Makale Koleksiyonu
Bu koleksiyon için kalıcı URI
Güncel Gönderiler
Öğe Dîvânü Lûgat-it-Türk’te Kadın Ve Kadına İlişkin Unsurlar(Kırıkkale Üniversitesi Sosyal Bilimler Dergisi, 2011) Özdarıcı, ÖznurKaşgarlı Mahmud’un 11. yüzyılda Karahanlı dönemi içerisinde kaleme aldığı “Dîvânü Lügâti’t-Türk” adlı eseri, Türk dilinin ve kültürünün üstünlüğünü ortaya koymak amacıyla yazılmış bir eserdir. Söz konusu eser yalnızca bir sözlük çalışması olmayıp aynı zamanda Türk tarihine, coğrafyasına, mitolojisine, geleneklerine ve felsefesine ilişkin zengin bilgiler içeren, o döneme ışık tutan bir kültür mutfağı olarak da dikkatleri üzerinde toplar. Bu yönleriyle eser, pek çok alanda farklı bakış açılarıyla incelenebilecek bir metin özelliği ile karşımızdadır. Bir milletin geçmişten günümüze taşıdığı kodların izlerini “Dîvânü Lügâti’t-Türk” ten hareketle takip etmek mümkündür. Bu dikkatle biz, bu makalemizde, toplumun temel taşı olan, etiyle, kemiğiyle var olan, nefes alan kadının, daha dar bir söylemle Türk kadınının söz konusu dönem içerisindeki yerini; kadın-erkek ilişkileri, eski Türk aile yapısı, evlilik, doğum, kadına ait süs ve kılıkkıyafet unsurlarından hareketle belirlemeye ve bir bakıma günümüz kadınının atası olan söz konusu kadın tipinin çağlar öncesindeki görünümünü, yaşayış tarzını gözler önüne sermeye çalışacağız.Öğe Selçuknâme’de Edebî Savaş Tasvirleri(Kırıkkale Üniversitesi Sosyal Bilimler Dergisi, 2011) Eliaçık, MuhittinDivan edebiyatı sadece mahbubun uzuvları üzerinde dönüp dolaşan ve kalıplaşmış konuları işleyen bir edebiyattan ibaret olmayıp, hayatın çok önemli bir kesitini oluşturan, çağ açıp çağ kapatan savaşları da edebî sanatlarla tasvir edip anlatan bir edebiyattır. Tarih ve edebiyat kitaplarında mazmun hâline gelmiş kelime ve kavramlarla işlenmiş ve bir savaş edebiyatı bahsini gerektirecek kadar geniş boyutlu bulunmuş binlerce savaş tasviri yapılmıştır. Divan edebiyatında tarihî-hamasî mesneviler başlığı altında bu konunun incelenmesi yeterli olmayıp müstakil biçimde incelenmesinde yarar bulunmaktadır. Bu makalede, savaşların edebî sanatlarla sıkça tasvir edildiği bir mensur Selçuknâme incelenmiş ve bu tasvirlerde yer alan teşbihler dikkatlere sunulmuştur. Bu durumdan yola çıkılarak, tarih ve edebiyatın müşterek ürünler verebilen iki bilim olduğu hususuna da dikkat çekilmiştirÖğe Yenisey yazıtlarında çıkma hali(2014) Şimşek, YaşarYenisey yazıtları, ilk kez Strahlenberg ve Messerschmidt tarafından XVIII. yüzyılda dünyaya tanıtıldıktan sonra, birbirine yakın-uzak diğer yazıtların keşfedilmesiyle ortaya bir “Yenisey yazıtları külliyatı” çıkmıştır. Radloff (1895), Orkun (1948), Malov (1952), Batmanov (1959-1962), Vasilyev (1983), Kormuşin (1997-2008) tarafından yapılan çalışmalarda ele alınıp işlenen yazıt sayısı giderek artmış, okuma ve anlamlandırma çalışmaları, yazıtları tek tek ele alan müstakil yayınların artmasıyla bugüne kadarki en doğru şeklini bulmuştur. Ancak bu ve bunun gibi çalışmaların üzerinden 50 yıldan fazla geçmiş, bu süre zarfında da pek çok yazıt üzerine yeni okumalar ve anlamlandırmalar yapılmıştır. Gelinen son nokta ışığında Yenisey yazıtlarının çeşitli yönlerden yeniden ele alınması elzem durmaktadır. Biz bu çalışmada, Yenisey yazıtlarında çıkma h?lini incelemeye çalıştık. Aslında Yenisey yazıtlarındaki h?l kategorisi daha önce 2006 yılında Gülzat Nurdin Kızı tarafından yüksek lisans tezi olarak değerlendirilmişti. Ancak bu çalışmada Malov-Batmanov ve Orkun’un çalışmalarının esas alınması, bu çalışmalardan sonra yapılan müstakil çalışmaların karşılaştırmalı olarak kullanılmaması, çalışmanın bir yönüyle eksik kalmasına neden olmuştur. Bu çalışmanın amacı daha önce değerlendirmeye alınan Yenisey yazıtlarında h?l kategorisinin yeniden gözden geçirilmesi gerektiğini göstermektir, ancak bütün h?l kategorisi bir makalenin hacmini oldukça aşacağı için yalnızca çıkma h?li üzerinde durulmuştur. Nurdin Kızı’nın çalışmasına göre Yenisey yazıtlarında çıkma h?li Ø (eksiz) ve /+A/, /+tA/, /+dA/, /+qa /, /+ kA/, /+ ?a/ ekleri ile ifade edilir. Bizim çalışmamızda Fikret Yıldırım vd. tarafından hazırlanan Yenisey Yazıtları ve Irk Bitig adlı çalışmanın Yenisey Yazıtları adlı bölümü taranarak Yenisey yazıtlarında çıkma h?lini şu yapıların ifade ettiği tespit edilmiştir: Ø (eksiz) ve +DA, +KA, +(X)g. Aradaki farklar ve sebepleri makalenin özünü teşkil etmektedir.