Makale Koleksiyonu

Bu koleksiyon için kalıcı URI

Güncel Gönderiler

Listeleniyor 1 - 20 / 28
  • Öğe
    Fransızların 1681 Sakız Saldırısında Verdikleri Zarar Karşılığında XIV. Louis Tarafından IV. Mehmet’e Gönderilen Tarziye Hediyeleri
    (Kırıkkale Üniversitesi Sosyal Bilimler Dergisi, 2011) Açıkgöz, Fatma
    Osmanlıların Rumeli’de genişlemeye başlamasıyla birlikte gelişen ve kadim dost anlayışı çerçevesinde devam eden Osmanlı-Fransa ilişkileri, Fransa’nın bilhassa XVII. yüzyılda, birbirleriyle çelişen iki farklı politika izlemesiyle, bozulmaya başlamıştır. Osmanlılar, Fransızların bu çift taraflı siyasetlerinin farkında olmuşlar, çoğu kez şiddetli tepkiler göstermişlerdir. Bu yüzyılın sonlarına doğru, 1681’de Fransız amiralinin savaş bayrakları açarak Sakız Limanı’nı topa tutmasıyla bir kez daha gerilen Osmanlı-Fransız ilişkilerinde, bu defa, gerek Osmanlı Devleti gerekse Fransa, meseleye, aradaki dostluğun yenilenmesi açısından yaklaşmışlar ve bunun neticesinde Fransa Kralı’nın hediyeleriyle gerilim bir nebze olsun durdurulmuştur. Böylece, iki ülke arasındaki ilişkilerde diplomatik hediyelerin ve ayrıca bu hediyelerin ayrıntılı listelerinin tutulduğu defterlerin önemi de ortaya çıkmaktadır. Nitekim Fransa Kralı’nın gönderdiği hediyelerin Osmanlı padişahının şanına yakışır nitelikte olduğu ve bunlardan bazılarının dönemin sanatkârlarınca özenle yapıldığı anlaşılmaktadır. Hediyeler arasında yer alan ve son teknoloji ile üretilen sarkaçlı saatler, bu türün Osmanlı Sarayı’na giren ilk örneklerindendir
  • Öğe
    Malatya Halkevi Öncülüğünde Kutlanan Tasarruf Ve Yerli Malı Haftası Etkinlikleri
    (2016) Aydın, M Korkud
    Tasarruf, halk arasında tutumluluk demektir. İnsanların sahip oldukları kaynakların en uygun ve akılcı bir şekilde kullanması anlamına gelmektedir. Türkiye'de tasarruf fikri, Osmanlı Devleti'nin son dönemlerinde yapılan ticârî antlaşmalar ve dış borçlanmalarla birlikte düşünülmeye başlanmıştır Duyûn-u Umûmîye İdaresi'nin kurulması ve mâli tutsaklık, XIX. Yüzyıl sonlarında Osmanlı entelektüelinin zihninde Millî İktisat düşüncesinin belirmesine neden olmuştur. Millî İktisat düşüncesi, İttihat ve Terakki yönetimiyle de ön plana çıkmıştır. Millî iktisat politikası, I. Dünya Harbi sonuna kadar uygulamada kalmıştı. Fakat savaş yıllarının zorlu koşulları, yeni kurulan Türk devletine malî ve iktisâdî bakımdan büyük bir enkâz bırakmıştı. TBMM Hükümeti, olağanüstü tedbirler alarak Misâk-ı Millî ilkelerine dayanan yeni bir ekonomik süreç başlatmıştı. 