Tıbbi Uzmanlık Tez Koleksiyonu

Bu koleksiyon için kalıcı URI

Güncel Gönderiler

Listeleniyor 1 - 20 / 47
  • Öğe
    Crohn hastalarında maresin 1 düzeylerinin hastalık aktivitesi ile ilişkisi
    (Kırıkkale Üniversitesi, 2022) Turan, Tuna; Gül, Özlem; Ergül, Bilal
    Amaç: Bu çalışmada amacımız, antiinflamatuar ve inflamasyon çözücü özelliklere sahip olan maresin 1 düzeylerinin Crohn hastalarında, hastalık aktivitesi üzerindeki etkisini diğer inflamatuar parametrelerle karşılaştırarak belirlemektir. Materyal ve Metod: Çalışmaya Nisan 2021 ile Haziran 2021 tarihleri arasında polikliniğe başvuran 30 aktif, 30 remisyonda Crohn hastası, 30 sağlıklı kişi alındı. Hastaların rutin tetkikleri hastane sisteminden kaydedildi. Serum maresin 1 ölçümü için alınan kan örnekleri -80 °C'de buzdolabında saklandı. Toplanan bu kanlardan ELISA tekniği kullanılarak maresin 1 düzeyleri ölçüldü. Bulgular: Çalışmamızda maresin 1 düzeyi aktif grupta 215,74 pg/ml (118,55 – 327,46), remisyon grubunda 413,29 pg/ml (215,82 – 726,82) ve sağlıklı kontrol grubunda 753,4 pg/ml (381,5 – 901,08 ) ölçüldü. 3 grup arasında anlamlı düzeyde fark saptandı. ROC analizinde, MaR1 düzeyi ?607,38 pg/ml olduğunda %96,67 sensitif ve %80 spesifik (AUC=0,919, p<0.001) olduğu saptandı. Sonuç: Bu sonuçlar, serum maresin 1 düzeyinin inflamasyonu öngörebilmede bir belirteç olabileceğini, ayrıca inflamasyonun rezolüsyonunun hastalığın remisyonundaki önemi göz önüne alındığında, bu süreçte rol alan ?-3 PUFA türevi olan maresinlerin, hastalığın tedavisinde kullanılabileceğini düşündürmektedir. Anahtar Kelimeler: Crohn hastalığı, inflamasyon, rezolüsyon, maresin 1
  • Öğe
    Pankreas kanseri ile maresin 1 düzeyi arasındaki ilişki
    (Kırıkkale Üniversitesi, 2022) Varol, Hakan; Gül, Özlem; Ergül, Bilal
    Pankreas kanseri ile Maresin 1 arasındaki ilişki, Kırıkkale Üniversitesi Tıp Fakültesi İç Hastalıkları Anabilim Dalı, Uzmanlık Tezi, Kırıkkale, 2022. Giriş ve Amaç: Pankreas kanseri, kansere bağlı ölümlerde 4. sıradadır ve pankreas kanseri, pankreasın en sık görülen primer malign tümörüdür. Yaş, belirli genetik sendromlar, sigara, diyabet, alkol kötüye kullanımı ve obezite dâhil olmak üzere çoklu risk faktörleri bulunmaktadır. Yaptığımız çalışmada inflamasyonun rezolüsyonunda görevli Maresin 1'in pankreas kanseri patogenezindeki rolünü ve kronik pankreatit ile pankreas kanserini ayırıcı gücünü değerlendirmeyi amaçladık Gereç ve Yöntem: Çalışmaya Ekim 2021' den itibaren kliniğimize başvuran, çalışmaya katılmayı kabul etmiş, pankreas kanser tanısı alan 47 hasta, kronik pankreatit tanısı olan 32 hasta ile İç Hastalıkları Polikliniği'ne rutin kontrol için başvuran ek hastalığı olmayan 30 gönüllü kişi dâhil edildi. Toplanan bu kanlardan ELİSA tekniği kullanılarak MaR1düzeyleri ölçüldü. Bulgular: Çalışmamızda Maresin 1düzeyi pankreas kanserli grupta 374,42(97,27- 74,129) pg/ml, kronik pankreatitli grupta 491,39(252,66-949,28) pg/ml ve sağlıklı kontrol grubunda 558,53(286,94-886,68) pg/ml ölçüldü. Pankreas kanserli grup ile kronik pankretit ve sağlıklı kontrol grubu arasında anlamlı düzeyde farklılık saptandı. Pankreas kanserli hasta grupta Maresin 1 düzeyi kronik pankreatit grubundan düşük saptandı(p=0.01). Pankreas kanserli grupta Maresin 1 düzeyi sağlıklı kontrol grubundan düşük saptanmıştır (p<0.001). Yaptığımız ROC analizinde Pankreas kanseri tanılı hastalarıın kronik pankreatitli hasta grubuna göre öngörülmesinde Maresin 1 (AUC=0,651; [%95GA: 0,535-0,754]; p=0,0169 değerlerinin ayırt edici performansının yüksek olduğu belirlenmiştir. MaR1 ?315,52 kesim noktası için duyarlılık %36,17 ve seçicilik %90,62 olarak belirlendi. ix Sonuç: Rezolüsyon yolaklarında görevli lipit mediyatörlerinin azalması sonucunda pankreas kanseri patogenezinde rolü olan proinflamatuar sitokinler artmaktadır. MaR 1'in azalması kronik inflamasyon ve pankreas karsinogenezi tetikleyebilir. MaR 1,kronik pankreatitli hastaların pankreas kanserine progresyonunu öngörmede klinik pratikte önemli tanısal katkı sağlayabilir. Anahtar kelimeler: Pankreas kanseri, kronik pankreatit, inflamasyon, rezolüsyon, Maresin 1
  • Öğe
    Yaşlılarda serum klotho protein düzeyleri ile kas gücü ve fonksiyonları arasındaki ilişki
    (Kırıkkale Üniversitesi, 2022) Yildirim, Serhat; Ülger, Zekeriya
    Yaşlılarda Serum Klotho Protein Düzeyleri İle Kas Gücü Ve Fonksiyonları Arasındaki İlişki Giriş ve Amaç: Sarkopeni ileri yaşla birlikte ortaya çıkan iskelet kası gücü kaybı ile birlikte, kas kütlesi ve fonksiyonunun azalması olarak tanımlanmıştır ve malnutrisyon ilişkili geriatrik sendromlardan biridir. Alfa Klotho protein başta böbrekte olmak üzere tüm dokularda reseptörü bulunan FGF-23'ün ko-reseptörüdür. Fare deneylerinde alfa Klotho protein ekspresyon düzeyinin azalmasının erken yaşlanma ile ilişkili olduğu gösterilmiştir. Bu çalışmada geriatrik popülasyonda sarkopeni ile serum alfa Klotho protein düzeyi ilişkisinin saptanması amaçlanmıştır. Gereç ve Yöntem: Çalışmada 65 yaş üstü, EWSGOP2 tanı kriterlerine göre sarkopenisi bulunan 30 hasta vaka grubuna, sarkopenisi bulunmayan 30 hasta kontrol grubuna dahil edildi. Katılımcıların antropometrik ölçümleri, yürüme hızları, el kavrama güçleri, BİA ile vücut analizleri değerlendirildi. Serum alfa Klotho protein düzeyleri solid faz sandeviç ELİSA tekniği ile ölçüldü. Bulgular: Çalışmamızda vaka grubunda kontrol grubuna göre kas kütlesi ölçümleri, vücut yağ yüzdesi, yağsız kuru ağırlık oranı, total vücut kuru ağırlık oranı, hücresel yağ kütlesi, el kavrama gücü ve yürüme hızı istatistiksel açıdan anlamlı derecede düşük bulundu. Vaka grubunda kontrol grubuna göre alfa Klotho protein düzeyi istatistiksel olarak anlamlı derecede düşük bulundu (p=0,02). Alfa Klotho protein ile kronik hastalıklar, handgrip ve yürüme hızı arasında istatistiksel bir ilişki bulunmadı. Tartışma ve Sonuç: Sarkopeni neden olduğu komorbidite ve mortalite nedeniyle önemli bir geriatrik sendromdur. Alfa Klotho protein düzeyi sarkopenik hastalarda anlamlı derecede düşük bulunmuştur. Bu çalışma sarkopeninin tanı ve tedavisinde alfa Klotho proteinin öneminin anlaşılması için gelecekte yapılacak çalışmalara yol göstermektedir. Anahtar Kelimeler: Sarkopeni, Alfa Klotho Protein, Yaşlılık, Kas Gücü
  • Öğe
    Gastrointestinal(kolon) poliplerin endoskopi eşliğinde polipektomi sonrasında retrospektif değerlendirilmesi
    (Kırıkkale Üniversitesi, 2022) İğdeli, Ufuk; Yalçin, Selim