Öğe XVIII. Yüzyılda Yaşamış Âlim Bir Şair: Erzurumlu Rahmî Ve Divanı(2017) Duman, AliXVIII. asır şairlerinden Erzurumlu Rahmî (ö. 1808/09) klâsik Türk edebiyatı dairesinde yetişmiş, devrinin önde gelen âlim şairlerinden biridir. Erzurum'da dünyaya gelen şair çocukluğundan itibaren iyi bir eğitim görmüş, İstanbul'da muhtelif medreselerde müderrislik vazifesinde bulunmuştur. Söz konusu vasfından dolayı devrinde "Hoca Rahmî" olarak zikredilen şair, 1223/1808-09 yılında İstanbul'da vefat etmiştir. Mutasavvıf kimliğinin yanı sıra ilmî yanı da kuvvetli olan şairin şiiri, tasavvufî mahiyette olup şair daha çok na't, münâcât, ilâhî nazım şekilleri ile manzumeler kaleme almıştır. Şairin Dîvân, Refîk-i Tarîk, İnşâ-yı Mergûb ve Avâmil-i Âtîka olmak üzere dört eseri bilinmektedir. Şüphesiz şairin en meşhur eseri Dîvân'ıdır. Mevcut kütüphanelerinde kayıtlı üç nüshası bilinmektedir. Ancak yaptığımız araştırmalar sonucunda iki nüshanın Erzurumlu Rahmî'ye ait olmadığı, Rahmî mahlaslı başka şairlere ait olduğunu tespit ettik.Türkiye nüshası olduğu düşünülen; "Yapı Kredi Sermet Çifter Araştırma Kütüphanesi Türkçe Yazmalar No:508/2"de Erzurumlu Rahmî adına kayıtlı Mecm??ai Eş??r isimli yazma muhtasar Dîvân'ın Erzurumlu Rahmî'ye ait olmadığını tespit ettik Bahsi geçen kütüphaneden nüshaları bizzat tedarik ederek yaptığımız araştırmalar sonucunda bu eserin elimizdeki müellif hattı dîvânla benzerliğinin olmadığı sonucuna vardık. 19 varaklık bir gazel seçkisi olan bu eserin Kırımlı Rahmî'ye ait olduğu kesindir. Bu yazıda Erzurumlu Rahmî'nin hayatı, edebî şahsiyeti ve eserlerinden bahsedilecek; akabinde Dîvân'ın tavsifi, şekil ve muhteva hususiyetleri ile Dîvân'dan örnekler sunulacaktır.Öğe Eş-Şifâ’nın Türkçe Tercümeleri Ve Tâlib Hocazâde İshâk Necîb Karsî’nin Terceme-İ Şifâ-İ Şerîf’i(2019) Eliaçık, MuhittinTâlib Hocazâde Hâfız İshak Necîb, Karslı bir âlim olup 1798 yılında Kâdî İyâz’ın Eş-Şifâ adlı eserini Türkçeye tercüme etmiştir. Eş-Şifâ, İslam dünyasında çok tanınıp sevilmiş bir eser olup üzerine birçok şerh, tercüme ve özet yazılmıştır. Bu eser, Hz. Peygamber’in örnek hayatını tüm yönleriyle anlatmak amacıyla Endülüslü âlim Kâdî İyâz tarafından kaleme alınmış bir eserdir. Farklı kişilerce defalarca Türkçeye çevrilmiş olan bu eserin mütercimlerinden birisi de Tâlib Hocazâde Hâfız İshak Necîb-i Karsî’dir. Eserin ön sözünde mütercim “kitabının elli beşinci babında bazı velilerin kerametlerini anlatmak istediğinde öncelikle Hz. Peygamber’in mucizelerini nakletmenin uygun olacağını düşündüğünü ancak Hz. Muhammed’in mucizeleri de çok olup onu müstakil bir kitapta anlatmak daha uygun düştüğünden; hadis kitaplarından, Hz. Muhammed’in vasıflarının çoğunu içerip herkesçe sevilen bir eser olan ama dili Arapça olup seviyesi de halka uygun olmayan Kâdî İyâz’ın Şifâ-i Şerîf’ini Türkçeye tercüme etmenin daha faydalı olacağını gördüğünü ve böylece Şifâ-i Şerîf’i tercüme etmeye başladığını” söylemiştir. Bu bölümde mütercim daha sonra Kâdî İyâz ve ailesi hakkında ayrıntılı bilgiler verip tahsil durumu ve ortaya koyduğu eserlerini tanıtmıştır. Eser dört kısımla bunların içindeki baplar ve fasıllardan oluşmuştur. Bu makalede Eş-Şifâ’nın Türkçe tercümeleri ve İshak Necîb Efendi’nin tercümesi analitik biçimde incelenerek tanıtılmaktadır.