17 Şubat-4 Mart 1923 tarihleri arasında toplanan İzmir İktisât Kongresi'nde Misâk-ı İktisadî kararları kabul edilmişti. Başlattığı iktisadî seferberliğin meyvelerini almaya başladığı dönemde, 1929'dan itibaren dünyayı etkisi altına alan iktisâdî buhran, Türkiye'yi de etkilemiş, ardından esen savaş rüzgârları iktisâdî dengeleri alt-üst etmişti. Türkiye, 1929'dan itibaren Dünya iktisâdî buhranına karşı bazı önlemler almıştı. Bunların gerçekleştirilebilmesi için yeni bir kurum olarak Millî İktisât ve Tasarruf Cemiyeti kurulmuştu. Cemiyet, kısa süre içinde ilgi görmüş ve ülke genelinde 273 şube açılmıştı. Cemiyetin faaliyetleri, millî tasarruflardan millî sermayenin nasıl birikebileceğini öğretmekti. Bunun için 1929 yılından itibaren her yıl 12-18 Aralık'ta Tasarruf ve Yerli Malı Haftaları düzenlenmeye başlandı. Yerli Malı ve Tasarruf Haftası Etkinlikleri, yurt genelinde olduğu gibi Malatya'da da coşku içinde yaşanan bir hafta olmuştur
  • Öğe
    Tek Parti Döneminde Doğu Anadolu İllerinde Açılan “Gezici Köy Kadınları Kursu” Ve Etkinlikleri
    (2018) Aydın, Mehmet Korkud
    Erken Cumhuriyet dönemi Türk Millî Eğitim teşkilâtı, bünyesinde oluşturduğu örgün ve yaygın eğitim kurumları sayesinde eğitim-öğretim politikalarını hayata geçirmeye çalışmıştı. Ancak örgün ve yaygın eğitim kurumlarının dönemin zorunlulukları ve ihtiyaçtan doğan talepleri karşılayamaması nedeniyle kısa süre içinde kurumsal bir kimlik kazanan diğer kurumlar da yaygın eğitim faaliyetlerinde önemli bir işlevi yerine getirmişlerdi. Bu özelliğe sahip kurumların başında da Halkevleri gelmektedir. 1932-1951 yılları arasında açıldıkları yörenin ihtiyaçları dikkate alınarak faaliyetlerini yönlendiren Halkevleri; her biri farklı alana hitap eden ve önemli işlevlere sahip olan dokuz şube halinde örgütlenmişlerdi. Özellikle il ve ilçe merkezlerinde geniş bir teşkilat ağına sahip olan Halkevleri; bünyesinde oluşturduğu Halk Dershaneleri ve Kurslar Şubesi vasıtasıyla değişik ilgi alanlarına yönelik kurslar açmıştır. Halkın bilgi seviyesini yükseltecek her türlü meslekî ve teknik eğitime dayalı eğitsel faaliyeti gerçekleştirmek amacıyla kurulan bu şubenin en önemli projelerinden biri; Maarif Vekâletinin destekleriyle 1938’den itibaren yurt genelinde açılan Gezici Köy Kadınları kursları olmuştur. Gezici Köy Kadınları kursu; özellikle kırsal kesimde ilköğrenimini tamamlayarak evliliği bekleyen genç kızlarımızın çocuk bakımı, ev idaresi ve biçki-dikiş yeteneklerini kazanmaları amacıyla açılmış, gündelik hayatı da kolaylaştırmıştı. Çalışmanın alanı Tek Parti döneminin mülkî taksimatı içinde yer alan Doğu Anadolu illeri olup bölgede açılan Gezici Köy Kadınları kursları incelenmiştir. Bu çalışmada, araştırma modeli olarak Literatür taraması yapılmıştır. Tarama sonucunda elde edilen bulgular değerlendirilmiştir.