    Amaç: Kolon kanseri dünyada ilk 3 sırada yer almaktadır. Kolon kanseri etyolojisinde rol alan adenomların endokolon işlemi ile çıkarılması erken tanı ve tedavi açısından önemlidir. Çalışmamızda kolonoskopi işlemi esnasında saptanan poliplerin sayı ve boyutları, lokalizasyonları, şekilleri ve histopatolojik özellikleri açısından sınıflandırılması üzerine yer verildi. Gereç ve Yöntem: Kırıkkale Üniversitesi (KKÜ) Tıp Fakültesi Hastanesi'nde 1 Ocak 2013 ile 1 Ocak 2021 tarihleri arasında endokolon yapılan hastalar taranmıştır. Bu hastalardan kolonda polip saptananlar başvuru yılı, yaş, cinsiyet, hemoglobin değeri, polip sayısı, polip yerleşim yeri, polip büyüklüğü, polip patolojisi ve displazi içerip içermemesi açısından kayıt altına alındı. Bulgular: Toplamda 1121 endokolon işlemi yapıldı. 782 hastaya kolon polipektomi yapıldı. Bazı hastalara farklı zamanlarda birden fazla kolonoskopi eşliğinde polipektomi işlemi gerçekleştirildi. 782 hastaya toplamda 1856 defa kolonoskopi eşliğinde polipektomi işlemi uygulandı. Polipektomi yapılan 1856 hastanın %32,2 si kadın, %67,8 i erkek hastaydı. Hastaların yaş ortalaması 65,9 (±10,91) yıldı, en küçük hasta 22 en büyük hasta 96 yaşındaydı. Hastaların ortalama polip sayısı 1,13 (±0,58) adet olup, hastalarda en az 1 en fazla 15 polip sayısı mevcuttu. Ortalama polip büyüklüğü 6,21 (±5,96)mm olup, en küçük polip 2mm en büyük polip 52mm olarak saptandı. Hastaların ortalama hemoglobin değeri 13,81 (±2,08) gr/dl olup, en düşük hemoglobin 8,0 gr/dl en yüksek hemoglobin ise 18,4 gr/dl olarak kayıt edildi. Çalışmamızda kolon poliplerinin tutulum yerlerine baktığımızda ise çekumda 118 (%6,4), çıkan kolonda 233 (%12,6), transvers kolonda 345 (%18,6), inen kolonda 237 (%12,8), sigmoid kolonda 537 (%28,9), rektumda 386 (%20,8) olmak üzere toplamda 1856 adet polipektomi işlemi kayıt edildi. Çıkarılan polipler 315 (%17) hiperplastik polip, 888 (%47,8) tübüler adenom, 265 (%14,3) tübülovillö (%3,8) villöz adenom, 35 (%1,9) adenokarsinom, 120 (%6,5) bening, 65 (%3,5) mikst polip, 98 (%5,3) inflamatuar polip olarak raporlandı. Çıkarılan poliplerin 1166 (%62,8)'sında displazi yok iken, 690 (%37,2)'sinde displazi saptandı. Sonuç: Kolon polipleri genel olarak asemptomatik rastlanmakta olup, kolonoskopi esnasından saptanan tüm polipler malignleşme açısından histopatolojik olarak değerlendirilmelidir. Kolon kanserinde erken tanı ve tedavi ile tam kür şansı kolonoskopik yöntemlerle oldukça başarılıdır. Yaşla birlikte kolon poliplerinde artan displazi riski nedeniyle 50 yaş üstü tüm bireylere tarama amaçlı kolonoskopi önerilir. Anahtar kelimeler: adenom, kolonoskopi, kolon polipleri, kolon kanseri,
  • Öğe
    Palyatif bakım servisinde yatan 65 yaş ve üzeri hastalarda malnütrisyon ve yaşam kalitesi ile mortalite arasındaki ilişkinin incelenmesi
    (2021) MERVE LEHİMCİOĞLU
    Amaç: Geriatri bilim dalı ile palyatif bakımın ortak amaçlarından biri yaşam kalitesini arttırmaktır. Palyatif bakımda yatan yaşlı insanlarda malnütrisyon önemli bir yer tutmaktadır. Çalışmamız sonunda, palyatif bakımdaki 65 yaş ve üstü hastalarda malnütrisyonlu kişilerin yaşam kalitesi düşük ve mortalitelerinde yüksek olması beklenmektedir. Materyal ve Metod: Çalışmaya Kasım 2019- Şubat 2020 tarihleri arasında T.C. Kırıkkale Üniversitesi Tıp Fakültesi İç Hastalıkları Bölümü İbni Sina Palyatif Bakım Servisinde yatmakta olan 65 yaş ve üstü hastalar dahil edildi. Aktif malignite öyküsü olan, son 3 ay içinde hastaneye yatış öyküsü olan, yazılı onam alınmayacak düzeyde demansı olan hastalar ve 65 yaş altı hastalar ise dışlanma kriteri olarak belirlendi. Cinsiyet, yaşı, özgeçmiş, beslenme şekli, hastaneye yatış nedeni, enfeksiyon hastalığının varlığı, onkolojik hastalık varlığı, MNA-SF, boy, kilo, VKİ, ön kol çevresi, baldır çevresi, kilo kaybı, albümin, CRP, D vitamini, yatış süresi, dekübit yara ve mortalite durumu bilgileri incelenmiştir. MNA-SF değerlendirme skoru toplamda 12 puan ve üzeri ise normal beslenenler olarak kabul edildi. Puanı 12'den düşük olanlar GLIM kriterlerine göre fenotipik ve etiyolojik kriterlerden herhangi birisine sahip olanlar malnütre olarak kabul edildi. Yaşam kalitelerini değerlendirmek üzere 13 soruluk OPQOL-brief anketi uygulanmıştır. Çalışkan ve ark. Tarafından Türkçe versiyonu olarak yayınlanan anket kullanılmıştır. Bulgular: Çalışmaya dahil edilen 68 hastanın %61,8'i erkek, %38,2'si kadındı. GLİM sınıflamaya göre 39 hastada (%57,4) malnütrisyon görülmüştür. GLİM sınıflamaya göre 29 hastada (%42,9) malnütrisyon gözlenmezken 23 hastada (%33,8) hafif ve 16 hastada (%23,5) ağır malnütrisyon belirlenmiştir. . Hastaların QOL toplam skor ortalaması 49,88±8,87 (min:19, maks:64) olarak hesaplanmıştır. Malnütrisyon xi saptanan hastaların kilo (p=0,009), VKİ (p<0,001), kol çevresi (p=0,003) ve albümin düzeyleri (p=0,049) ortalaması görülmeyenlere göre istatistiksel olarak daha düşük bulunmuştur. Malnütrisyonu olan hastalarda onkolojik hastalık bulunma yüzdesi olmayanlara göre daha yüksek gözlenmiştir (p=0,038). Malnütrisyon durumuna göre sıfır (p=0,225) ve bir aylık mortalite (p=0,100) oranları açısından fark bulunmamış, malnütrisyon olanlarda üç aylık mortalite oranı daha yüksek saptanmıştır (p=0,016). Malnütre olan hastalarda ortalama yaşam kalitesi skorununun daha düşük bulunmuştur. Sonuç: Geriatrik palyatif bakım hastalarında ek hastalıklar bulunmaktadır; bu durum hastalarda malnütrisyon sıklığını ve şiddetini arttırmaktadır. Malnütrisyonun eklenmesi ile birlikte bu hasta grubunda hem yaşam kalitesi düşmekte hem de mortalite artmaktadır. Bu hasta grubunda ilk kez çalışmamızda malnütrisyon içim kullanılan GLIM kriterlerinin fenotipik ve etiyolojik yönden hastanın sorgulaması yönüyle hem daha kapsamlı hem de malnütrisyonu saptamada daha duyarlı olduğunu düşünüyoruz. Anahtar Kelimeler: Malnütrisyon, Palyatif bakım, GLIM, Yaşam Kalitesi
  • Öğe
    Helikobakter pilori pozitif olan gastroduodenal hasta gruplarında ve asemptomatik bireylerde serum CagA ve VacA antikorları sıklığı
    (Kırıkkale Üniversitesi, 2004) Sezikli, Mesut; Güliter, Y.Sefa
    ÖZET Sezikli M. Helikobacter pilori pozitif olan gastroduodenal hasta gruplarında ve asemptomatik bireylerde serum CagA ve VacA antikorları sıklığı. Kırıkkale Üniversitesi Tıp Fakültesi İç Hastalıkları Anabilim Dalı Uzmanlık Tezi, Kırıkkale, 2004. Helikobakter pilori (H. pilori) için virulans faktörlerinden en çok bilinenler vacA ve cagA proteinleridir. Bu çalışmada değişik gastroduodenal hastalıklarda ve asemptomatik bireylerde (AS) serum CagA ve VacA antikorları sıklığını inceledik. H. pilori pozitif, yaş ortalaması 43.9±13.5 yıl olan 131 hasta [40 duodenal ülser (DÜ), 19 mide ülseri (MÜ), 28 mide kanseri (MK), 44 non ülser dispepsi (NÜD] ve hasta yakınlarından seçilen yaş ortalaması 36.2±10.4 yıl olan 30 asemptomatik (AS) birey çalışmaya alındı. Hasta grubunda endoskopik biyopsilerde hızlı üreaz testi (CLO test) ve histoloji ile, AS grupta ise serumda ELISA yöntemi ile Hp IgG antikorları bakılarak H. pilori varlığı gösterildi. Tüm hastalarda ve AS bireylerde serumda Westernblot yöntemi ile CagA ve VacA proteinlerine karşı antikorlar araştırıldı. Çalışma sonunda CagA antikor pozitifliği DÜ'de %92.5, MÜ'inde %89.5, MK'inde %96.4, NÜD'de %70.5 ve AS' de %50 olarak bulundu. VacA antikor sıklığı ise DÜ'de %75, MÜ'inde %84.2, MK'inde %85.7, NÜD'de %50 ve AS'de %23.3 olarak bulundu. Gerek CagA ve gerekse VacA antikor pozitifliği sıklığı DÜ, MÜ, MK gruplarında NUD ve AS gruplarından anlamlı derecede daha yüksekti ( p<0.05). CagA+VacA+ suşlar (fenotip 1) DÜ (%75), MÜ (%84.2) ve MK'inde (%85.7) NÜD (%47.7) ve AS (%20) gruplarından daha sık olarak bulundu (p<0.001). NÜD'li hastalarda da AS bireylere göre fenotip 1 daha sıktı (p<0.05). CagAVacA" suşların (fenotip 2) sıklığı AS (%46.6) ve NÜD (%27.3) gruplarında DÜ (%7.5), MÜ (%10.5) ve MK (%3.6) gruplarından anlamlı derecede yüksek bulundu (p>0.05). Sonuç olarak, CagA ve VacA antikor pozitifliği daha ciddi gastroduodenal hastalıklara işaret ederek ileri tetkik ve eradikasyon kararı vermede hekime yol gösterici olabilir. Anahtar kelimeler: Helikobakter pilori, CagA, VacA,