Öğe Ebussuud Efendi’nin Farsça Bir Manzum Fetvası(2016) Eliaçık, MuhittinFetva kelimesi yiğit, genç, kavî manasındaki fetâ kökünden gelmekte ve sual edilen müşkil bir meselenin hükmünün şeyhülislam veya müftüce kaynağından araştırılarak ortaya konulmasını anlatmaktadır. Bu kelime, fıkhî anlamını müşkil bir meseleyi güçlü bir cevapla izah etmekten dolayı kazanmıştır. Fetva verme, zor ve ciddi bir işlem olduğundan fetvayı veren için 'hallâl-ı müşkilât, müşkil-güşâ' gibi tabirler kullanılmıştır. Fetva kitapları çeşitli konularda kritik bilgiler içeren önemli kaynaklardır. Osmanlıda beş asırlık bir sürede 129 şeyhülislamın görev yaptığı ve verdikleri fetvaların fıkhî ve edebî yönden çok zengin bir malzeme ortaya koyduğu görülmektedir. Hâl-i hazırda elimizde 22 tane fetva mecmuası mevcut olup, bunlar ise yapılacak çok yönlü çalışmaları beklemektedir. Bu kitaplarda hukukî konuların öncelikli olduğu düşünülebilirse de dil ve edebî derinliğin de ciddî bir seviyede olduğu söylenebilir. Bazı fetva kitaplarında rastlanan manzum fetvalar bu heyecanın boyutunu daha da artırıcıdır. Manzum fetva verenlerin en önde geleni Şeyhülislam Ebussuud Efendi'dir. Bu çalışmada onun tespit edilen bir Farsça manzum fetvası tanıtılmaktadırÖğe Rubâî-Müstezâd Şeklinde Yazılmış Arapça Bir Manzum Fetvâ(2016) Eliaçık, MuhittinFetvâ kelimesi yiğit, genç, kavî anlamındaki fetâ kökünden gelip sorulan güç bir meselenin hükmünün şeyhülislâm veya müftüce kaynaklarından araştırılıp cevaplandırılması işlemini anlatır. Bu kelimenin fıkhî anlamı, zor bir meselenin güçlü bir cevapla çözülmüş olması sebebiyle oluşmuştur. Fetvâ işi, ciddi bir mesai gerektirdiğinden fetvâyı veren şeyhülislâm veya müftü hakkında 'müşkil-güşâ, hallâl-ı müşkilât' gibi sıfatlar kullanılmıştır. Fetvâ kitapları çeşitli hususlarda çok ciddi bilgi ve belgeler içeren kaynaklardır. Beş asırlık uzun bir zaman zarfında 129 şeyhülislâmın görev yaptığı Osmanlı'da verilen fetvâlar fıkhî olduğu kadar edebî yönden de zengin bir malzeme ortaya koymuştur. Bugün elimizde 22 adet fetvâ mecmuası bulunup bunlar dil ve edebiyat çalışmalarını da yakından ilgilendirmektedir. Bu mecmualarda öncelikle hukukî konular yer almakla birlikte dil ve edebî yönden de önemli bir birikim bulunup, bazı kitaplarda yer alan manzum fetvâlar bu birikimin en önemli ayağını oluşturmaktadır. Şu ana kadar tespit ettiğimiz 30 manzum fetvânın büyük kısmı Türkçe olup bunların arasında birkaç tane de Arapça ve Farsça fetvâ vardır. Bunlar da şekil ve muhtevaca farklı olmalarınca dikkati çekmektedir. Bunlardan nazım şekli rubâî-müstezad olup, konusu da oldukça garip olan Arapça bir manzum fetvâ bu makalenin konusu olmuştur. Bu makalede bu fetvâ çeşitli yönlerden incelenmektedirÖğe Ebussuud Efendi’nin Manzum Fetvâları(2016) Eliaçık, MuhittinFetvâ; yiğit, genç, kavî anlamındaki fetâ kökünden gelen bir kelime olup şeyhülislâm veya müftünün, müşkil bir meselenin hükmünü kaynaklarından araştırarak ortaya koyması işlemini ifade etmektedir. Bu kelime, müşkil bir meseleyi güçlü bir cevapla izah etmekten dolayı fıkhî anlamını kazanmıştır. Fetvâ vermenin güç ve ciddi bir iş olduğunu, fetvâ veren şeyhülislâm veya müftü için kullanılmış olan: 'ukde-güşâ-yı işkâl, müşkil-güşâ' gibi sıfatlardan anlamak mümkündür. Fetvâ kitapları muhtelif konularda hassas ve kritik bilgi ve belgeler içeren önemli kaynaklardır. 