  • Öğe
    İspanya’dan Osmanlı’ya: Bazı Yeni Kaynaklar Işığında Çikolatanın Tarihi Serüvenine Katkı
    (2019) Açıkgöz, Fatma Ünyay
    Çikolatanın tarihiyle ilgili Batı’da pek çok eser yazılmıştır. Türkiye’de ise bu konuda akademik anlamda çok az çalışma bulunmaktadır. Bunlara bakıldığında çikolatanın Osmanlı payitahtına ne zaman ve nasıl girdiği tam olarak bilinmemektedir. Bilinenlerin özeti şöyledir: Geçmişi M.Ö. 1500’lere uzanan çikolata, Mayalarda ve Azteklerde zenginlerin, savaşçıların ve kralların içeceği olup para olarak da kullanılmaktaydı. 1521’de İspanyolların Meksika’yı fethinden sonra İspanyol gemileri, altının yanı sıra ülkelerine kakao taneleri taşımaya başlamışlardı. Çikolata İspanyol sarayına XVII. yüzyılın ilk yarısında girip yerleşmesinden bir müddet sonra bütün Avrupa’ya yayılmış; XVIII. yüzyılda kralların, zenginlerin ve aristokratların içtiği lüks tüketim maddeleri arasında yer almıştır. Osmanlılarda ise çikolata, Sanayi Devrimi’nin ardından seri üretime geçilmesiyle 1842’de İngilizler tarafından bir yiyecek olarak piyasaya sürüldükten sonra yavaş yavaş kabul görmeye başlamıştır. Batı’ya nazaran Osmanlı ülkesinde çok geç görülen çikolata tüketimi XIX. yüzyılın ortalarından itibaren başta saray olmak üzere önce elit kesim arasında yaygınlaşmış; zamanla modern kafe ve pastanelerin açılmasıyla halk tarafından da kabul görmüştür. Bu çalışmanın kaynağı olan Osmanlı arşiv belgesi ile İspanyol anı kitabındaki verilere göre ise belki de ilk çikolata İstanbul sarayına, Madrid sarayından gönderilen armağanlar yoluyla girmişti. 1783’te Osmanlı-İspanya barışını güçlendirmek için III. Carlos tarafından I. Abdülhamid’e gönderilen altın, gümüş gibi eşyaların arasında 4 sandık dolusu çikolata ve 6 paket de kakao bulunmaktaydı. Osmanlı kayıtlarında bu yeni ürün iki farklı imlada yazılmış ve kahve türü bir baharat olarak tarif edilmişti. Bu bilgiler, yalnızca çikolatanın tarihine değil aynı zamanda İstanbul’un kültürel tarihine de katkı sağlayacaktır.
  • Öğe
    Osmanlı'da Cizye Vergisi ve İtfaiye Çalışmaları
    (2016) Kocaoğlu, Burak
    Bu Osmanlı Devleti kendisinden önceki İslam Devletleri gibi Müslüman olmayan ehl-i zimmet olarak adlandırılan kişilerden cizye vergisi almıştır. Bu vergiyi ödeyen kişi askerlikten muaf tutulmasının yanı sıra canı, malı ve namusu devlet güvencesi altına alınmıştır. Gayrimüslimlerin ödemiş olduğu cizye vergisi çeşitli gider kalemlerinde harcama veya muafiyet şeklinde kullanılmıştır. Biz bu çalışmamızda cizye vergisi ve itfaiye çalışmasını göstermeye çalışacağız
  • Öğe
    Bizans'tan Osmanlıya Anadolu'da Heterodoks inanıslar: ‘Öteki' dindarlığın ortak doğası üzerine (650–1600)
    (2012) Ay, Resul
    Bizans ve Osmanlı dönemlerinde Anadolu’da önce Hıristiyanlık sonra da İslam dininin Ortodoks yorumlarına karsı alternatif yorumlar veya alternatif dindarlık modelleri ortaya koyan irili ufaklı pek çok inanç grupları vardı. Bu inanç grupları mensup oldukları dinin kimliğini muhafaza etmekle birlikte diğer dinin heterodoksisiyle daha çok benzestikleri, hem muhteva bakımından hem de daha belirgin olarak ortodoksiye karsı takındıkları tavır ve tutum, ortodoksiyle iliski biçimleri ve nihayetinde siyasi otoriteyle çatısmacı iliskileri bakımından ortak bir tip görüntüsü sergiledikleri fark edilmektedir. Bu çalısma her iki heterodoks inanç gruplarının ortak doğasını tespit etmeye, seçilen temalar üzerinden onların ortak tarihsel bir tipolojisini olusturmaya çalısmaktadır. En tipik yanlarını olusturan senkretik özellikleri onları muhteva bakımından da birbirine yaklastıran husustur. Enkarnasyon, Günes ve tabiat kültü, ezoterik yaklasımlar ve kısmen de düalizmin etkilerini yansıtmaları bu kapsamda dikkat çeken paralelliklerdir. Merkezi kurumsal inanısı kaynaktan bir kopus veya yanlıs yorumlama iddiasıyla elestirip, hatta neredeyse bütün uygulamalarını reddederek, ilahi kaynaklı sözlere ve amellere daha deruni anlamlar yükleme arayısı da diğer benzerliklerini olusturmaktadır. Sırf bu tutumları itibariyle veya siyasi düzen için bir tehdit olarak görülmeleri sebebiyle siyasi otoriteyle sürekli bir çatısma hali de onların bir baska tipik yanını olusturur.
