici endotel hasarını yansıtabileceği düşünülmüştür. Bu çalışmada her ne kadar vasküler tutulum ve tromboza eğilimin nedeni aydınlatılamamış olsa da BH'de ateroskleroz öncülü olduğu düşünülen ED'yi değerlendirmede hs-CRP, homosistein ve ADMA düzeylerinin yanı sıra, invazif olmayan ve kolay uygulanabilir bir yöntem olan ABG'nin hastaların rutin değerlendirmeleri için kullanılmasının faydalı olabileceği sonucuna varılmıştır. Bununla birlikte BH ile ED arasındaki ilişkiyi aydınlatacak daha geniş hasta serileri üzerinde yürütülecek ileri çalışmalara gereksinim duyulmaktadır.Öğe Erken başlangıçlı androgenetik alopesili erkek hastalarda Hamilton Norwood Skala değerleri ile insülin rezistansı ilişkisinin kontrol grubu ile değerlendirilmesi(Kırıkkale Üniversitesi, 2010) Emeksiz, Mehmet Ali Can; Gündüz, ÖzgürAmaç: Erken androgenetik alopesisi bulunan erkek hastalarda insülin direnci sıklığında bir artış olup olmadığını ve direncin Hamilton-Norwood sınıflaması ile ilişkisini kontrol grubu ile karşılaştırarak araştırmaktır.Gereç: Çalışmaya Haziran 2009 ? Temmuz 2010 tarihleri arasında kliniğimize başvuran 18-35 yaş aralığında, Hamilton Norwood skalasında tip 3 ve üzeri değerlendirilen 80 hasta ile yaş ve ağırlığı hasta grubu ile uyumlu olan 55 sağlıklı gönüllü kontrol grubu olarak alınmıştır. İnsülin direncini belirlemek için 75 gr Oral Glukoz Tolerans Testi (OGTT) yapılarak plazma açlık glukozu, 2. saat glukozu ve açlık insülin değerleri bakılmış, İnsülin Direnci Değerlendirme Denge Modeli (HOMA-IR) formülüyle hesaplanan 2,7 ve üstü değerler insülin direnci olarak kabul edilmiştir. Serum kolesterol, trigliserid, düşük dansiteli ve yüksek dansiteli lipoprotein değerleri ile kan basıncı, bel çevresi, vücut kitle indeksi ölçümleri Ulusal Kolesterol Eğitim Programı, Erişkin Tedavi Paneli III (NCEP ATP III) 2001 metabolik sendrom tanı kriterlerine göre değerlendirilmiş, serum androjen hormon düzeyleri incelenmiştir.Sonuçlar: Çalışmamızda, hasta ve kontrol grupları karşılaştırıldığında; HOMA-IR indeks ortalamaları (hasta grubu: 2.21±1.26; kontrol grubu: 1.84±0.64 (p=0.046)), metabolik sendrom sıklığı (hasta grubu: %16.3, kontrol grubu: %5.4) (p=0.047)) ve androgenetik alopesi (AGA) aile öyküsü (p<0.001) açısından gruplar arası fark istatistiksel olarak anlamlı saptanmıştır. HOMA-IR sınır değeri ? 2.7 kabul edildiğinde, insülin direnci varlığı (hasta grubu: %23.8; kontrol grubu: %10.9 (p=0,073)) ve sigara kullanımı (hasta grubu: %36.2; kontrol grubu: %25.5 (p=0.196)) açısından gruplar arası fark istatistiksel olarak anlamlı saptanmamıştır. Hasta grubunda Hamilton Norwood skala değerlerine göre gruplar kendi aralarında ve kontrol grubu ile karşılaştırıldığında, insülin direnci ve metabolik sendrom varlığı açısından arada istatistiksel fark saptanmamıştır (p>0.05). Yaşa göre düzeltilmiş çok değişkenli lojistik regresyon modeline göre; AGA için risk faktörleri, %95 güven aralığıyla, AGA aile öyküsü olması (40.15 kat) ve total kolesterol artışı (her on birim artış için 1.15 kat) olarak tespit edilmiştir.Öğe Ratlarda laminektomi sonrası gelişen peridural fibroziste biyofiziksel bariyerlerin etkinliğinin değerlendirilmesi(Kırıkkale Üniversitesi, 2016) Akkurt, İbrahim; Bakar, BülentSpinal cerrahi sonrası oluşan peridural fibrozis nöral elemanların ve özellikle spinal sinirlerin etrafını sıkıca sarıp baskı bulgularına yol açabilmekte cerrahi öncesi klinik bulgulara benzer bulguların tekrarına neden olabilmektedir. Tüm bu nedenlerle bu inflamatuvar süreci durdurmaya ya da en azından azaltmaya yönelik medikal literatürde çalışmalar halen devam etmekte olup henüz ekonomik ve faydalı bir metot, teknik ya da farmakolojik ajan ortaya konamamıştır. Bu deneysel çalışma "hyaluronik asit (HAS)", "polietilen glikol ve polietilen imine (PEG)" ve "trombositten zengin