129 şeyhülislâmın görev yaptığı Osmanlı'da verilen fetvâlar hem fıkhî, hem de edebî yönden zengin bir hazine meydana getirmiştir. Bugün elimizde 22 adet fetvâ mecmuası bulunmakta olup, yapılacak nice dil ve edebiyat çalışmasını beklemektedir. Bu kitaplarda öncelikle hukukî konular yer almakla birlikte dil ve edebî derinlik ve genişlik de heyecan vericidir. Özellikle bazı kitaplarda yer alan manzum fetvâlar bu heyecanı daha da artırıcı niteliktedir. Elimizdeki manzum fetvâlar Türkçe olup aynı zamanda Türk edebiyatında bir nazım türünün de adı olmuştur. Son yıllarda tanıttığımız manzum fetvâların sayısı, çalışmalar derinleştikçe artmaktadır. Manzum fetvâ verenlerin birisi de Şeyhülislâm Ebussuud Efendi'dir. O, manzum fetvâ geleneğinin ilk isimlerinden olup, elimizdeki manzum fetvâların da çoğunluğu kendisine aittir. Bu çalışmada onun tespit edilen manzum fetvâları tanıtılmaktadırÖğe "Âşık U Mahbûb" Ahvali Üzerine Bir Hüküm Ve Manzum Fetvâ(2016) Eliaçık, MuhittinDivan edebiyatı büyük ölçüde, âşık ve maşukun (mahbup) ahvalinin derin mana ve zengin hayallerle anlatılmasına dayanır. Aşk etrafında dönüp dolaşan Divan şiirinde âşık acı çeken, maşuk bu acıları yaşatandır. Maşuk (mahbup), âşığının duygularına karşı daima acımasızdır ve ona acı çektirmekten zevk alır; âşık ise sürekli bundan şikâyet eder. Maşuk bir hükümdar, âşık ise onun kölesidir. Bazen âşık, derman bekleyen bir hasta, maşuk bir tabip; bazen de âşık, maşukun zulmünün kurbanı veya şehididir. Maşuk daima âşığına eziyet, naz, tegafül, vefasızlık edip rakiplere de ilgi göstererek ona acı üstüne acı yaşatır. Maşuk (mahbup) hakkındaki şikâyetler sadece şiirin değil, fetvâ ve hükümlerin de mizahi düzeyde konusu olmuştur. Bu makalede bu konuyla ilgili birkaç örnek tanıtılmaktadır.Öğe Şeyh Abdülahad Nûrî’nin Devrân Hakkında Manzum Ve Mensur Fetvâsı(2016) Eliaçık, MuhittinDevrân, sûfîlerin coşkuyla dönerek zikir yapmalarıdır. Melâmiyye ve Nakşibendiye tarikatleri dışında birçok tarikatte uygulanmış olan devrânî zikre büyük önem verilmiş, Mevlevîlikte edvâr-ı selâse bulunmuştur. Tarikatlarda yaygınlaşan devranî zikre karşı zahir uleması ise şiddetli reddiyeler yazarak sert fetvâlar vermişlerdir. Bu konuda iki Osmanlı şeyhülislâmı Kemalpaşazâde ve Ebüssuûd Efendi öne çıkmaktadır. Serdedilen sert görüşler arasında raks ve devrânı helâl sayanların kâfir olacakları görüşü dahi vardır. Osmanlı'da raks ve devrânı müdafaa veya red için birçok risale yazılmıştır. Ayrıca, devletçe devrân yapan tarikat ehline sataşılmamasına dair ferman çıkarılmış, fiilî müdahaleleri önleyen tedbirler alınmıştır. Buna rağmen tartışmalar kesilmemiş ve devrânın lehinde ve aleyhinde birçok risâle yazılmıştır. Devrân hakkında görüş bildiren sûfî şeyhlerden birisi de 17.yüzyılın önde gelen Halvetî şeyhlerinden Abdülahad Nuri'dir. O, uzun süre vaaz ve irşad ile meşgul olmuş bir tekke şeyhi olduğundan fetvâ mahiyetinde ele alınabilecek görüşlerini de ortaya koymuştur. Fetvâ mahiyetindeki bu görüşlerinden birisi de Osmanlıda uzun süre tartışmalı konulardan birisi olmuş olan devran ile ilgilidir. O, devrâna dair kendisine nazmen sorulmuş olan bir suale aynı biçimde cevap vermiştir. Bir fetvâ mahiyetinde görünen bu cevabın devran hakkında olumlu bir görüş olarak ortaya konulduğu görülmektedirÖğe Balkan Ülkelerinin Anayasalarında Dil Kullanımı İle İlgili Düzenlemeler(2012) Gökdağ, Bilgehan AtsızÇok kültürlülük ve çok dillilik açısından ilgi çekici bölgelerden biri de Avrupa'nın güneydoğusunda yer alan Balkanlardır. Bölge; Yunanistan, Bulgaristan, Arnavutluk, Romanya, Türkiye'nin Avrupa yakası ile Yugoslavya'nın dağılmasının ardından bağımsız devletler olarak ortaya çıkan Makedonya, Hırvatistan, Slovenya, Bosna-Hersek, Kosova, Sırbistan ve Karadağ'ı içine almaktadır. 