  • Öğe
    Tek parti döneminde basın yayın yoluyla yapılan bölücülük propagandasına uygulanan sansür
    (2014) Güner, Deniz
    Basın ve yayının kamuoyu oluşturma üzerindeki gücü matbaanın yayımcılık alanında kullanılmaya başlamasıyla fark edilmiştir. Bu sebeple siyasi otoriteler devamlı olarak basın ve yayın üzerinde denetim kurma endişesi taşımışlardır. Bu endişe zaman zaman eserlere, yazarlara ve yayımcılara akıl almaz baskıların yapılmasını beraberinde getirmiştir. Bu yüzdendir ki sansür kendi anlamı içerisinde bir olumsuzluk barındırmaktadır. Ancak bazı durumlarda hükümetler her ne kadar hoş karşılanmasada sansürleme faaliyetini devletin çıkarını gözetmek maksadıyla yapmışlardır. Bu çalışmada tek parti döneminde (1923-1950) sansürün ülke bütünlüğünü korumak adına ve bölücü faaliyetleri engellemek maksadıyla yapılmış olduğu üzerinde durulmuştur.
  • Öğe
    Il. Dünya Savaşı’nda Türkistan Lejyonu: Kuruluşu, Faaliyetleri Ve Türkiye’nin Yaklaşımları
    (2019) Aydın, Mehmet
    Almanya’nın Polonya’ya saldırısı ile birlikte başlayan II. Dünya Savaşı, Dünya tarihinin o güne kadar gördüğü en şiddetli ve kanlı savaşıdır. II. Dünya Savaşının en önemli kırılma noktalarından birini ise Barbarossa Harekâtı oluşturmuştur. 1941 yılında Almanlarca başlatılan Barbarossa Harekâtı esnasında yaklaşık üç milyon SSCB askeri esir edilmiştir. Alman Esir kamplarında hayatta kalma mücadelesi veren esirlerin çoğu, Türkistan coğrafyasından silahaltına alınan SSCB askerleridir. Savaş esnasında kurulan Alman Doğu Bakanlığı aracılığıyla Türkistanlı savaş esirlerinin durumu değerlendirilmiş; özellikle Türksoylu esirlerin durumlarının iyileştirilesi ve Kızılordu’ya karşı savaştırılması için komiteler oluşturulmuştu. SSCB coğrafyasının değişik yerlerinde yaşayan Türk halklarının lideri konumundaki önemli isimler de bu komitelerde bir araya getirilmişti. Bu kapsamda Mustafa Çokay, Veli Kayyum Han, Alihan Kantemir, Ahmet Temir, Osman Hocaoğlu, Mehmet Emin Buğra, Mehmet Emin Resul-zade ve Cafer Saydahmet gibi lider isimler yoğun bir mesai harcamışlardır. Alman Doğu Bakanlığının kontrolünde gerçekleştirilen komite çalışmalarıyla savaş esirlerinden Doğu Lejyonları kurulmuştu. Türkistan Lejyonu da 1942 yılının Ocak ayında kurulmuştu. Türkistan Lejyonunun dışında Azerbaycan, İdil-Ural, Gürcü ve Ermeni Lejyonlarını da kurularak Kızılorduya karşı savaştırmışlardır. Mustafa Çokay’ın kısa süre sonra ölümüyle Türkistan Lejyonu için düşünülen isim Veli Kayyum Han olmuştur. Türk Hükümeti ve kamuoyundaki Türkçü çevreler de bu süreci yakından takip etmiş ve desteklemişlerdi. Türkistan Lejyonu ilk önce Doğu Cephesi’nde Kızıl Ordu ile savaştırılmış, 1943’te de Batı Cephesi’ne kaydırılmıştı. Türkistanlı askerler gerek Doğu Cephesinde Kızıl Ordu ile gerekse Batı Cephesinde Müttefik Kuvvetlerle savaşırken ağır kayıplar vermişlerdir. Almanya’nın savaşı kaybetmesi üzerine ABD ve İngiltere tarafından esir edilen Türksoylu askerler, Sovyetler Birliği’ne teslim edilmiş; Sovyetler Birliği de bu askerleri “Vatan Haini” ilan ederek idâm etmişti. Türkiye ise savaş sonunda ortaya çıkan şartlar gereği, Türksoylu askerlerin idâmlarına ve sürgünlere tepkisiz kalmıştı. Araştırmanın amacı, Türkistan Lejyonunun nasıl oluşturulduğu, hangi cephelerde savaştırıldığı ve akıbetlerinin ne olduğunu ortaya koymaktır.
