Tıbbi Uzmanlık Tez Koleksiyonu

Bu koleksiyon için kalıcı URI

Güncel Gönderiler

Listeleniyor 1 - 13 / 13
  • Öğe
    Liken planus etyopatogenezinde apoptozisin rolü
    (Kırıkkale Üniversitesi, 2005) Kurtipek, Gülcan Saylam; Koçak, Mukadder
    ÖZET Saylam Kurtipek G. Liken planus etyopatogenezinde apopitozisin rolü. Kırıkkale Üniversitesi Tıp Fakültesi Dermatoloji Anabilim Dalı Uzmanlık tezi 2005. Liken planusun sebebi henüz tam olarak açık olmamasına rağmen patogenezde altta yatan mekanizmanın immünolojik olduğuna dair önemli kanıtlar vardır. Bu çalışmada liken planus patogenezinde rol oynadığı düşünülen apopitotik markırların düzeylerini belirlemeyi amaçladık. Klinik ve histopatolojik olarak liken planus tanısı konmuş yaşları 20 ile 81 arasında değişen 21 hasta çalışmaya alındı. Kontrol grubuna ise yaşlan 27 ile 55 arasında değişen 12 sağlıklı birey dahil edildi. Hasta ve sağlıklı bireylerden 4 mm panç biyopsi aleti ile deri örnekleri alındı. Hastalarda deri biyopsi örnekleri hem lezyonlu hem de sağlam deri bölgelerinden alındı. Daha sonra bu örnekler sıvı nitrojen ile dondurularak - 70°C'de saklandı. Tüm bireylerden serum örnekleri de alındı ve 70°C'de saklandı. Doku ve serum TNF-a, IFN-y ve Fas/APO-1 düzeyleri ELİSA ile ölçüldü. Hastaların yaş ortalaması 50.33±13.61 idi. Ortalama hastalık süresi 7.76±9.40 ay idi ve 1 ile 36 ay arasında değişiyordu. Hasta ve kontrol grupları arasında yaş ve cinsiyet dağılımı bakımından fark yoktu (sırasıyla p=0.358 ve p=0.465). Liken planuslu hastalarda serum TNF-a seviyeleri kontrol bireylerden daha düşüktü (13.86±2.92'ye karşılık 16.89±13.35 pg/ml, p= 0.653). Serum Fas antijeni düzeyleri hasta ve kontrol bireyler arasında benzerdi (sırasıyla 2.14±0.57 ve 2.26±0.36, p=0.303) ve serum IFN-y düzeyleri ise hastalarda anlamlı olarak daha düşüktü (6.97±1.37'ye karşılık 8.60±1.16, p=0.003). TNF-a ve IFN-y düzeyleri hastaların lezyonel doku örnekleri ile kontrol grubunun doku örnekleri arasında farklılık göstermedi (sırasıyla p=0.178 ve p=0.190). Hastaların Fas antijeni lezyonel doku düzeyleri kontrol grubunun doku düzeylerinden anlamlı olarak daha yüksekti (4.91±1.77'ye karşılık2.30±1.72, p=0.001). TNF-a, Fas antijeni ve IFN-y düzeyleri hastaların lezyonsuz doku örnekleri ile kontrol bireylerin doku örnekleri arasında farklı değildi (sırasıyla p=0.575, p=0.238 ve p=0.085). Hasta grubunda lezyonlu ve lezyonsuz doku örnekleri karşılaştırıldığında; TNF-a düzeylerinde anlamlı bir fark tespit edilmedi (p=0.448), Fas antijeni düzeyleri lezyonlu dokularda anlamlı olarak daha yüksekti (4.91±1.77'ye karşılık 2.88±1.76 pg/mg; p=0.000), IFN-y düzeyleri ise lezyonlu dokuda anlamlı olarak daha düşüktü (33.77±19.25'e karşılık 50.69±20.27 pg/mg, p=0.014). Sonuç olarak, liken planusta IFN- y doku düzeylerini düşük ve Fas antijen doku düzeylerini yüksek olarak bulduk. Bu çalışmada serum TNF-a düzeylerinin düşük saptanmasına rağmen, diğer parametreler hastalığın patogenezini ve önceki yapılan çalışmaları desteklemekteydi. Apopitotik belirleyicilerin çok daha sensitif yöntemlerle ölçüldüğü daha geniş çalışmaların sağlıklı sonuçlar verebileceği inancındayız. VII