1990 yılına kadar bölge ülkeleri Yunanistan hariç Komünist sistemle yönetilmekteydi. Yugoslavya'nın parçalanması ile ortaya çıkan yeni devletler yeni anayasalarını da oluşturmuşlardır. Çok etnili ve çok dilli olan bölge ülkelerinin anayasalarında dil kullanımı ile ilgili özgürlüklere yer veren maddeler bulunmaktadır. Etnik çeşitliliğe sahip ülkelerdeki standart ve yerel dillerin durumu her zaman için sorun oluşturmuştur. Milletler uzun birliktelikler sonucu oluşturdukları ortak yasalarında milli birliklerini bozmadan bu sorunu nasıl çözecekleri önemli bir sorudur. Dünyanın birçok ülkesinde karşılaşılan bu durum, acaba Balkan ülkelerinde nasıl bir sonuç doğurmuştur. Özellikle Balkan bölgesi birçok etnik grubu ve dili içinde barındırmaktadır. Bu coğrafyada dinden sonra etnik kimliğin en önemli belirleyicisi, dil olmuştur. Balkan yarımadası da dünyanın en çok bilinen dilbilim bölgelerindendir. Tarihte dönem dönem bölgedeki etnik çeşitlilik, din ve dil farklılıkları bazı devletler tarafından istismar edilmiş ve bu ülkeler kendi çıkarları için bu özellikleri kullanarak bölge halklarını kışkırtmışlardır. Bu makalede Balkan ülkelerinin anayasaları incelenerek standart dilin yanında diğer dil konuşurlarının ihtiyaçlarına nasıl cevap verildiği araştırılacaktır. Bu nüfus gruplarının bazıları, bugün yaşadıkları topraklarda azınlık durumunda bulunmakta ve ülkelerinden dil hakkı talep etmektedirler. Ancak dil politikaları ülkeden ülkeye değişiklik göstermektedir. Meselâ Eski Yugoslavya zamanında, ülkede konuşulan birçok dile yasal eşitlik tanınmaktayken; kurulan yeni devletler, oluşturdukları anayasalarda sadece çoğunluğun diline özel yer vermişlerdir.Öğe Sanatın Doğuşu, Sanat Eserinin Ontik Bütünlüğü Ve Niteliği(2015) Bulduker, GültenBugüne değin sanatın ne olduğu, ne zaman başladığı ve işlevi konusunda pek çok şey söylenmiştir. Ne zaman başladığı konusunda çeşitli varsayımlar olduğu gibi ne olduğu ve işlevi konusunda da görecelilik (izafî) özelliğinden dolayı farklı tanım ve açıklamalar yapılmıştır. Buna rağmen estetik konusunda sistemli ve tutarlı görüşler ortaya konmuş, sanatın kendine özgü bir alan olduğu ısrarla savunulmuştur. Nitekim sanatın insanın ruhî boyutuna yönelik bir ihtiyaca cevap vermesi, inkârı mümkün olmayan bir gerçektir. Felsefi antropoloji, her toplumun kendine has bir yaşam algısının olduğunu ve bunun da insan başarısı olan tinsel varlıklarda gün yüzüne çıktığını belirtmektedir. Bu çalışma, sanatın ne zaman başladığına ilişkin varsayımlar ve ontolojik felsefenin obje çözümlemesi üzerinde kısaca durarak nitelikli bir sanat eserinde aranan unsurların ne olduğunu açıklamak amacını taşımaktadır. İnsanoğlu var olduğu günden bu yana çok çetin bir yaşam mücadelesi vermektedir. İlkel toplumlar ile modern dünya insanının açlık, susuzluk, barınma vs. gibi fizyolojik ihtiyaçları bakımından bir fark olmamasına rağmen, bugün, modern dünya insanının psikolojik ihtiyaçları neredeyse temel ihtiyaçlar kadar önemli olabilmekte hatta bazen öne bile geçmektedir. Bu bağlamda medeniyetlerin tarih sahnesinde aldıkları yol ve bıraktıkları izler, insan kimliğindeki gelişmeyi göstermesi bakımından önemlidir. Şöyle ki geçmişten günümüze ulaşan ilkel araç gereçler, mağara duvarlarına çizilen resimler, ilk yerleşim alanları vs. günümüz üretim araçları, sanatı ve yaşam tarzıyla kıyaslandığında insanın sürekli ve bilinçli eylemlerinde ne denli yol kat ettiği görülür. Modern insanın yaşamı eskiye göre kıyaslanamayacak düzeyde karmaşık bir hal almıştır. Aşırı tüketimin bir zorunluluk gibi algılanmasına karşın ruhî ihtiyaçlar ihmal edilebilmekte bunun sonucunda da toplum düzenini bozacak şiddet, haksızlık, psikolojik rahatsızlıklar gibi olumsuzluklar ortaya çıkabilmektedir. İnsanoğlu yaratılış itibariyle "iyilik ve kötülüğü", "güzellik ve çirkinliği" içinde barındırdığından eylemlerinde "doğu ve yanlış" arasında seçim yapmak durumunda kalabilmektedir. Bu nedenle iyi bir eğitim, toplumda kabul gören değerlerin öğretilmesinde önem arz etmektedir. İnsanın "güzel"e hayran bir varlık olması "din" ve "sanat" gibi iki önemli kurumun eğitimini her zaman gerekli kılmıştır. Neredeyse tüm toplumlarda, ister tek tanrılı olsun isterse diğer inanç sistemlerinin sosyal yaşamın her alanına etkisi söz konusudur. Bu etkiyi en açık bir şekilde sanat eserlerinde görmek