  • Öğe
    İtalya’nın Habeşistan’ı İşgalinin Akbaba Dergisindeki Yansımaları
    (2015) Keskin, Fatih; Keskin, Özlem
    1. Dünya Savaşının sonunda imzalanan anlaşmalarla sağlanan dünya barışı; Musollini liderliğindeki İtalya'nın izlediği sömürgeci politikaların giderek Faşizme doğru evrilmesi neticesinde, 2. Dünya Savaşına doğru gelişen ve ağırlıklı olarak Afrika kıtasını hedef alan askeri harekâtlarla bozulmaya başlar. İtalya'nın 1935 yılında başlattığı bir harekâtla Habeşistan'ı (Etiyopya) işgal etmesi, 2. Dünya Savaşı öncesinde gergin bir bekleyiş içinde bulunan bütün dünya ülkeleri gibi, Türkiye tarafından da yakından takip edilmiş ve bu işgal hakkındaki gelişmeler Türk diplomasisi ile eş zamanlı olarak Türk matbuatı tarafından da anlık değerlendirmelere tabi tutulmuştur. Özellikle, Türk mizah edebiyatının gelişmesinde büyük bir yer ve emek sahibi olan Akbaba dergisi, haftalar boyunca kapak karikatürlerinden içerik yazılarına kadar birçok sayfasını bu işgale ayırmış, mazlum Etiyopya halkının yanında yer almış ve Milletler Cemiyeti gibi uluslar arası kuruluşlar ile diğer Batılı devletlerin gayr-ı insani tutumlarını açıkça tenkit etmiştir. Dergide medeniyet kavramı üzerinde de çok durulmuş ve Batı'nın teknik üstünlüğünün insanlığa karşı büyük bir tehdit haline geldiğine sıkça vurgu yapılmıştır. Haftalık olarak yayımlanan derginin satirik ve mizahi yayınlar yoluyla Batı sömürgeciliğine karşı Habeşistan halkını savunması, daha çok iç meselelerle uğraşmak zorunda kalan genç Türkiye Cumhuriyeti Devletinin kendisi dışında gelişen dünya siyasetine duyarsız kalmadığının da bir göstergesidir. Biz bu çalışmamızda; Akbaba dergisinin daha çok 1935 ve 1936 yıllarındaki sayılarından yola çıkarak İtalya-Habeşistan savaşının merhalelerini tarihî süreçle mukayese etmeye ve bu savaşın Türk toplumu tarafından algılanış biçimi üzerinde durmaya çalışacağız
  • Öğe
    Incarnationist Approaches in Early Anatolian Sufism and Popular Islam and the Different Reflections of Incarnation
    (Ahmet Yesevi Univ, 2015) Ay, Resul
    In addition to being heir to many scientific and cultural legacies of the Islamic world, early Anatolian Sufism and popular Islam also came into the influence of incarnationist thoughts, which were effective in the extreme Shia tradition and in some schools of philosophy and Sufism. In the Alevi-Bektashi environment, incarnationist thoughts, especially related to Caliph Ali, found reflections such as ascribing divinity to both Ali and some saints of the Alevi-Bektashi tradition who were identified with Ali. Otherwise, it is possible to see the reflection of incarnationist thoughts in some other sufi environments in Anatolia in the context of extreme unionist approaches. What kinds of meanings do all these incarnationist thoughts include? Do they mean the incarnation of the divinity in human form, or the just replacement or union of the manifestation of the divinity (tecelli) in human body with the form (suret) of it? Here the understanding of the divinity related to Ali has been read through the concept of Nur-i Muhammedi and the general acceptance of the idea that he was the first principle like the first intelligence (akl el-evvel or akl el kulli) and all living creatures originated from him. The identification of some Alevi-Bektashi saints with Ali and the attribution of divinity to them also seem to be beliefs about the manifestation or directly the embodiment of the past-eternal Ali although they are also reflections of re-incarnation. An attempt is made to read the incarnation attributes to other sufi divisions through the meanings that they attribute to the relations between God and the universe or the human being.