  • Öğe
    Aktinik keratoz tedavisinde imikimod ve diklofenak sodyum etkinliğinin klinik ve histopatolojik olarak karşılaştırılması
    (Kırıkkale Üniversitesi, 2007) Tunçez, Fatma; Koçak, Mukadder
    Aktinik keratoz, güneş ışığına ve/veya yapay ultraviyole radyasyonuna maruz kalan açık tenli bireylerin büyük kısmını etkileyen, sık görülen prekanseröz hastalıktır.Çalışmamızda aktinik keratoz tedavisinde topikal diklofenak sodyum ve imikimod tedavisinin etkinliğini, klinik ve histopatolojik olarak araştırmayı ve karşılaştırmayı amaçladık.Gereç ve Yöntem: Klinik ve histopatolojik olarak aktinik keratoz tanısı konmuş, yaşları 38 ile 83 arasında değişen 20 hasta çalışmaya alındı. Histopatolojik olarak aktinik keratoz tanısı doğrulanan hastalara randomize olarak 2 aylık imikimod ya da topikal diklofenak sodyum krem tedavisi başlandı. Tedavi etkinliği klinik ve histopatolojik olarak tedavinin 2. ayında değerlendirildi.Bulgular: Hastaların yaş ortalaması imikimod grubunda 56.70±14.74 iken, diklofenak grubunda 58.60±10.70 idi. Hasta gruplarının yaşları, cinsiyetleri ve deri tipleri arasında istatistiksel olarak anlamlı fark tespit edilmedi (p=0.745, p=1.00, p=1.00). Tedavi öncesi toplam lezyon sayısı imikimod grubunda ortalama 4.50±2.63 adet iken diklofenak grubunda ortalama 8.30±6.41 adet idi. Tedavinin 2. ayında, bu sayılar imikimod grubunda 1.80+1.22 , diklofenak grubunda 4.60+6.88 olarak saptandı.Tedavi öncesi ve 2 aylık tedavi sonunda toplam lezyon açısından iki grup arasında istatistiksel olarak fark yoktu (p=0.100, p=0.222). Gruplarda tedavi öncesi ve tedavinin 2. ayındaki toplam lezyon sayısı karşılaştırıldığında istatistiksel olarak anlamlı fark saptandı (imikimod grubu p=0.025, diklofenak grubu p=0.005).Tedavi öncesinde ve 2 aylık tedavi sonunda histopatolojik inceleme açısından iki grup arasında istatistiksel olarak fark yoktu (p=0.789, p=0.198). Her iki grupta tedavinin 2. ayında, tedavi öncesine oranla histopatolojik düzelme saptandı (imikimod grubu, p=0.004,diklofenak grubu, p=0.008).Sonuç: Çalışmamızda olgularımızda hem klinik gözlem, hem de histopatolojik incelemede belirgin düzelme izlendi.En sık gözlenen yan etkiler, eritem ve tabakalanma/pullanma gibi lokal reaksiyonlardı. AK tedavisinde imikimod ve diklofenak tedavisinin klinik ve histopatolojik düzelmede aynı oranda etkin olduğunu saptadık.