mümkündür. Nitekim herhangi bir toplumda üretilen sanat eserleri o toplumun yaşam tarzı ve yaşam algısını yansıtan önemli kaynaklardır. Doğu ve batı medeniyetinin birbirine zıt iki kutupta gelişmesi, bu tezin en açık ispatıdır. İnsanın bilinçli eylemleri ve ihtiyaçları doğrultusunda gelişen sanat, bu gün, işlevi konusunda her ne kadar tartışmaya açık olsa da, estetikçiler tarafından kabul gören kuramlara sahiptir. Eski Yunan yazarlarından Rönesans ressamlarına ve XVII. yüzyıl filozoflarına varıncaya değin modern güzel sanatlar, sanatçı ve estetik ideallerinin kimi yönlerini bölük pörçük sergilemesine karşın, bu fikirlerin kuramsal bir sistem oluşturacak şekilde bir araya gelmesi ancak XVIII. yüzyılı bulur. Bu dönemde "sanat" bağımsız bir tinsel alanı göstermeye başlar. Sanat üzerine ilk tartışmayı Platon (MÖ.427-347) ve Aristoteles'in (MÖ.384-322) eserlerinde görürüz. Sonraki dönemlerde ise bugün hâlâ ismi anılan ve estetikçiler tarafından beğenilen birçok eser kaleme alınmıştır. Sanatın ne olduğu sorusu, beraberinde onda "fayda" mı yoksa "güzellik" işlevi mi aranmalı tartışmalarına yol açsa da estetikçiler, "güzellik"ten yana tavır almış ve sanatın temel amacını "güzellik duygusu ortaya koymak" olarak tanımlamışlardır. Sanat eserinde insanı etkileyen onda hayranlık duygusu uyandıran "güzel olan" her ne ise, bunlar, eserin bütününde bulunan unsurlardır. Eski ontoloji evrenin bütününü form ve madde, idea ve şey olarak kavrarken yeni çağ ontolojisi "intentio recta" nesnel, yani var-olana uygun bir tavır alır. Modern ontolojiyi kuran Nicolai Hartmann'a göre "intentio recta" ya dayanan bir ontoloji real dünyayı, onun heterojen tabiatı içindeki yapıyı araştıracak ve çözümlemeye çalışacaktır. Ontoloji real dünyanın "bütünlüğü" ve "birliğini" araştıracaktır. Bu anlayıştan hareketle sanat eserleri de real bir var-olandırlar ve bir bütündürler. Bütün olan şey heterojen çokluktur, bu gelişi güzel bir çokluk değil tabakalar çokluğudur. Aristoteles'ten beri varlığın maddî olanı üzerinde organik ve ruhî olanların bulunduğu bilinmektedir. Yeni ontoloji, varolanı ontik bir bütün olarak görür. Bunun içinde hem real hem ideal varlık hem de estetik varlık yer alır. Sanat eserleri de var olduğuna göre heterojen çokluğa yani tabakalara sahiptir. Bu durumda iyi bir sanat eseri incelenirken ve niteliği değerlendirilirken bu tabakaların göz önünde tutulması gerekir. Sanat eseri her şeyden önce bir objektivation (yaratma) dur. Objektivation real (ön) ve irreal (arka) olmak üzere birbirine karşıt iki varlık tabakasından oluşur. Ön-yapı açık olarak bilinen bir tabakadır. Arka tabakada ise, asıl tinsel içerik bulunmakta olup bir sanat eserinin özü arka tabakaların derinliği sayesinde kavranır. Nitelikli bir sanat eserinin değeri, arka yani derin yapıda gizli olanların onu algılayan bir süje tarafından kavranmasıyla ortaya çıkar. Bu yüzden sanat severlerin yönlendirilmesinde ve nitelikli olan esere ulaşmaları konusunda sanat eleştirmenlerinin etkisi büyüktür. Sıradan bir sanat severin/okurun ilgi duyduğu sanat konusunda bilimsel bilgiye sahip olması gerekmez fakat belirli bir sanat zevki edinme konusunda çaba harcaması gerekir. Mesela şiir bilgisine sahip olmayan bir insan, nitelikli bir şiiri okurken veya dinlerken duygu veyahut düşünce derinliğini hissedebilir; eserin üslûbundaki değeri sezebilir.