  • Öğe
    Sufi Shaykhs and Society in Thirteenth and Fifteenth Century Anatolia: Spiritual Influence and Rivalry
    (Oxford Univ Press, 2013) Ay, Resul
    Following the last quarter of the eleventh century, the number of Sufi groups and of their adherents increased in parallel with the Turkicization and Islamization of Anatolia. The shaykhs at the head of these groups became important figures in society. The influence of Islamic mysticism carried on from the past, combined with the positive image the Sufi shaykhs secured by their service to the people, enabled them to exert a powerful spiritual influence over the populace. That influence was the basis of a position of privilege vis-a-vis the ruling elites as well as the ordinary people; over time, for all its grounding in religious authority, this privilege accrued a worldly dimension. It is noticeable that the most influential of the Sufi shaykhs found it difficult to share influence with fellow shaykhs of different affiliation in different regions. This paper describes and explains their competition in connection with their sociopolitical standing and influence. In this regard, it aims firstly to examine the reasons for the spiritual influence enjoyed by the shaykhs, and the impact of those reasons on how the shaykhs were perceived by the people in thirteenth and fifteenthcentury Anatolia. The competition among the shaykhs is presented through analysis of their relations as recorded in historical and hagiographical sources from the period.
  • Öğe
    The Slaves of Baghce Saray (17(th)-18(th) Centuries)
    (Ahmet Yesevi Univ, 2009) Turan, Ahmet Nezihi
    This study, which focuses on Baghce Sardy (Bahcesaray) slaves during the 17th and 18th centuries, aims to contribute to research on the history of slavery. Our sources are the data obtained from the estate registers found in the Baghce Saray capital registers of the Crimean Kadi Registers (Kirim Ser'iyye Sicilleri). These cover a 62-year period from 1680 to 1742. In this study 10 registers belonging to this period have been analyzed. It has been concluded from this analysis that : a. Of a total of 1121 registers, 290 contain slave records; this suggests that one person in four owned a slave/slaves. b. Of the 93 people registered at the beginning of the period, 48 own slaves and the total number of slaves is 312. One in two registered persons is a slave owner. The average is 6.5 slaves per person. c. Of the 83 people in the second register, 48 own slaves. One in 1.7 people is a slave owner. The total is 277 slaves. The average is 5.7 slaves per registered person. d. Of the 282 people registered in the third and fourth registers, 46 own slaves. The total is 171 slaves. e. Of the 139 people in the fifth register, 50 are slave owners. The total is 222 slaves. f. Of the 405 people in the sixth, seventh and eighth registers, 72 are slave owners. The total is 239 slaves. g. In the ninth register 23 in 90 people are slave owners. The total number of slaves is 74. h. In the disorganized tenth register 4 in 29 people are slave owners. The total number of slaves is 5. b.-c. group may be regarded as the first 8-year period of the term, d.-f. group as the second 10-year period, and f. alone can be regarded as the third 5-year period. Example g. sheds light on a one-year period of the term.