  • Öğe
    Fazla kilolu ve obez erişkinlerde oral glukoz tolerans testi sırasında büyüme hormonu düzeyleri
    (Kırıkkale Üniversitesi, 2006) Ateş, Yüksel; Keleş, Y.Hatice
    IV ÖZET Ateş, Y, Fazla Kilolu ve Obez Erişkinlerde Oral Glukoz Tolerans Testi Sırasında Büyüme Hormonu Düzeyleri, Kırıkkale Üniversitesi Tıp Fakültesi İç Hastalıkları Anabilim Dalı Uzmanlık Tezi, Kırıkkale, 2006 Akromegalide oral glukoz tolerans testi (OGTT) sonrası büyüme hormonu (GH) düzeyinde 1 ug/L'nin altına baskılanma olmaması, yaş ve cinsiyete göre insulin benzeri büyüme faktörü- 1 (IGF-1) düzeyinin yüksek olması kesin tanı kriterleridir. Akromegali tanışım dışlamak için OGTT'ye en düşük baskılanmış GH düzeyinin üst sınırının ne olması gerektiği ise tartışmalıdır. Son yıllarda sınır değerin 1 ug/L'nin çok altında olduğu öne sürülmektedir. Öne sürülen sınır değerler normal vücut kitle indeksi (VKİ)'ne sahip sağlıklı bireylerden elde edilen veriler temel alınarak belirlenmekle beraber, akromegalik hastalar sıklıkla fazla kilolu veya obez bireylerdir. Bu çalışmada fazla kilolu ve obez erişkinlerde bazal GH ve OGTT sonrası en düşük baskılanmış GH düzeylerini ve bazal IGF-1 düzeylerini duyarlılığı yüksek immunoradiometric assay yöntemi ile ölçerek, fazla kilolu ve obez akromegalik hastalan teşhis etmede ve tedavi sonrası takiplerinde mevcut kritelerin kullanılabilirliğini araştırmayı amaçladık. Çalışmaya yaşlan 20-69 yıl ve VKİ 25.3-39.9 kg/m2 arasında olan 40 erkek ve 42 kadın dahil edildi. Tüm bireylerin bel ve kalça çevresi ve dual energy X-ray absorpsiometry (DEXA) ile vücut yağ oram belirlendikten sonra OGTT yapılarak bazal ve oral glukoz sonrası GH düzeyleri ile bazal serum IGF-1 düzeyleri ölçüldü. Bazal GH düzeyleri 0.02-9.59 ug/L arasında değişim gösterdi ve ortalama düzey kadınlarda erkeklerden anlamlı olarak daha yüksekti (sırasıyla 0.67 + 0.25 ve 0.14 ± 0.03, p = 0.005). En düşük baskılanmış GH düzeyi ortalama 0.065 ± 0.005 ug/L ( 0.003-0.23 ug/L ) idi ve erkeklerde baskılanma kadınlara oranla daha fazlaydı ancak bu fark anlamlı değildi (en düşük baskılanmış GH erkeklerde 0,056 ± 0,006 ug/L, kadınlarda 0.074 ± 0.008 ug/L, p > 0.05). Oral glukoz sonrası GH baskılanmasının üst sının (ortalama + 2SD) 0.16 ug/L olarak bulundu. IGF-1 düzeyleri erkeklerde kadınlardan anlamlı olarak daha yüksekti (344 ±14 ng/L ve 277 ± 23 ng/L, p = 0.017).Bazal ve en düşük baskılanmış GH düzeyleri ile IGF-1 düzeyleri artan yaşla birlikte azalmaktaydı (Bazal GH: r = -0,242, p = 0,029; en düşük baskılanmış GH: r = -0,377, p < 0,001; r = -0,548, p - 0,001). Bazal ve en düşük baskılanmış GH düzeyleri arasında kuvvetli pozitif bir ilişki saptanırken (r = 0,657, p < 0,001), hiç birisi IGF-1 düzeyleri ile ilişkili bulunmadı. Bazal GH düzeyleri sadece bel/kalça oranı ile anlamlı negatif ilişki gösterirken (r = -0,285, p = 0,01) en düşük baskılanmış serum GH düzeyleri hiç bir antropometrik ölçümle ilişki göstermedi. Yaşla, bel çevresi ve vücut yağ oranının IGF-1 düzeyleri için belirleyici olduğu saptandı (Yaş: P = -4,89, p < 0,001, bel çevresi: (3 = -0,22, p = 0,04, vücut yağ oram: p = 0,28, p = 0,007). Sonuç olarak, bu çalışmada fazla kilolu ve obez erişkinlerde OGTT sonrası en düşük baskılanmış GH düzeylerinin adipozite ölçütlerinin hiçbirisi ile ilişki göstermediğini saptadık. Ayrıca en düşük baskılanmış GH düzeyleri için üst sınır değerin, son yıllarda normal VKİ'ne sahip sağlıklı bireylerde bildirilenlere benzer düzeylerde, 1 ug/L'nin çok altında olduğunu gösterdik. Bu sonuçlar, akromegali tanısı ve tedavi sonrası remisyon karan için bugün kabul gören OGTT kriterinin yemden gözden geçirilmesi gerektiğini düşündürmektedir. Bu nedenle, yaş ve cinsiyetle uyumlu IGF-1 düzeyleri birlikte değerlendirilmesi gereken bir kriter olarak önemini sürdürmektedir. Anahtar Kelimeler: Büyüme hormonu, oral glukoz tolerans testi, IGF-1, akromegali, obezite
  • Öğe
    Tip 2 diabetes mellituslu olguların birinci derece akrabalarında insülin direnci, serum adiponektin düzeyi ve adiponektin gen polimorfizmi
    (Kırıkkale Üniversitesi, 2006) Kıraç, Yasemin; Yılmaz, Y.Murat
    ÖZET Kıraç Y, Tip 2 Diabetes Mellitus'lu Olguların Birinci Derece Akrabalarında İnsülin Direnci, Serum Adiponektin Düzeyi, Adiponektin Gen Polimorfizmi, Kırıkkale Üniversitesi Tıp Fakültesi İç Hastalıkları Anabilim Dalı, Uzmanlık Tezi, Kırıkkale, 2006. Bu çalışmada Tip 2 Diabetes Mellitus'lu (DM) olguların birinci derece akrabalarında insülin direnci, serum adiponektin düzeyi, adiponektin gen polimorfizmini araştırmayı amaçladık. Kırıkkale Üniversitesi Tıp Fakültesi Endokrinoloji ve Metabolizma Hastalıkları polikliniğine başvuran, Tip 2 DM'lu olguların birinci derece akrabaları arasından seçilen 142 olgu (34 erkek, 108 kadın), kontrol grubu olarak DM öyküsü olmayan 95 sağlıklı yetişkin çalışmaya alındı. Çalışmaya alman tüm olguların bel çevresi, bel/kalça oranı, kan basıncı, açlık plazma glukoz ve insülin düzeyi, lipid profili (LDL-K, HDL-K, trigliserid), serum adiponektin düzeyi ve adiponektin gen polimorfizmi ölçüldü. İnsülin direnci HOMA-IR yöntemi ile değerlendirildi. OGTT, ADA 2003 ölçütlerine göre değerlendirildi. Kontrol grubu ile karşılaştırıldığında Tip 2 DM'lu olguların birinci derece akrabalarında daha yüksek HOMA-IR değeri (p<0,05), daha düşük serum adiponektin düzeyi saptadık (p<0,05). Tip 2 DM'lu olguların birinci derece akrabalarında serum adiponektin düzeyi ile bel çevresi ve B/K oram arasında ters orantılı bir ilişki saptanırken (p<0,05), serum HDL-K arasında doğrusal orantılı bir ilişki bulundu. (p<0,05). Tip 2 diyabetli olguların birinci derece akrabalarında, Total-K, LDL-K, Trigliseid düzeyi kontrol grubuna göre daha yüksek saptarken, HDL-K düzeyi daha düşük bulundu (p<0,05). Adiponektin gen polimorfizmi alt gruplarında Tip 2 DM'lu olguların birinci derece akrabaları ile kontrol grubu arasında bir fark saptamadık. Biz bu çalışmada Tip 2 DM'lu olguların birinci derece akrabalarında daha yüksek glukoz tolerans bozukluğu, daha yüksek HOMA İR değeri ve daha düşük serum adiponektin düzeyi saptadık. Bu bulgular Tip 2 DM'lu olguların birinci derece akrabalarının Tip 2 DM ve kardiovasküler hastalıklar açısında yakın olarak izlenmesiVI gerektiğini göstermektedir. Ayrıca bu olgularda adiponektin gen polimorfizminin HOMA İR değeri ve glukoz tolerans bozukluğu üzerine etkisinin olmadığı görülmektedir. Bununla beraber bu olgular üzerinde daha fazla olgu sayılı ve uzun izlem süreli çalışmalara gereksinim vardır. Anahtar Kelimeler: insülin direnci, Adiponektin, Adiponektin gen polimorfizmi.