  • Öğe
    Akneli olgularda izotretinoinin ve tretinoin kullanımının serum adiponektin, leptin ve diğer inflamatuvar parametre (IL-6, ICAM-1, Serüloplazmin) düzeyleri üzerine etkileri
    (Kırıkkale Üniversitesi, 2010) Karabacak, Semaniye Özdemir; Koçak, Mukadder Uzar
    ÖZETÖzdemir Karabacak S. Akneli Olgularda İzotretinoin ve Tretinoin Kullanımının, Serum Adiponektin, Leptin ve Diğer İnflamatuvar Parametre Düzeyleri Üzerine Etkileri, Kırıkkale Üniversitesi Tıp Fakültesi Deri ve Zührevi Hastalıklar Anabilim Dalı Uzmanlık Tezi, Kırıkkale, 2010Akne vulgaris, anormal foliküler epitelyal deskuamasyon, sebase bezlerin hiperaktivasyonu, Propionibacteriım acnes proliferasyonu ve perifoliküler inflamasyon ile seyreden bir hastalıktır. Doğal ve adaptif immün yanıtları kapsayan çeşitli immün faktörler, inflamatuvar aknenin patofizyolojisinde önemli olabilir. Hem izotretinoinin, hem de akne vulgariste tedaviye bağlı gerilemenin inflamatuvar etkileşimlerin yönünü değiştirdiğine dair kanıtlar vardır.İzotretinoin tedavisinin, adiponektin plazma düzeyini paradoksik bir şekilde yükselttiği; izotretinoin uygulanan ratlarda, leptin düzeylerinin arttığı; interlökin-6 düzeylerinin tedavi ile değişmediği; serüloplazmin düzeylerinin, izotretinoin tedavisinden etkilenmediği bildirilmiştir. İnfundibula, tümör nekrozis faktör-? ve interferon-?'ya maruz bırakıldığında, intersellüler adezyon molekülü-1 ekspresyonunun indüklendiği gözlenmiştir.Çalışmamız klinik olarak AV tanısı alan 70 hasta ve yaş-cinsiyet açısından eşleştirilmiş 35 sağlıklı gönüllüden oluştu. Leeds sınıflamasına göre komedojenik ve papülopüstüler (hafif şiddetli) akne olgularına topikal % 0,05 tretinoin krem; nodülokistik aknesi (orta şiddetli ve şiddetli) olan olgulara ise sistemik izotretinoin tedavisi başlandı. Tüm grupların, tedavi öncesi ve sonrası adiponektin, leptin, interlökin-6, serüloplazmin ve interselüler adezyon molekülü-1 düzeyleri değerlendirildi.Sistemik tedavi grubunun adiponektin düzeylerinde tedavi ile anlamlı yükselme (p<0.001) olurken, topikal tedavi grubunun adiponektin düzeylerinde değişiklik olmadı (p=0.605). ST grubunun leptin düzeylerinde değişiklik saptanmaz iken (p=0.071), topikal tedavi grubunun leptin düzeylerinde anlamlı yükselme (p=0.003) tespit edildi. Sistemik tedavi ve topikal tedavi gruplarının interlökin-6 düzeylerinde değişiklik saptanmadı (sırasıyla p=0.058 ve p=0.051). Sistemik tedavi grubunun serüloplazmin düzeylerinde anlamlı düşüş tespit edildi (p<0.001). Topikal tedavi grubunda ise tedavi ile serüloplazmin düzeylerinin yükseldiği gözlendi (p=0.001). Sistemik tedavi grubunun interselüler adezyon molekülü-1 düzeylerinin tedavi ile düştüğü (p<0.001), topikal tedavi grubunda ise böyle bir değişimin olmadığı (p=0.901) saptandı.Bu parametreler daha genel bir çerçevede değerlendirildiğinde; akne vulgariste uygulanan tedaviye bağlı olarak bazı inflamatuvar değişikliklerin ortaya çıktığı; sistemik ve topikal tedavi uygulamalarında farklı sonuçların elde edilmesinin, ortaya çıkan değişikliklerin bazılarının akne vulgaris tedavisinde kullanılan ajanla, bazılarının ise akne vulgarisin tedaviye bağlı olarak gerilemesi ile ilişkili olabileceği kabul edildi.Anahtar Kelimeler: Akne Vulgaris, izotretinoin, tretinoin, adiponektin, leptin, inflamatuvar parametreler (interlökin-6, interselüler adezyon molekülü-1, serüloplazmin), akut faz reaktanları (C-reaktif protein, eritrosit sedimantasyon hızı), insülin direnci, karbonhidrat metabolizması