  • Öğe
    The Slaves of Bāghče Sarāy (17th -18th Centuries)
    (Ahmet Yesevi University, 2008) Turan, Ahmer Nezihi
    This study, which focuses on B?gh?e Sar?y (Bahçesaray) slaves during the 17th and 18th centuries, aims to contribute to research on the history of slavery. Our sources are the data obtained from the estate registers found in the B?gh?e Sar?y capital registers of the Crimean K?di Registers (Kırım Şer'iyye Sicilleri). These cover a 62-year period from 1680 to 1742. In this study 10 registers belonging to this period have been analyzed. It has been concluded from this analysis that: a. Of a total of 1121 registers, 290 contain slave records; this suggests that one person in four owned a slave/slaves. b. Of the 93 people registered at the beginning of the period, 48 own slaves and the total number of slaves is 312. One in two registered persons is a slave owner. The average is 6.5 slaves per person. c. Of the 83 people in the second register, 48 own slaves. One in 1.7 people is a slave owner. The total is 277 slaves. The average is 5.7 slaves per registered person. d. Of the 282 people registered in the third and fourth registers, 46 own slaves. The total is 171 slaves. e. Of the 139 people in the fifth register, 50 are slave owners. The total is 222 slaves. f. Of the 405 people in the sixth, seventh and eighth registers, 72 are slave owners. The total is 239 slaves. g. In the ninth register 23 in 90 people are slave owners. The total number of slaves is 74. h. In the disorganized tenth register 4 in 29 people are slave owners. The total number of slaves is 5. b.-c. group may be regarded as the first 8-year period of the term, d.-f. group as the second 10-year period, and f. alone can be regarded as the third 5-year period. Example g. sheds light on a one-year period of the term. © Ahmet Yesevi University Board of Trustees.
  • Öğe
    Sıkıntı kavramı ve bir küçük burjuvanın gençlik yılları romanı
    (2011) Öcal, Oğuz
    Modern insanın "varlığını tehdit eden" sorunlardan birisi de sıkıntıdır. Anlamsal boşluk durumunu işaret eden ve siyasal, toplumsal ve ekonomik modernite ile doğrudan ilişkili olan sıkıntının bireysel ve toplumsal olmak üzere iki esas sebebi vardır. Sıkıntı, askıda veya arada olma durumunu işaret eder. Kendisiyle kurulan ilişkiye göre bir "imkân" veya "tinsel erozyon" olma hususiyetine sahip olan sıkıntı, esas olarak dört gruba ayrılır. Bu yazıda, öncelikle ana çizgileriyle sıkıntı kavramı üzerinde durulmuş; daha sonra bir aydının ve onunla ilişki içinde olan kadınların yaşamakta olduğu bunalımı/sıkıntıyı konu alan/anlatan Bir Küçük Burjuvanın Gençlik Yılları başlıklı roman ele alınmıştır.
  • Öğe
    Yaşamanın ve tarihin üstadı
    (2009) Doğan, Asude S.
  • Öğe
    Mübadele meselesi ve Lozan'da çözümü
    (2010) Budak, Hacı Ömer
    Osmanlı Devleti’nde asırlarca çeşitli etnik ve dinî grupların bir arada yaşamasını sağlayan millet sistemi on dokuzuncu yüzyılda milliyetçilik akımlarının etkisiyle sarsılmıştır. Osmanlı Devleti’nin yıkılması ile Türkiye Cumhuriyeti’ne miras kalan meselelerden biri de azınlık meselesi olmuştur. Bu makalede Lozan Antlaşmasında taraflarca azınlık meselesinin ele alınışı ve mübadele konu edilmektedir.