  • Öğe
    Asemptomatik karaciger enzim yuksekligi olan hastalarda colyak hastaligi sikligi
    (Kırıkkale Üniversitesi, 2007) Kolukısa, Mustafa Emre; Gulıter, Sefa
    Karaciğer enzim testi yüksekliği klinikte oldukça sık karşılaşılan bir durumdur. Olguların büyük bir kısmı asemptomatik seyretmektedir. İnce barsağın villöz atrofisi, epitel ve lamina proprianın lenfositik infiltrasyonu ile karakterize bir malabsorbsiyon sendromu olan Çölyak Hastalığı'nda transaminaz yüksekliğine sebep olabilen, sık olmayan nedenlerden birisidir. Bazen transaminaz yüksekliği ÇH'nın tek bulgusu olabilmektedir. Bu çalışma Türk populasyonunda asemptomatik karaciğer (KC) enzim yüksekliği olan hastalarda ÇH sıklığının belirlenmesi amacıyla yapılmış bir çalışmadır. Kırıkkale Üniversitesi Tıp Fakültesi İç Hastalıkları Polikliniklerine başvuran asemptomatik KCFT yüksekliği (viral, bakteriyel hepatit markerları negatif, alkol veya herhangi bir ilaç kullanmayan, metabolik, otoimmun, toksik, kitle ve malignite nedenli bir karaciğer hastalığı, endokrin hastalığı, kas hastalığı olmayan) olan 52 yetişkin bireyin serumundan doku transglutaminaz IgA ve IgG antikorları enzyme-linked immunosorbant assay (ELİSA) yöntemiyle çalışıldı. Doku transglutaminaz antikorlarından en az birisi pozitif olanlara duodenal biyopsi ve histopatolojik inceleme planlandı. Çalışmaya alınan hastaların hiçbirisinde doku transglutaminaz antikorları pozitif saptanmadı. Buna rağmen ÇH' nın erken tanı ve tedavisi ile hastalığa bağlı komplikasyonlarda azalma sağlanacağı düşünüldüğünde bu konuda daha doğru sonuçlara ulaşabilmek için daha fazla sayıda hastayı içeren geniş kapsamlı çalışmalar yararlı olacaktır.
  • Öğe
    Demir eksikliği anemisi olan hastalarda çölyak hastalığı sıklığı
    (Kırıkkale Üniversitesi, 2007) Cengiz, Derya Uçardağ; Güliter, Sefa
    En sık oörülen anemi türü olan demir eksikliği anemisinin (DEA) nedenleri <> arasında artmış demir kaybı, azalmış demir alımı veya emilimi ve artmış demir ihtiyacı yer alır. Malabsorbsiyon nedenlerinden biri olan Çölyak Hastalığı ' nın tek veya ilk bulgusu DEA olabili r. Bu çalışmada, yeni tanı konan DEA' li hastalarda ÇH sıklığını araştırdık. Ça lı şmaya ilk kez DEA tanısı alan 229 hasta (207 kadın , 22 erkek, ortalama yaş 39.12± 12.48 yıl ) ve kontrol grubu olarak i 19 kan donörü ( I 09 kadın, 10 erkek, ortalama yaş 41.47±10.07 yıl) alındı. Hasta ve kontrol bireylerin tümüne EL/SA yöntemi ile doku tran glutaminaz antikorlan (tTG) IgA ve IgG bakıldı. En az bir antikor pozitifliğinde duodenum ikinci kesiminden endoskopik biyopsi alınarak hi stolojik inceleme yapıldı. Hasta ve kontrol grubu arasında yaş ve cinsiyet bakımından fark yoktu (s ıras ı yla p=0.08 ve p=0.84) . DEA grubunda hepsi kadın 7 hastada (%3.05) tTG IgA antikoru pozitif olarak bulundu. Bunların üçünde sadece IgA antikoru pozitifken dördünde hem IgA hem de IgG antikoru pozitifii. DEA grubunda hepsi kadın 6 hastada (%2.62) tTG IgG antikoru pozi tif olarak bulundu. Bunların ikisinde sadece IgG antikoru, dördünde ise hem IgG hem de IgA antikoru pozitifti. Anti tTG IgA pozitif 7 has tanın tümünde hi stoloji ÇH ile uyumlu bulunurken sadece tTG IgG antikoru pozitif olan 2 hastada duodenal biyopsi normalolarak bulundu. Kontrol grubunda ise i kadın bireyde (%0.84) hem tTG IgA hem de tTG IgG antikoru pozitif olarak bulundu ve duodenum biyopsisi ÇH ile uyumluydu. DEA grubu ile kontrol grubu arasında tTG IgA antikoru sıklığı (%3.05 vs %0.84, p=0.27) ve tTG IgG sıklığı (%2.62 vs %0.84, p=0.43) bakımından anlamlı fark yoktu. ÇH sıklığı bakımından da DEA ve kontrol grubu arasında anlamlı fark bulunamadı (%3.05 vs %0.84, p=0.27). Sonuç olarak, demir eksikl iği anemisi tanısı konulan hastalarda, özeııiklede aneminin nedenini açıklayacak belirgin bir sebep yoksa Çölyak Ha talığından şüphelenmelidir. Bu olgularda tTG antikorları gibi duyarlılığı yüksek ve uygulanması kolay serolojik testler ile tarama yapılmalı ve/veya endoskopik inceleme sırasında duodenum normal olsa bile ikinci kesiminden biyopsi alınmalıdır.
  • Öğe
    Klinik ve subklinik hipotiroidili olgularda tedavi öncesi ve sonrası insülin direnci, serum rezistin ve crp düzeyinin değerlendirilmesi
    (Kırıkkale Üniversitesi, 2007) Canver, Burak; Yılmaz, Murat
    Hipoti roid ili olgularda metabolik parametrelerde s ıklıkl a d eğ i ş iklikl er görülmektedir. Hipotiroidili olgularda oksijen tüketimi , iSi üretimi ve metabolik hı z aza lmı şt ır. Lipoliz azalmıştır ve serum trigl iserid ve kolesterol seviyeleri yüksektir. Hipotiroidi kardiyovasküler mortaliteyi serum total-K, LDL-K düzeyini aıttırarak ve aterosklerozu hı z l andı rarak a rttırmaktad ır. Artık bir ateroskleroz belirteci olduğu çoğunluk ta rafınd a n kabul gören serum CRP düzeyinin, hipotiroidili olgul arda arttı ğ ı gösterilmi ş tir. Rezistin yağ dokusundan sa lın an, ba z ı yayı nl a rd a insülin direnciyle ili ş kili oldu ğu gösteri lmi ş, ancak fonksiyonları çok da iyi bilinmeyen bir proteindir. Hipotiroidili olgular üzeri nde yap ı lan çalışmalarda hipotiroidizmin insülin direnci ile i i i şk i i i olduğu bildirilmi ş tir. Ancak bu konu halen tartışm a lıdır. Çal ı şmamıza klinik hipotiroidi, subklinik hipotiroidi ve kontrol grubundan o lu şan toplam 100 hasta a ldık. Çalışmanın aınacı hipotiroidili olgularda L-tiroksin tedavisinin insülin direnci, serum CRP ve rezistin düzeyi üzerine etkisini a ra ştırınaktı. Klinik ve subklinik hipotiroidili olgular ı n serum CRP düzeyi sağlıklı kişilere göre istatistiksel o l aı·ak anlamlı bir biçimde daha yüksek bulundu. Her 2 grupta L-tiroksin tedavisi so nrası serum CRP düzeyinde istati stikselolarak a nlamlı bir aza lma tespit ettik. Serum rezistin düzeyini klinik ve subklinik hipoti roidili olgularda sağ lı klı yetişk inl ere göre istatistikse l olarak an l aml ı bi r biçimde daha yüksek sa ptadık. Her 2 grupta L-tiroksin tedavisi sonrası serum rezistin düzeyinde anlamlı azalma tespit ettik.Klinik ve subklinik hipotiroidili olgularda HOMA-IR değerini sağlıklı yetişkinlerle benzer saptadık. Subklinik hipotiroidili olgularda L-tiroksin tedavi si s onra s ı I-lOMA-IR değerinde istatistikselolarak anlamlı artış tespit ettik. Klinik hipotiroidili olgularda L-tiroksin tedavisi sonrası HOMA-IR de ğe rinde azalma tespit ettik ancak bu azalma istati stiksel olarak anlamlı deği ldi. Sonuç olarak, klinik ve subklinik hipotiroidili olgularda L-tiroksin tedavisinin serum rezistin ve CRP düzeyi üzerine etkili olduğunu ancak insülin direnci üzerine etkili olmadığını saptadık. Ancak bu yeni konunun netlik kazanabilmesi için çok daha geniş ölçekli çalışmalara ihtiyaç olduğu kanısındayız .