Öğe Belâgat Kitaplarında Rücû’ Sanatının Tarif Ve Tasnifi(2017) Eliaçık, MuhittinBir mana sanatı olan rücû', belâgat kitaplarında biribirine benzer şekillerde açıklanmıştır. Bu sanat ilk belâgat kitaplarından Miftâhu'l-Ulûm'da yer almamakla beraber onun özet veya şerhlerinde yer almış ve Osmanlı belâgat kitapları da bunları takip etmiştir. Belâgat kitapları me'ânî, beyân, bedî' olarak üç bölümden oluşmakta ve edebî sanatlar bedî' bölümünde açıklanmaktadır. Bu kitaplarda edebî sanatlar lafzî ve manevî olarak iki başlık altında ele alınmakta ve tarif ve tasnifçe birtakım farklar görülebilmektedir. Bu kitaplarda herhangi bir sanatın farklı adlarla geçtiği, bir kitapta yer alırken diğerinde yer almadığı veya farklı bölümlerde anlatıldığı, iki ayrı sanat olarak açıklandığı sık görülen bir durumdur. Rücû' sanatı belâgat kitaplarının çoğunda yer almış bir mana sanatıdır. Rücû', söylenen bir sözden nükte gereği geri dönüp onu bozmak anlamında bir sanattır. Bu sanatta söylenen bir söz geri dönüş yapılarak reddolunmaktadır. Bu makalede bu sanat, belâgat kitaplarından mukayeseli biçimde ortaya konulmaktadırÖğe Pakistan Folkloründe Sassı Punnu Hikâyesi’nin Özeti(2013) Alap, Mustafa SarperBir aşk öyküsüdür ki, iki sevgilinin birbirlerine olan unutulmaz aşkları, aynı statüde olmamalarına rağmen her engeli aşk için aşma mücadeleleri, aşk uğruna yapılan fedakarlıklar, tesadüflerin seven iki insanı bir araya getirmesi ve bitmeyen, sönmeyen bir aşk hikayesi. Çok az insan sevgisi ve aşkı için mücadele verebilir, bazıları ise zorluklara dayanamaz ve aşkından vazgeçer, engellere ve mesafelere yenik düşer. Bu az dediğimiz aşık insanlar aşkları uğruna kızgın güneşin altında susuz çöllerde sevgisinin, sevgilisinin peşine düşer. Ama sonunda sevdiğine yani sevgilisine kavuşur ama farklı bir kavuşmadır bu. İşte bu türde güzel bir aşk hikayesinin anlatıldığı Sassi Punnu, Sindh'in en önemli dört hikayesinden birisidir. Bu öykünün yazarı 1689 - 1752 yılları arasında yaşamış olan Abdullah Bhitta'dır. Hikayenin konusuna gelince, Sassi, çok iyi bir aile kızıydı ve ailesiyle birlikte yaşıyordu ve sadece bir arkadaşı vardı, Punnu ise büyük bir kralın dört oğlundan biriydi. Tesadüfler onları biraraya getirdi, nereye gitseler orada karşı karşıya geliyorlardı ve sonunda bu iki güzel insan tanıştılar. Punnu, prensliğini bir yana bırakarak halktan biri gibi Sassi'yi babasından istedi ve babası da ona halktan biri olduğu için kızını verdi ve Sassi ile Punnu çifti evlendi. Çok mutlu giden bir evlilikleri vardı, ama Punnu'nun kardeşleri onu kaçırdılar ve hazin son bu şekilde kaçınılmaz olduÖğe BELÂGAT KİTAPLARINDA ‘AKİS’ SANATININ TARİF VE TASNİFİ(2015) Eliaçık, MuhittinBelâgat kitapları edebî sanatların açıklandığı eserler olup; me'ânî, beyân, bedî' bölümlerinden oluşmaktadırlar. Bu kitaplarda edebî sanatlar çoğunlukla bedî' bölümünde açıklanmıştır. Belâgat kitaplarında edebî sanatlar tarif, tasnif ve miktarca farklı şekillerde yer almaktadır. Bu kitaplarda bir sanat değişik isimlerle geçebilir; bir kitapta geçerken diğerinde geçmeyebilir; farklı bölümlerde anlatılabilir; bazı sanatlar iki ayrı sanat olarak açıklanabilir. Akis sanatı da belâgat kitaplarının çoğunda geçen bir mana sanatıdır. Akis, bir cümle veya mısrada kelime veya kelime gruplarının yer değiştirilmesiyle yapılan bir sanattır. Bu sanatta kelime veya kelime grupları tersine çevrilmektedir. Bu makalede, birçok kitapta yer almış olan bu sanat, belâgat kitaplarından mukayeseli biçimde ortaya konulacaktırÖğe Tarihçi Atâ'nın Atçılık İle İlgili Eseri: Tuhfetü'l-Fârisîn Fî-Ahvâli Huyûli'l-Mücâhidîn(2013) Elaiçık, MuhittinAt ve atçılık insanlık için özel ve müstesna bir yere sahip olup, Türklerde ise bunun çok daha büyük bir yeri ve değeri vardır. Büyük Türk devletleri atların sırtında kurulmuş ve birçok mevki ve makam ismi de ata dayalı olarak ortaya çıkmıştır. Atın yerini ve kıymetini anlatan ayet ve hadislerin de bulunması atın değerini daha da artırmış; hatta at, Türklerde insandan sonra yaratılmışların en şereflisi olarak kabul edilmiştir. İslâm dünyasında at ve atçılığa dair eserler Abbasiler döneminden itibaren yazılmaya başlanmış ve zamanla birçok baytarnâme ve fürûsiyye ortaya konulmuştur. İslâm dünyasında at ve atçılığa dair eserler, at hastalıkları ve tedavilerine dair