  • Öğe
    Vitiligolu hastalarda düzenleyici T hücrelerinin varlığının immünohistokimyasal yöntemle araştırılması
    (Kırıkkale Üniversitesi, 2011) Kıdır, Mehtap; Karabulut, Ayşe Anıl
    Düzenleyici T (Treg) hücreleri; timusta elimine edilemeyen ve kişinin kendi yapılarına karşı saldırgan özellik taşıyan öze tepkili (?self? reaktif) T hücrelerini kontrol altında tutarak immün sistemin homeostazisine katkı sağlamaktadır. CD25 yüzey belirteci ve Foxp3 (?Forkhead box protein 3?) nükleer transkripsiyon faktörü ekspresyonu ile karakterize olan Treg hücrelerinin eksikliğinin otoimmün ve inflamatuvar süreçlerin başlamasına zemin hazırladığı gösterilmiştir. Günümüzde Treg hücre yetersizliğinin vitiligo patogenezindeki önemini sorgulayan az sayıda çalışma bulunmaktadır.Bu çalışmada; vitiligolu olgulara ait lezyonlu ve lezyonsuz deri örnekleri ile normal deri kesiti içeren kontrol materyallerinde; Treg hücreleri ve bu hücrelerin temel sitokinleri olan interlökin-10 (IL-10) ve transforme edici büyüme faktörü (TGF)?beta'nın doku dağılımları belirlenerek örnekler arası istatistiksel karşılaştırma yapılması hedeflenmiştir. Çalışma hipotezi; vitiligolu hastalara ait kesitlerde Foxp3 ekspresyonu ile kendisini gösteren Treg hücrelerinin (öncelikle) lezyonel deride; lezyonsuz ve kontrol materyallerine göre düşük olması nedeniyle otoimmün sürecin gelişmiş olması olasıdır. Çalışmaya;lokal etik kurul onayı alındıktan sonra Kırıkkale Üniversitesi, Tıp Fakültesi, Deri ve Zührevi Hastalıklar AD polikliniğine başvurarak, tanısı klinikopatolojik olarak doğrulanmış olan, 30 gönüllü, erişkin, vitiligolu olgu davet edilmiş, onam formlarını onaylayan hastalara ait deri örnekleri hasta grubu materyallerini oluşturmuştur. Hasta grubunda; yaşları 18-63 yıl arasında değişen, 13 erkek, 17 kadın, 16'sı vitiligo vulgaris, 11'i akrofasiyal vitiligo, 3'ü universal vitiligo tipte vitiligo olgusu yer almaktadır. Kontrol grubu materyalleri olarak KÜTF Patoloji AD arşivinde yer alan 30 benign melanositik nevüs olgusunun eksizyon örneklerindeki normal deri alanları değerlendirilmiştir. Tüm örnekler standart immünohistokimyasal yöntemi ile CD4, CD25, Foxp3, IL-10, TGF-â için boyanarak değerlendirilmiştir.Kontrol grubu ile karşılaştırıldığında vitiligo lezyonlu ve lezyonsuz deri örneklerinde Foxp3 ve CD4 ekspresyonunda düşüklük, TGF-â ekspresyonunda yükseklik izlendi. CD25 ekspresyonu düzeyleri hem lezyonlu hem de lezyonsuz deride kontrollerden daha düşükken; lezyonsuz deride lezyonlu deriye göre daha yüksekti. IL-10 epidermal düzeyleri lezyonsuz deride kontrol grubuna göre dermiste kontrol grubunda lezyonsuz deri örneklerine göre daha yüksek bulunmuştur. İmmünohistopatolojik veriler ile hastalık süresi, otoimmün hastalık öyküsü hastalık yaygınlığı, aktivite skoru, Koebner fenomeninin varlığı arasında korelasyon saptanmamıştır.Bu çalışma ile vitiligoda Treg hücrelerinin ve temel sitokini olan IL-10 eksikliğinin otoimmün süreçlere katkı sağladığını destekleyen sonuçlar edilmiştir. Bununla birlikte vitiligo etyopatogenezinde Treg hücrelerinin rolünü ortaya koyacak ileri çalışmalar gereklidir.Anahtar kelimeler: Vitiligo, patogenez, düzenleyici T hücreleri, Foxp3, interlökin-10, transforme edici büyüme faktörü-beta.