  • Öğe
    Diyare predominant irritabl barsak sendromlu hastalarda Çölyak hastalığı ve Mikroskopik kolit sıklığı
    (Kırıkkale Üniversitesi, 2009) Yıldız, Bülent; Yakaryılmaz, Fahri
    Giriş: İrritabl barsak sendromu (İBS) genel populasyonda en sık karşılaşılan gastrointestinal rahatsızlıklardandır. Tanısı semptom bazlı kriterlere (Roma III) dayanarak konulmaktadır. Baskın semptoma göre diyare, konstipasyon ve mikst tip olmak üzere alt tipleri vardır. Özellikle diyare predominant İBS (İBS-D) ile çölyak hastalığı (ÇH) ve mikroskopik kolitin (MK) semptomlarında örtüşme olabilir.Amaç: Bu çalışmada, Roma III kriterlerine dayanarak tanı konulan İBS-D'li hastalarda ÇH ve MK sıklığını araştırmayı amaçladık.Hastalar ve yöntem: Çalışmaya İBS-D tanısı alan 51 hasta (29 kadın, 22 erkek) ve kontrol grubu olarak taze rektal kanama nedeni ile kolonoskopisi yapılan ve sadece hemoroid saptanan 40 birey (17 kadın, 23 erkek) alındı. Hasta ve kontrol grubunun tümüne kolonoskopi yapılarak çıkan kolon, transvers kolon ve inen kolondan çoklu biyopsiler alınarak histolojik inceleme yapıldı. Ayrıca çalışmaya dahil edilen tüm bireylerde Enzyme Linked Immunoabsorbant Assay (ELISA) yöntemi ile doku transglutaminaz antikorları (tTGA) IgA (Immünglobulin A) ve IgG (Immünglobulin G) bakıldı. En az bir antikor pozitifliğinde duodenum ikinci kesiminden endoskopik biyopsi alınarak histopatolojik inceleme yapıldı. Serolojisi pozitif olan ancak histopatolojik incelemesi normal olan hastalara çölyak genetik analizi yapıldı.Bulgular: Hasta grubu yaş ortalaması 39.21±14.05 yıl, kontrol grubu yaş ortalaması ise 44.55±11.86 yıl idi. Hasta ve kontrol grubu arasında yaş ve cinsiyet bakımından fark yoktu (p=0.06 ve p=0.21).İBS-D grubunda 6 hastada (%11.7) tTGA pozitif bulundu. Bunların birinde doku transglutaminaz (tTG) IgA antikoru pozitifken beşinde tTG IgG antikoru pozitifti. Antikor pozitifliği saptanan 6 hastanın tümünde histoloji normal bulundu ve çölyak genetik analizleri yapıldı. Altı hastadan beşinde HLA DQ2 pozitif (%83.3), birinde (%16.6) negatif idi. HLA DRB1*04 ise 6 hastanın üçünde (%50) pozitif idi. İki hastada hem HLA DQ2 hem HLA DRB1*04 pozitif, 3 hastada HLA DQ2 pozitif HLADRB1*04 negatif idi. HLA DQ2'si negatif olan hastanın HLA DRB1*04'ü pozitif idi. Bu 6 hasta latent/potansiyel ÇH (L/P-ÇH) olarak kabul edildi. Kontrol grubunda ise tTG antikoru pozitif bulunan hasta yoktu. İBS-D grubu ile kontrol grubu arasında L/P-ÇH sıklığı bakımından anlamlı fark gözlendi (%11.7 vs %0.0, p=0.03).İBS-D grubunda üçü lenfositik kolit (LK) ikisi kollajenöz kolit (KK) olmak üzere 5 hastada (%9.8) MK saptandı. Kontrol grubunda ise her ikisi de KK olmak üzere 2 hastada (%5) MK saptandı. İBS-D grubu ile kontrol grubu arasında MK sıklığı bakımından anlamlı fark gözlenmedi (%9.8 vs %5.0, p=0.46).Sonuç: ÇH ve MK özellikle seçilmiş hasta grubunda (diyete ve semptomatik tedaviye yanıtsız İBS-D) yüksek oranda birlikte olabilir. Bizim çalışmamızda olduğu gibi seçilmemiş hasta grubunda da ÇH ve MK tanısının akılda tutulması yararlı olabilir.Anahtar Sözcükler: Çölyak hastalığı; diyare predominant irritabl barsak sendromu; kollajenöz kolit; lenfositik kolit; mikroskopik kolit
  • Öğe
    Esansiyel hipertansiyon hastalarında ortalama trombosit hacmi ile karotis intima media kalınlığı ve akıma bağlı dilatasyon arasındaki ilişki
    (Kırıkkale Üniversitesi, 2009) Erden, Ayça Serap; Ekmekçi, Yakup
    H i pertansiyon, ateroskleroz gelişimi ve buna bağlı miyokard infaktüsü,inme gibi kardiyovasküler hastalıklar için önemli bir risk faktörüdür. Aterosklerozgelişiminde ilk aşama trombositlerin endotele adezyonudur. Trombositlerin artmışhacmi trombositlerin aktivitesi ve adezyon kapasitesini arttırmaktadır.B u çalışmada amacımız esansiyel hipertansiyon hastalarında görülenateroskleroz risk faktörü olan ortalama trombosit hacmi (MPV) düzeyleri ileateroskleroz belirteçlerinden karotis intima media kalınlığı (İMK) ve akıma bağlıdilatasyon (ABD) arasındaki ilişkiyi belirlemekti. Araştırmamızda KırıkkaleÜniversitesi Tıp Fakültesi İç Hastalıkları, Nefroloji ve Kardiyoloji polikliniklerinebaşvuran, 18-80 yaşları arasında, yeni esansiyel hipertansiyon [HipertansiyonunÖnlenmesi, Belirlenmesi, Değerlendirilmesi ve Tedavisi Hakkındaki Ortak UlusalKomitenin yedinci raporu (JNC VII) kriterlerine göre] tanısı alan ve ilaçkullanmayan 50 yetişkin birey çalışmaya alındı. Toplam 50 sağlıklı birey kontrolgrubu olarak çalışmaya dahil edildi. Hipertansiyon dışında bilinen aterosklerotikhastalığı, kalp yetmezliği, kalp kapak hastalığı, aritmi, diabetes mellitus, böbrekyetmezliği, tiroid hastalığı (hipertiroidi veya hipotiroidi) ve kronik infeksiyon gibihastalıkları olanlar, gebeler, son 24 saat içinde alkol alanlar, antihipertansif ilaçve/veya kardiovasküler sisteme etkili diğer ilaç kullananlar çalışmaya alınmadı.H er olguya General Electric Vivid S5 Eko Cihazı ve 12L Prob ile karotidarter doppler ultrasonografisi ve brakial arterin ultrasonografik ölçüm tekniğikullanılarak ABD ölçümleri yapıldı.Ç a l ı ş mada karotid İMK'lığı ile yaş arasında anlamlı ilişki saptandı.Hipertansif grubun karotid İMK kontrol grubuna göre yüksek bulundu. Ancak sonuçistatistiksel olarak anlamlı değildi. Hipertansiyon tanısı olan hastalar ile kontrolgrubu olgularının MPV, ABD, karotid İMK'ları arasında istatistiksel olarakanlamlı fark saptanmadı. Vaka sayısının az olması ve olguların yaş ortalamasınıngenç olması bu sonuca neden olan bir eksiklik olabilir.viSonuç olarak esansiyel hipertansiyon hastalarında aterosklerozun öncedenbelirlenebilmesi, buna yönelik yeni tedavi yaklaşımlarının geliştirilebilmesinisağlayacaktır. Bu konuda daha doğru sonuçlara ulaşabilmek için daha fazla sayıdahastayı içeren geniş kapsamlı çalışmalar gerekmektedir.Anahtar kelimeler: Akıma bağlı dilatasyon, endotel disfonksiyonu, esansiyelhipertansiyon, karotis intima media kalınlığı, ortalama trombosit hacmi.