baytarnâmeler ile atçılık, binicilik, okçuluk gibi konuları içeren fürûsiyyeler adı altında yazılmıştır. Baytarnâmelerde genellikle at hastalık ve tedavileri işlenmiş, fürûsiyyelerde ise binicilik, silahşorluk gibi konular ele alınmıştır. Bu iki sahada antik dillerden Arapçaya birçok çeviri yapılmış ve bunlarda genellikle, Aristo'ya ait olduğu kabul edilen Baytarnâme'den esinlenilmiştir. İslâm dünyasında baytarlıkla ilgili ilk telif eser İbni Ahi Hizâm el-Huttelî'nin Kitâbül-hayl ve'l-baytara adlı eseri olmuş ve bu eser daha sonra birçok defa tercüme ve şerh edilmiştir. Osmanlı'da at ve atçılıkla ilgili eserlerin genellikle şerh ve tercüme şeklinde yazıldığı görülmekte olup, bunların birisi de Tayyarzâde Ata tarafından Arapça bir eserden Tuhfetu'l-farisin fî-ahvâli huyûli'l-mücâhidîn adıyla çevrilmiş eserdir. Bu makalede bu eser incelenip tanıtılmaktadır.Öğe Modern Yemen Romanında Mekân Bağlamında Kadının Konumlandırılışı(2017) Soyer, SenemArap edebiyatında "rivaye" kelimesiyle karşılığını bulan roman türü, şiir ve hikâye türüne göre daha geç bir zamanda ortaya çıkmıştır. Modern anlamda Arap romanı XIX. yüzyılın son çeyreğinde Batı edebiyatlarının etkisi ve çeviri yoluyla gelişmiş, bu süreci uyarlama ve telif romanlar takip etmiştir. Romanda bir kahraman etrafında gelişen olaylar ve bunların aktarımı söz konudur. Romanı oluşturan temel yapı taşlarından biri olan mekân kavramı, kahramanların etrafında gelişen olayların yaşandığı yerlerdir. Olaylar ister gerçek ister hayali olsun bir mekâna ihtiyaç duyar. Bu çalışmada San'âî romanı "mekânın 'yeniden' üretimi", "kadın-mekân ilişkileri" ve "toplumsal cinsiyet" gibi çeşitli başlıklar altında bir incelemeye tâbi tutulacaktır. Bu bağlamda bu çalışmanın odağını Yemenli yazar Nâdiye elKevkebânî ve San'âî adlı romanında kadın-mekân ilişkisi ve bunun ele alınışı oluşturmaktadır. Bu romanda mekân unsuru kadının toplumsal olarak konumlandırılışı bakımından irdelenecektir. Roman kahramanları Subhiye, Hamid, Gamdân ve Huriye'dir. Her bir kahraman Yemen toplumsal ve kültürel hayatını temsil eder biçimde kurgulanmıştır. Kahramanların mekânsal pratikleri yoluyla kadın-erkek, kamusal-özel alan ayrımları öne çıkarılmıştır. Subhiye, eğitimli ve modern Yemen kadınını sembolize ederken Huriye ataerkilliğin ve gelenekselliğin etkisindeki Yemen kadınını temsil etmektedir. Hamid romanın geleneksel özellikler gösteren erkek kahramanıdır. Gamdân ise kamusal alanların erkeklere tahsis edilişinin bir örneğidir. Bu çalışmada kadın-erkek rolleri ve mekânsal karşılıkları bakımından farklılıklar ortaya konulmuştur. Roman kahramanlarının gözünden mekânlara ne gibi anlamlar yüklendiği ve atfedildiği araştırılmıştırÖğe Öğe Öğe The myth of NarcIssus In André GIde and Paul Valéry And Its SuggestIo(2012) İçel, DuranA projection of human imagination, myths have always been a subject of human study as much for their symbolic value as for their universal message. Some myths reveal individual complexities while others disclose some complex underlying structures about family and social relationships. One such example about this human complexity is the myth of Narcissus, which, from Homeric times, has been deemed as referring to the love of “me”. In this study, with reference to the original myth, we seek to find similarities and differences in the stories of André Gide (written in prose) and Paul Valéry (in verse). Unlike Valéry, in his prose Gide follows a symbolic interpretation. Gide emphasizes inner truth and the original being that seems to be incompatible with Narcissus himself. However, in Valery, the obsession with image is related with the awareness of the human condition. Yet the poet likes to find analogies between the state of mind of his hero (Narkissos) and natural elements to better explain his ideas about being