  • Öğe
    Ortaçağ felsefesinde ahlaki bir problem olarak "dünya -algısı"
    (2010) Öçal, Şamil
    Ortaçağ felsefesi modern dönemlerde hala tartışılmaya devam etmektedir. Rasyonalistler ortaçağları, bilim sanat ve felsefe bakımından karanlık çağlar olarak kabul etmekte ve insanın kendisi ve dünya hakkında tasarrufta bulunma hakkının olmadığını söylemektedirler. Buna karşılık , bazıları da aydınlanmanın getirmiş olduğu ve insanın, bilimsel ve düşünsel bakımdan ilerlemesini sağlayan değerlerin ilk kökenlerinin ortaçağlarda olduğunu savunmuşlardır. Bu çalışmada ortaçağ İslam ve Hıristiyanlık felsfesinde dünya algısı ve bu algının ahlaki boyutları ele alınacaktır. El-Kindi, Farabi, İbn-i Sina , Gazali ve İbn Miskeveyh gibi Müslüman filozoflarla, Aziz Augutine ve Thomas Aquinas gibi Hısritiyan felsefesinin temsilcileri ortaçağlardaki dünya algısının oluşmasında etkili olan filozofların görüşleri bu bağlamda tartışılacaktır.
  • Öğe
    Osmanlı Mukataa Yönetim Organizasyonunda Yeni Bir Model: Timar Alanlarının Mukataalaştırılma Süreci ve Malikâne Olarak Satışa Çıkarılan İlk Haslar
    (2018) Doğan, Hakan
    Osmanlı maliyesinde, bir taraftan vergi kaynaklarının durumunun iyileştirilmek istenmesi, diğertaraftan uzun süreli ve yıpratıcı savaşlar nedeniyle sıkıntısı çekilen nakit ihtiyacına kaynak sağlamakamacıyla, genelde 1-3 yıl olarak tasarlanan iltizam sistemindeki bu sınırlı süre kaldırılarakmukataaları tasarruf edenlerin hayat sürelerine endekslenen malikâne sistemine geçilmişti. Bir vergikaynağının malikâne olarak satılabilmesi için onun bir mukataa statüsünde olması, yani merkezîhazineye ait sayılan gelir kaynakları arasında olması gerekiyordu. Devlete ait olan mukataalar dahavâss-ı hümâyûna dâhil olan yani timar alanları dışında kalan gelir türleriydi. Ancak devletmaliyesinin bir darboğaz içine girerek sıkıntıya düşmesi ve timar sisteminin bozulması neticesindetimar alanları mukataaya dönüştürülmeye başlanmıştır. Timar alanlarının mukataalaşmasındankastedilen ise, has, zeâmet ve timar adlı dirliklerden elde edilen ve mahallinde tahsis oluna gelengelirlerin giderek merkezî hazine gelirleri arasına dâhil edilmesidir. Çalışmamızda, Osmanlımaliyesinde malikâne sistemine geçilmesinin hemen ardından, timar alanları içerisinde yer alan vehas olarak adlandırılan dirliklerin mukataaya dönüştürülmesi süreci ve bu hasların ilk satışına dairbilgiler arşiv kaynaklarındaki kayıtlardan elde edilen veriler bağlamında değerlendirilecektir.
  • Öğe
    Doğu Akdeniz politikaları çerçevesinde Avrupalı devletlerin Yunan isyanına desteği; Kamuoyu desteği, diplomatik destek, silahlı destek
    (2007) Çetintaş, Erdal
    Avrupa’da ulusalcı ayaklanmaların mahkûm edildiği bir dönemde ortaya çıkan Yunan isyanı, Avrupalı devletlerin desteğini kazanabildi Bunu, Avrupa kamuoyunun desteğine ve büyük güçlerin bölge üzerindeki çıkar çatışmalarına borçludur. Kültürel nedenler ve de geçmişe dayanan Türk-İslam düşmanlığıyla beslenen Avrupa kamuoyu hükümetlerini isyancı Yunanlılar lehinde müdahaleye teşvik etmiştir. Artan kamuoyu baskısı ve Mısır güçlerinin isyana müdahalesi ile Avrupa diplomasisi isyancılar yanında harekete geçti. Bir anlamda, büyük devletlerin nüfuz mücadelesine dönüşen diplomatik girişimler netice vermeyince, Sultan Mahmut askerî güç kullanılarak Yunanistan’daki gelişmeleri kabule zorlandı.1827 yılında Osmanlı donanmasının Navarin’de imha edilmesinin ardından çıkan Osmanlı – Rus savaşı sonunda sultan Yunanistan’ın bağımsızlığını kabul etmek zorunda kaldı.