  • Öğe
    Metabolik sendromlu hastalarda kardiyovasküler risk faktörü olarak ortalama platelet hacmi ve plazma TAFI düzeyi
    (Kırıkkale Üniversitesi, 2010) Bor, Muammer; Çeneli, Özcan
    Metabolik sendrom (MS), insülin direnciyle başlayan, abdominal obezite, glukoz intoleransı veya diyabetes mellitus, dislipidemi, hipertansiyon gibi sistemik bozuklukların birlikteliği ile karakterize durumdur. MS kardiyovasküler hastalıklar için artmış riskle ilişkilidir. Bozulmuş fibrinoliz ve protrombotik durum MS'da patofizyolojik süreçler içerisinde yer almaktadır. Biz bu çalışmada, MS'lu hastalarda, fibrinolitik sistemin önemli bir inhibitörü olan aktive edilmiş trombince aktifleştirilebilen fibrinoliz inhibitörü (TAFIa) değerleri, platelet aktivasyonunun bir göstergesi olan ortalama platelet hacmi (MPV) ve erken aterosklerozun bir göstergesi olan karotis intima-media kalınlığı (İMK) arasındaki ilişkiyi incelemeyi amaçladık.Çalışmamıza Kırıkkale Üniversitesi Tıp Fakültesi İç Hastalıkları polikliniklerine başvuran, 18-65 yaş arası International Diabetes Federation (IDF) kriterlerine göre metabolik sendrom tanısı alan bilinen koroner arter hastalığı olmayan 50 hasta alındı. 30 sağlıklı gönüllü kontrol grubunu oluşturdu. Çalışmaya alınan her katılımcının açlık kan şekeri (AKŞ), Total kolesterol, LDL, HDL, Trigliserit (TG), İnsülin direnci [Homeostasis Model Assessment Insulin resistance (HOMA-IR)] , MPV, TAFIa ve karotis arter dopler ultrasonografisi ile karotis İMK ölçüldü.Çalışmamızda insülin direnci; MS grubunda, kontrol grubuna göre anlamlı şekilde yüksek bulundu (p<0,001). Çalışmada karotis İMK ile yaş, TG, bel çevresi ve beden kitle indeksi arasında pozitif korelasyon saptandı (p<0,05). MS grubunun karotis İMK, kontrol grubuna göre yüksek bulunmasına rağmen bu sonuç istatistiksel olarak anlamlı değildi (p=0,064). Metabolik sendrom grubu ile kontrol grubu arasında MPV, TAFIa ve karotis İMK arasında istatistiki açıdan anlamlı bir ilişki saptanmadı (p>0,05).Sonuç olarak, metabolik sendromlu hastalarda TAFIa, MPV ve karotis İMK ölçümleri sağlıklı gönüllülerden farklı değildi. Hasta popülasyonu sayısının azlığı ve hasta grubunun yaş ortalamalarının görece genç olması çalışmamızın sınırlayıcı faktörleridir. Bu konuda, daha yüksek vaka sayılı ve daha ileri yaş gruplarında yeni çalışmalara gereksinim vardır.
  • Öğe
    İrritabl barsak sendromlu genç erkek hastalarda gonadotropin ve seks steroid hormon düzeylerinin ve fertilitenin değerlendirilmesi
    (Kırıkkale Üniversitesi, 2010) Özen, Neslihan; Yakaryılmaz, Fahri
    Giriş: İrritabl barsak sendromu (İBS) kadın cinsiyette daha sıktır. Eğer bu durum cinsiyet hormonlarındaki değişime bağlı ise genç erkek İBS'li hastalarda da rol oynayabilir. İBS'nin etiyolojisinde kadın cinsiyet hormonlarının rolü daha çok araştırılmış olmasına rağmen, genç ve orta yaşlı erkek İBS hastalarında ise cinsiyet hormon düzeylerinin semptomlara etkisini bildiren sınırlı sayıda araştırma ve çelişkili sonuçlar mevcuttur.Amaç: Bu çalışmada, Roma III kriterlerine göre tanı konulan İBS'lu genç erkek hastalarda gonadotropin ve seks steroid hormon düzeylerini değerlendirmek ve fertilite durumunu incelemektir.Hastalar ve Yöntem: Çalışmaya yaş ortalaması 26.33±5.03 yıl, BMI 24.46±4.09 olan, ROMA III kriterlerine göre İBS tanısı konulan 30 erkek hasta ve kontrol grubu olarak ise yaş ortalaması 27.30±4.93 yıl, BMI 24.82±4.07 olan sağlıklı 20 erkek birey alındı. Hasta ve kontrol grubunun tümüne serumda follikül stimüle edici hormon (FSH), luteinize edici hormon (LH), östradiol, testesteron, serbest testesteron ve sex hormon bağlayan globulin (SHBG) bakıldı. Ayrıca çalışmaya dahil edilen tüm bireylerde semen analizleri yapıldı.Bulgular: İBS ve kontrol grubunda serum gonadotropin ve seks steroid hormon düzeyleri incelendiğinde sırası ile; FSH 4.49±0.74 ve 3.44±0.39 (p= 0.73), LH 6.28±0.47 ve 5.16±0.63 (p= 0.07), Testesteron 4.84±0.36 ve 4.60±0.32 (p= 0.63), Serbest Testesteron 16.06±1.22 ve 17.01±1.13 (p= 0.59), Östradiol 27.39±2.18 ve 25.97±1.41 (p= 0.87) olarak bulundu (p= 0.87). İki grup arasında sadece serum SHBG düzeyleri istatistiksel olarak anlamlı farklılık göstermekte idi (22.61±2.94 ve 15.03±2.20, p= 0.04).Ejakülat volümü, spermatozoa sayısı ve motil spermatozoa oranları IBS ve kontrol grubu olgularda sırası ile 3.58±0.36 ve 2.86±0.33 (p=0.06), 41.93±5.98 ve 51.55±6.85 (p=0.30), ve %76.7 ve %90 (p=0.23) idi. Bu parametreler açısından gruplar arasında istatistiksel anlamlı farklılık saptanmadı. Kruger kriterlerine göre spermatozoa morfolojisi değerlendirildiğinde IBS ve kontrol grubu olguların total spermatozoa morfolojisi 6.95±1.30 ve 7.30±1.07 idi. İki grup arasında istatistiksel olarak farklılık saptanmadı (p=0.84). Morfolojik değerlendirme alt gruplara ayrıldığında ise İBS'li olguların 5(%16.7)'inde normal morfolojide, 12(%40)'sinde ara değerde, 13(%43.3)'ünde teratozoospermi olarak kabul edildi. Kontrol grubunda ise bu oranlar sırası ile 6(%30), 7(%35) ve 7(%35) idi.Sonuç: Artmış SHBG düzeyleri genç erkeklerde İBS'nin patofizyolojisinde önemli bir rol oynayabilir. Ancak, bu konuda sınırlı sayıda çalışma olması ve mevcut çalışma sonuçlarının birbirilerini henüz destekler nitelikte olmaması nedenleri ile İBS'nin patofizyolojisinde gonadotropin ve seks steroid hormonlarının rolünü ortaya koyacak daha ileri araştırmalara ihtiyaç vardır.