plazma (PRP)" kullanılarak peridural fibrozisi azaltmada etkin bir çözüm bulmaya yönelik olarak planlanmıştır. Bu deneysel çalışmada 34 adet Wistar albino rat randomize şekilde DONÖR; KONTROL; SHAM; HAS; PEG ve PRP grubuna ayrılmıştır. Daha sonra DONOR ve KONTROL grubu hariç deneklere spinal korda zarar vermeden L3-L4-L5 aralığından laminektomi uygulandı ve yukarıda tarif edilen ilgili gruplara ilgili farmakolojik ajan uygulandı. Altı haftanın sonunda tüm deneklerin spinal vertebral kolonu çıkarılıp histopatolojik incelemeye ve polimerize zincir reaksiyon gen ekspresyon analizine tabi tutuldu. Polietilen glikol ve polietilen imine dural bariyer ve trombositten zengin plazma isimli farmakolojik ajanların ratlarda oluşturulan laminektomi modelinde peridural fibrozis oluşumunu salt cerrahi yapılan dokuya göre belirgin ve benzer düzeyde azalttığı gözlendi. Bu bulgularla bu etken maddelerin klinikte hastalar üzerinde kullanımının faydalı olabileceği düşünüldü. Anahtar kelimeler: Spinal cerrahi, peridural fibrozis, hyalüronik asit, polietilen glikol ve polietilen imine, trombositten zengin plazma (PRP), dural bariyer.Öğe Ratlarda omurilik yaralanmalarında levetirasetamın etkilerinin araştırılması(Kırıkkale Üniversitesi, 2017) Nursoy, Egemen; Öğden, Doç. MustafaÖZET Omurilik yaralanmaları hali hazırda tedavi edilmesi mümkün olmayan ancak rehabilite edilebilen bir hastalıktır. Omurga biyomekaniği araştırmalarında ve cerrahi tekniklerde ilerlemelere ve rehabilitasyon sürecindeki gelişmelere rağmen omurilik hasarını onaracak ve nörolojik iyileşme sağlayacak bir tedavi yöntemi konusunda henüz belirgin bir ilerleme sağlanamamıştır. Omurilik yaralanmalarında ortaya çıkan ikincil hasarın esas mekanizmaları tam olarak bilinmemekle birlikte akut hasar gören omurilikte erken inflamatuvar yanıtın ikincil doku hasarını tetiklediği düşünülmektedir. Yapılan bu çalışmada metilprednisolon ve levetirasetam isimli ilaçların omurilik hasarı üzerindeki potansiyel iyileştirici etkileri araştırıldı. Bu çalışmada 300-350 gram ağırlığında 54 adet erkek Wistar Albino rat kullanıldı. Ratlar Kontrol grubu, akut dönem ve subakut dönem olmak üzere üç ana gruba ayrıldı. Kontrol grubu dışındaki ratların omuriliğine T5-8 dorsal laminektomi yapıldıktan sonra 1 dakika süreyle "geçici vasküler anevrizma klibi" konularak omurilik hasarı oluşturuldu. Yaralanma oluşturulduktan ve beklenen süre tamamlandıktan sonra vasküler klip yerinden çıkarılıp cerrahi katlar anatomiye uygun olacak şekilde kapatıldı. Dört saat sonra kontrol ve SHAM grubu dışındaki ratlara metilprednizolon ve levetirasetam intraperitoneal yoldan uygulandı. Akut döneme ait ratlar 72 saat ve subakut döneme ait ratlar 7 gün sonunda sakrifiye edildi. Takiben hasarlı omurilik dokusu çıkarılarak histopatolojik inceleme (kanama şiddeti, vakuolizasyon, nekrotik nöron sayımı, aksonal fragmantasyon, dejenerasyon ve şişme) ve biyokimyasal inceleme (doku malondialdehit, insülin benzeri büyüme faktörü-1beta, interferon-gamma, süperoksit dismutaz, total nitrit/ nitrat ve tümör nekrozis faktör-alfa düzeyleri) yapıldı. Bu deneysel çalışmanın sonunda her iki farmakolojik ajanın da ratlarda oluşturulan omurilik yaralanmasının akut döneminde dokularda histopatolojik olarak iyileştirici etkinliğinin olduğu ancak bu etkinliği subakut dönemde devam ettiremediği saptandı. diğer yandan gerek akut ve gerekse subakut dönemde her iki farmakolojik ajanında biyokimyasal veriler üzerinde değiştirici etkinliğinin olmadığı bulundu. Tüm bu bulgular ışığında levetirasetam isimli farmakolojik ajanın omurilik yaralanmasının akut döneminde dokularda histopatolojik olarak iyileştirici etkilerinin hangi inflamatuar süreçler üzerinden ortaya koyduğuna yönelik ileri düzey deneysel çalışmaların yapılmasının gerekli olduğu düşüncesine ulaşıldı.