  • Öğe
    Psoriazisli hastalarda staphylococcus aureus kolonizasyonu ve stafilokokal süperantijen varlığının hastalıkla ilişkisi ve hastalık şiddeti üzerine etkilerinin araştırılması
    (Kırıkkale Üniversitesi, 2012) Şahiner, Neriman; Koçak, Mukadder
    Psoriazis, remisyon ve alevlenmeler ile seyreden kronik inflamatuvar bir hastalıktır. Psoriazis patogenezi multifaktöriyel olup genetik bir komponenti ve tetikleyici çevresel faktörleri içerir. Streptokokal ve stafilokokal enfeksiyonlar, psoriaziste tetikleyici ve hastalığı alevlendirici faktörler olarak düşünülmektedir. Staphylococcus aureus'un (S.aureus) bazı suşları süperantijen ismi verilen toksinler üretmektedir. Süperantijenler çok sayıda T hücresini uyarabilme özelliğine sahiptir. S.aureus süperantijenlerinin atopik dermatitte hastalığı alevlendirici rolü iyi bilinmekle birlikte, psoriazisteki etkisi henüz çok açık değildir ve tartışmalıdır. Bu çalışmaya 61 psoriazis hastası yanında yaş ve cinsiyet olarak benzer özelliklerdeki 48 sağlıklı kontrol dahil edildi. Psoriazis hastalarında burundan, lezyonlu deriden ve lezyonsuz deriden; sağlıklı kontrollerde burundan ve normal deriden S.aureus izole edildi. Stafilokokal enterotoksin (SE) A-D ve toksik şok sendromu toksin 1 (TSST-1) üretimi revers pasif lateks aglütinasyon yöntemi ile araştırıldı. Psoriazis hastalarına ait kültürlerde lezyonlu deride lezyonsuz deriye göre daha fazla sayıda S.aureus suşları izole edildi (%32.8'e karşılık %19.7) ve iki grup arasındaki bu fark anlamlı bulundu (p=0.039). S.aureus, 61 psoriazis hastasının 24'ünde (%39.3) ve 48 sağlıklı kontrolün 3'ünde (%6.3) burundan izole edildi (p<0.001). Psoriazis hastalarında lezyonlu deriden izole edilen 20 suşun 7'si (%35), lezyonsuz deriden izole edilen 12 suşun 3'ü (%25) toksijenikti (p>0.05). Psoriazis hastalarında burundan izole edilen 24 suşun 9'u (%37.5) toksijenik iken, kontrol grubunda burundan izole edilen 3 suşun hiçbiri toksijenik değildi. Lezyonlu deride kültür pozitif hastalar, kültür negatif hastalardan daha yüksek PASI skoruna sahipti (18.30±8.03'e karşılık 9.40±5.51), (p<0.001). Burunda kültür pozitif hastalar, kültür negatif hastalardan daha yüksek PASI skoruna sahipti (16.13±8.95'e karşılık 9.85±5.49), (p=0.004). Toksin üretimi ile PASI skoru arasında ise anlamlı bir ilişki saptanmadı. Lezyonlu deride ve burunda en sık saptanan toksinler sırasıyla SE-A ve TSST-1 olup her iki toksini de birlikte sentezleyen suşlar bulundu. Bu çalışmadan elde edilen bulgular, S.aureus'un derideki ve burundaki kolonizasyonunun psoriazis ile ilişkili olduğu görüşünü desteklemektedir. Süperantijenler, psoriazis aktivitesinin devamı için gerekli değildir ancak hastalığı alevlendiren veya ortaya çıkışını tetikleyen faktörlerden olabilir.