  • Öğe
    Vitiligo hastalarında çölyak hastalığı sıklığı
    (Kırıkkale Üniversitesi, 2010) Sunu, Cenk; Güliter, Sefa
    Amaç: Çölyak hastalığı (ÇH) genetik olarak yatkın bireylerde gluten alımı ile ince barsaklarda oluşan otoimmün inflamatuar bir hastalıktır. Genellikle çok çeşitli semptom ve bulgulara neden olabildiğinden ÇH tanısının konulması zor olabilmektedir. Otoimmün faktörlerin önemli rol oynadığı vitiligo, epidermal melanositlerin kaybına bağlı depigmentasyon ile ilişkilidir. Pek çok otoimmün hastalığın vitiligo ile ilişkili olduğu bilinmektedir. Bu çalışmanın amacı, vitiligosu olan olgularda ÇH sıklığını saptamaktır.Hastalar ve Yöntem: Altmış bir vitiligo hastasının 32'si (% 52,4) kadın, 29' u (% 47.6) erkek; 119 sağlıklı gönüllünün 58' i (% 48.7) kadın, 61' i (% 51.3) erkekti. Bütün katılımcıların doku transglutaminaz (tTG) IgA ve tTG IgG antikorlarının serum düzeyleri ölçüldü. Bu iki antikordan en az birinin pozitif olması durumunda endoskopi ile duodenum ikinci kesiminden mukozal biyopsiler alındı.Bulgular: Çalışma grubunun yaş ortalaması 34.63±13.28 yıl, beden kitle indeksleri (BKI) ortalaması 25.88±4.65 kg/m² idi. Kontrol grubu yaş ortalaması 37.20±7.22 yıl, BKI ortalaması 25.69±4.64 kg/m²'idi. Çalışma grubu ile kontrol grubu arasında yaş ve BKI bakımından anlamlı bir fark yoktu (sırası ile p=0.16, p=0.80). Hasta grubu ve kontrol grubundan birer bireyde tTG IgA ve tTG IgG pozitif bulundu. Her ikisinin de duodenal biyopsi sonuçları, histopatolojik olarak ÇH ile uyumluydu. Vitiligo grubu ile kontrol grubu arasında ÇH sıklığı bakımından fark yoktu (p=0.56).Sonuç: Vitiligo hastalarında ÇH sıklığı kontrol grubundakine benzerdi. Örneklemimiz küçük olduğu için, sonuçlarımız daha büyük ölçekli çalışmalarla doğrulanmalıdır. Ancak, vitiligo hastalarında rastlantısaldan daha sık ÇH olabileceği akılda tutulmalı ve böyle hastalar erken tanı için araştırılmalıdır.Anahtar kelimeler: Çölyak hastalığı, vitiligo, prevelans
  • Öğe
    Polikistik over sendromlu olgularda Metformin ve Etinil Estradiol/Siproteron Asetat kombinasyonu tedavisinin brakial arterin akım aracılı dilatasyonu üzerine etkileri
    (Kırıkkale Üniversitesi, 2010) Çelik, Ferhat; Yılmaz, Murat
    Polikistik over sendromu (PKOS), polikistik overlerle birlikte amenore, oligomenore, hirşutizm, anovülasyon; akne ve erkek tipi saç dökülmesi gibi hiperandrojenemiye bağlı diğer belirti ve bulgulardan oluşan klinik bir durumdur. PKOS'ta altta yatan fizyopatolojik mekanizmalar tam olarak anlaşılamamış olmasına karşın, kardiyovasküler hastalık riskinin artmış olduğu ileri sürülmektedir. PKOS'ta, fizyolojik ve inflamatuvar kardiyovasküler risk faktörlerini değerlendiren az sayıda çalışma vardır.Bu çalışmanın amacı, PKOS olgularında brakial arter akım aracılı dilatasyon (FMD) indeksi düzeyini; bu indeks ile insülin direnci, apelin, adiponektin, C-reaktif protein (CRP) arasındaki ilişkileri; ve metformin ve etinil estradiol/siproteron asetat (EE/SA) kombinasyon tedavisinin brakial arter FMD indeksi, insülin direnci, apelin, adiponektin ve CRP'ye etkilerini belirlemektir.Çalışmamıza katılan 18-45 yaş arasındaki 83 PKOS'lu kadında (28'i 3. ay vizitindeki değerlendirmelere gelmedi) ve 43 sağlıklı gönüllü kadında bazal FMD, insülin direnci [Homeostasis Model Assessment_Insulin Resistance? (HOMA-IR)], apelin, adiponektin ve CRP değerlendirmeleri yapıldı. Bazal değerlendirmeden sonra, hastalar metformin (n=21), EE/SA (n=21) ve metformin+EE/SA (n=13) tedavi gruplarına ayrıldı ve bu tedavi rejimleri üç ay boyunca uygulandı. Bu üç tedavi rejiminin FMD, HOMA-IR, apelin, adiponektin ve CRP üzerine etkileri değerlendik.Kontrol grubuyla karşılaştırıldığında PKOS'lu olguların HOMA-IR (p=0.004) ve CRP (p<0.001) düzeyleri istatistiksel olarak anlamlı derecede yüksek; adiponektin (p=0.007) ve apelin (p=0.001) düzeyleri anlamlı derecede düşüktü. İki grubun FMD (p=0.231) değerleri arasında istatistiksel olarak anlamlı fark yoktu. PKOS'lu olgularda adiponektin düzeyiyle, FMD (r=-0.312, p=0.004) ve HOMA-IR (r=-0.334, p=0.002) düzeyleri arasında zayıf negatif ilişki vardı. Apelin düzeyi ile diğer parametreler arasında herhangi bir ilişki saptanmadı. CRP (r=0.323, p=0.016) ve FMD (r=0315, p=0.004) ile HOMA-IR arasında zayıf pozitif ilişki saptandı.Metformin grubunun adiponektin (p=0.039), EE/SA grubunun CRP (p<0.001) ve metformin+EE/SA grubunun apelin (p=0.046) düzeylerinde 3. ayın sonunda istatistiksel olarak anlamlı artış vardı. Metformin tedavisi HOMA-IR düzeyini anlamlı derecede azalttı (p=0.050). Üç tedavi grubunda da FMD değerinde istatistiksel olarak anlamlı değişim yoktu.Bizim çalışmamızın bulgularını göz önüne aldığımızda sonuç olarak, PKOS'ta endotel disfonksiyonunu saptayamadık, bununla beraber özellikle yeni kardiyovasküler risk belirteçlerinde olumsuz yöndeki değişiklikler nedeniyle PKOS'ta kardiyovasküler hastalık riskinin artabileceğini söyleyebiliriz. Metformin tedavisinin adiponektin düzeyini arttırması, bel çevresi ve insülin direncini azaltması nedeniyle PKOS'ta kardiyovasküler hastalık gelişme olasılığını azaltabileceği, bunun yanında metformin+EE/SA tedavisinin PKOS'ta hem metabolik hem de kardiyovasküler hastalık açısından nötr etkiye sahip olabileceğini söyleyebiliriz. Ancak daha güçlü bir veri elde edebilmek için geniş ölçekli ve uzun izlem süreli prospektif randomize kontrollü çalışmalara gereksinim vardır.Anahtar Sözcükler: Polikistik over sendromu, akım aracılı dilatasyon, insülin direnci, apelin, adiponektin, C-reaktif protein.
  • Öğe
    Polikistik over sendromlu olgularda metformin, etinil estradiol/siproteron asetat ve metformin etinil estradiol/siproteron asetat kombinasyonu tedavisinin karotis arter tunika intima media kalınlığı üzerine etkileri
    (Kırıkkale Üniversitesi, 2011) Erdoğdu, Derya; Güliter, Sefa
    Polikistik over sendromu (PKOS), polikistik overlerle beraber oligomenore, amenore, hirşutizm, akne ve erkek tipi saç dökülmesi gibi hiperandrojenemiye bağlı belirti ve bulgulardan oluşan klinik bir durumdur. Hastalığın patofizyolojisi açıklık kazanmamıştır. PKOS erken dönemde ortaya çıkan kardiyovasküler hastalık için risk grubundadır. PKOS'ta, fizyolojik ve inflamatuvar kardiyovasküler risk faktörlerini değerlendiren az sayıda çalışma vardır.Bu çalışmanın amacı, PKOS olgularında karotis arter intima media kalınlığını değerlendirme, karotis arter intima media kalınlığı ile insülin direnci, apelin, adiponektin, C-reaktif protein arasındaki ilişkileri; ve metformin, etinil estradiol/siproteron asetat (EE/SA) ve metformin etinil estradiol/siproteron asetat (EE/SA) kombinasyon tedavisinin karotis arter intima media kalınlığı indeksi, insülin direnci, apelin, adiponektin ve C-reaktif protein üzerine etkilerini belirlemektir.Çalışmamıza katılan 18?45 yaş arasındaki 60 PKOS'lu kadında ve 43 sağlıklı gönüllü kadında bazal karotis arter intima media kalınlığı, insülin direnci [Homeostasis Model Assessment Insulin Resistance? (HOMA-IR)], apelin, adiponektin ve C-reaktif protein değerlendirmeleri yapıldı. Bazal değerlendirmeden sonra, hastalar metformin (n=20), EE/SA (n=20)) ve metformin+EE/SA (n=20) tedavi gruplarına ayrıldı. Tedavi rejimleri altı ay boyunca uygulandı. Tedavi sonunda aynı parametreler tekrar değerlendirildi.Kontrol grubuyla karşılaştırıldığında PKOS'lu olguların vücut kitle indeksi ((p<0.001), bel çevresi ölçümleri (p<0.001), ferriman galwey skoru (p<0.001), sistolik kan basıncı (p=0.010) ve diastolik kan basıncı (p=0.019), C reaktif protein (p=0.003), HOMA-IR (p=0.004), serbest testosteron (p<0.001), total testosteron (p<0.001), androstenedion (p=0.001), Trigliserid (p=0.005) düzeyleri ve İMK (p=0.049) değeri istatistiksel olarak anlamlı derecede daha yüksek, adiponektin (p=0.002), apelin (p=0.031), yüksek dansiteli lipoprotein (p=0.001) ve seks hormonu bağlayan globülin (p<0.001) düzeyleri kontrol grubundan istatistiksel olarak daha düşük saptandı. PKOS ve kontrol grubu karşılaştırıldığında, yaş, folikül stimüle edici hormon, lüteinizan hormon, dehidroepiandrostenodion sülfat, 17? hidroksi progesteron ve total kolesterol düzeyleri arasında istatistiksel olarak anlamlı fark saptanmadı (p ? 0.05). PKOS'lu hastalarda karotis IMK ile HOMA-IR (p=0.006, r=0.351), vücut kitle indeksi (p<0.001, r=0.483) ve bel çevresi (p<0.001, r=0.451) arasında anlamlı doğru orantı vardı. Adiponektin (p=0.002, r=-0.392) ve karotis İMK arasında ise anlamlı ters orantılı bir ilişki vardı. Karotis İMK ve C reaktif protein arasında istatistiksel olarak sınırda doğrusal bir orantı vardı (p=0.052, r=0.252). Diğer parametreler ile karotis İMK arasında ise istatistiksel açıdan anlamlı bir ilişki yoktu. Serum apelin düzeyi ile herhangi bir parametre arasında bir ilişki saptanmadı.Serum adiponektin düzeyi ile C reaktif protein (p=0.037, r=-0.270), vücut kitle indeksi (p=0.005, r=-0.358), bel çevresi (p=0.018, r=-0.305), karotis IMK (p=0.002, r=-0.392) ve HOMA-IR (p=0.009, r=-0.333) arasında anlamlı ters orantı, yüksek dansiteli lipoprotein (p=0.008, r=0.340) ile anlamlı doğrusal orantılı ilişki saptandı. Altı aylık tedavinin sonunda adiponektin seviyesi metformin (p=0.012) ve metformin+EE/SA grubunda (p=0.012), apelin seviyesi ise metformin grubu (p=0.024), EE/SA grubu (p=0.024), ve metformin+EE/SA grubunda (p=0.024) anlamlı olarak yüksek saptandı. Üç tedavi grubunda da creaktif protein seviyesinde istatistiksel olarak anlamlı değişim yoktu. (p ? 0.05). Üç tedavi grubunda da karotid İMK değerinde istatistiksel olarak anlamlı değişim yoktu. (p ? 0.05).Bu sonuçlara göre PKOS'da subklinik aterosklerozun varlığını ve metformin tedavisinin subklinik ateroskleroz üzerine olumlu etki gösterdiğini söyleyebiliriz. Bununla beraber PKOS'lu olgularda subklinik ve klinik aterosklerozu değerlendirebilmek için daha geniş ölçekli, prospektif ve randomize çalışmalara gereksinim vardır.Anahtar Sözcükler: Polikistik over sendromu, karotid arter intima media kalınlığı, insülin direnci, apelin, adiponektin, C-reaktif protein.
  • Öğe
    Diyabetik ve obez olmayan erişkin hastalarda nonalkolik yağlı karaciğer hastalığı ve serum ürik asit düzeyi arasındaki ilişki
    (Kırıkkale Üniversitesi, 2012) Pekcan, Gültekin; Demirci, Hüseyin
    Nonalkolik yağlı karaciğer hastalığı (NAYKH) alkol almayan hastalarda hepatositlerde yağ birikimi ile karakterizedir. Karaciğerde yağ birikiminin birçok olası nedeni vardır. İnsülin direncine bağlı olarak metabolik dengesizlik yağ birikiminin en çok kabul nedenidir ve dislipidemi, tip 2 Diabetes Mellitus, santral obezite ile ilişkilidir. Bundan dolayı NAYKH metabolik sendromun karaciğer belirtisi olarak düşünülür.Serum ürik asit (SÜA), insanlarda pürin metabolizmasının en önemli son ürünüdür. Son çalışmalar SÜA seviyesinin önemli ölçüde NAYKH ile ilişkili olduğunu ve SÜA seviyesinin NAYKH için bağımsız bir risk faktörü olduğunu göstermiştir.Bu çalışmanın amacı, nonobez non diyabetik NAYKH olgularında karaciğer yağlanması ile ürik asit arası ilişkiyi incelemektir. Çalışmamıza katılan 18-70 yaş arasındaki 50 NAYKH'lı olguda ve 50 sağlıklı gönüllüde karaciğer yağlanmasının ürik asitle ilişkisi değerlendirildi. Kontrol grubuyla karşılaştırıldığında NAYKH'lı olguların VKİ p=0.001, Bel çevresi (p=0.014). total kolesterol<0.001, LDL<0.001, trigliserid<0.001, açlık kan şekeri<0.001, sistolik kan basıncı<0.001 ve HOMA-IR<0.001 ve Serum ürik asit seviyesi (p<0.001) açısından her iki grup arasında istatistiksel olarak anlamlı fark saptanmıştır. HDL seviyesi NAYKH grubunda kontrol grubuna oranla daha düşük saptanmıştır (p=0.047). NAYKH grubunda; serum ürik asit seviyesi ile AKŞ (r=-0.066, p=0.648), total kolesterol (r=-0.043, p=0.764), LDL (r=-0.166, p=0.249), HDL (r=-0.162, p=0.261), trigliserid (r=0.212, p=0.139) düzeyleri, yaş (r=0.028, p=0.844), bel çevresi (r=0.075, p=0.603) ve kalça çevresi (r=0.086, p=0.551) ölçümleri arasında herhangi bir korelasyon saptanmamıştır. Serum ürik asit seviyesi ile HOMA-IR değeri arasında NAYKH grubunda pozitif korelasyon saptandı (r=0.32, p<0.01), kontrol grubunda ise serum ürik asit ile HOMA-IR değeri arasında herhangi bir korelasyon saptanmamıştır (r=0.135, p=0.272).Bu sonuçlara göre serum ürik asit düzeyleri ile NAYKH ve insülin rezistansı arasında anlamlı olarak pozitif korelasyon bulundu. Ayrıca serum ürik asit düzeyleri ile hepatik steatozun derecesi arasında da anlamlı korelasyon saptadık. Sonuç olarak, artmış SÜA konsantrasyonları NAYKH ve insülin rezistansı varlığını görmede önemli bir parametre olabilir. Ürik asitin NAYKH patofizyolojisindeki rolünü anlamak için daha geniş olgu katılımlı ve çok merkezli çalışmalara ihtiyaç vardır.Anahtar Sözcükler: Non alkolik yağlı karaciğer hastalığı, ürik asit, insülin direnci.
  • Öğe
    Tip 2 diyabetes mellituslu hastalarda normoalbüminürik ve mikroalbüminürik evrede böbrek hacimlerinin karşılaştırılması
    (Kırıkkale Üniversitesi, 2012) Derya, Erdem; Koç, Eyüp
    Diyabetik nefropati, diyabetin önemli mikrovasküler komplikasyonlarının başında gelmektedir. Prognozu önemli ölçüde etkilemektedir ve erken teşhisi oldukça önemlidir. Böbrek hacmi, diyabetik nefropati progresyon riskiyle ilişkili bulunmuş ve diyabetik nefropatinin bir belirteci olarak gösterilmiştir. Böbrek hacmi ile idrar albümin atılım hızı (İAAH) arasındaki ilişki konusunda farklı sonuçlar bildirilmiştir. Biz bu çalışmada, tip 2 Diyabetes mellitus'lu (DM) hastalarda total böbrek hacmi (TBH) ile mikroalbüminüri arasındaki ilişkiyi belirlemeyi amaçladık.Şubat 2010-Şubat 2011 tarihleri arasında Kırıkkale Üniversitesi Tıp Fakültesi İç Hastalıkları, Endokrinoloji ve Nefroloji polikliniklerine başvuran, Tip 2 DM tanısı almış olan ve normoalbüminürik evrede bulunan (İAAH: 0-30 mg/gün) 50 hasta ile mikroalbüminürik evrede olan (İAAH: 30-300 mg/gün) 50 hasta olmak üzere toplam 100 olgu çalışmaya alındı. Üre, kreatinin yüksekliği olanlar, hipertansiyon tanısı olanlar, yüksek ateşin eşlik ettiği aktif enfeksiyon durumu, proteinüriyi etkileyen ilaç kullanımı ve böbrek anomalisi olanlar (soliter böbrek, atrofik-hipoplazik böbrek v.b) çalışma dışı bırakıldı. Olguların proteinüri düzeyleri 24 saatlik idrar toplanarak saptandı. Glomerüler filtrasyon hızı (GFR), dört değişkenli MDRD (modification of diet in renal disease) formülü kullanılarak hesaplandı. TBH ölçümü ultrasonografik görüntüleme yöntemiyle yapıldı ve 1.73 m2 vücut yüzey alanına göre düzeltildi.Her iki grup arasında demografik ve biyokimyasal özellikler açısından istatistiksel olarak anlamlı fark saptanmadı. Normoalbuminürik hastalarda GFR mikroalbuminürik hastalara göre hafif düzeyde daha yüksek bulundu ama bu istatistiksel olarak anlamlı değildi (93.44±4.76 - 83.62±4.88; sırasıyla). Mikroalbüminürik hastalarda ortalama TBH düzeyi normoalbüminürik hastalardakine göre anlamlı olarak daha yüksek saptandı (326.43±18.66 - 303.26±13.95; p<0.05).Mikroalbuminürik grupta; TBH ile GFR ve HbA1c arasında pozitif yönde anlamlı korelasyon saptandı (r=0.49, p<0.01; r=0.41, p<0.01; sırasıyla)Sonuç olarak, ultrasonografi ile belirlenen TBH artışı; diyabetik nefropatinin erken dönemde tespit edilmesinde yardımcı olabilir, diyabetik nefropati gelişiminde risk faktörü olarak tanımlanabilir.