  • Öğe
    Melanom dışı deri kanserlerinde düzenleyici T lenfositlerinin rolünün immünhistokimyasal metodlarla incelenmesi
    (Kırıkkale Üniversitesi, 2013) Özdemir, Ayşe; Gündüz, Doç. Özgür
    Amaç: Timus kaynaklı olan ya da periferal olarak indüklenen Forkhead box p3+ (Foxp3+) düzenleyici T hücreleri (Treg) fonksiyonel olarak immünsüpresif etki yapan bir T lenfosit alt grubudur. Yapılmış çeşitli çalışmalarda Treg hücrelerinin kanser progresyonu ile yüksek derecede ilişkili olduğu bildirilmiştir. Dendritik hücreler (DH) kutanöz immün cevabı indükleyen antijen sunucu hücrelerdir. Bununla birlikte çalışmalarda dendritik hücrelerin Treg hücrelerini uyararak immünsüpresyona katkıda bulunduğu saptanmıştır. Çalışmamız premalign ve malign deri tümörlerinde Treg sıklığını ve dendritik hücre infiltrasyonunu değerlendirmek ve CD4+ Foxp3+ T hücrelerinin indükledikleri immünsupresyon ile deri kanserlerinin patogenez ve progresyonlarındaki muhtemel rollerini incelemeyi hedeflemektedir. Gereç ve Yöntem: Çalışmaya lokal etik kurul onayı alındıktan sonra Kırıkkale Üniversitesi Tıp Fakültesi Patoloji Anabilim Dalı arşivlerinde bulunan 32 bazal hücreli karsinoma (BHK), 32 skuamöz hücreli karsinoma (SHK) ve 44 aktinik keratoz (AK) olgusuna ait parafin bloklardan hazırlanan kesitler dahil edildi. Tüm örnekler standart immünhistokimyasal yöntemle S100, ikili immünhistokimyasal yöntemle CD4 ve Foxp3 için boyanarak değerlendirildi. Bulgular: Elde edilen veriler tek yönlü varyans analizi (Anova) yöntemi ile değerlendirildi. Buna göre dendritik hücre infiltrasyonu AK grubunda BHK ve SHK grubuna göre anlamlı derecede düşük olarak saptandı. Treg hücreleri ise SHK grubunda AK grubuna göre anlamlı derecede yüksek olarak belirlendi. Treg varlığı açısından BHK grubunda anlamlı farklılık izlenmedi. Tartışma: Bu çalışma ile Treg hücrelerinin özellikle skuamöz tümörlerde tümör progresyonu ile ilişkili olduğu ve Treg hücre varlığının skuamöz tümörlerde prognozu kötü yönde etkilediği yönündeki çalışmaları destekleyen sonuçlar elde edilmiştir. Aynı zamanda dendritik hücre infiltrasyonunun da tümör progresyonu ile ilişkisinin olduğu düşünülmektedir Anahtar Kelimeler: Regulatuar T lenfositleri, CD4+, FoxP3, kutanöz dendritik hücreler, aktinik keratoz, skuamöz hücreli karsinom, bazal hücreli karsinom.
  • Öğe
    Rozaseli hastalarda aleksitiminin değerlendirilmesi
    (Kırıkkale Üniversitesi, 2014) Öcal, Esra; Karabulut, Ayşe Anıl
    Amaç: Rozase; stres ve psikolojik faktörlerin yanı sıra immün disfonksiyonun tetikleyici rolü olduğu düşünülmekle birlikte etyopatogenezi halen tam olarak açıklanamamış kronik bir hastalıktır. Yüzün santral konveksitelerini etkileyen heterojen dermatolojik bulgular sergileyen rozasenin anksiyete ve depresyon dahil pek çok psikolojik durum ile birliktelik gösterebildiği önceden bildirilmiştir. Aleksitimi "duygularını tanıma ve sözel olarak tanımlamada yetersizlik" olarak tarif edilen bir kişilik yapısıdır. Aleksitimik kişilik özelliklerinin; strese karşı genel duyarlılığı arttırdığı, immün disfonksiyona neden olduğu, somatik bozukluklar dahil birçok medikal ve psikiyatrik bozukluk için risk faktörü olduğu düşünülmektedir. Bugüne kadar rozase ve aleksitimi arasında herhangi bir ilişki olduğuna dair bir çalışma bulunmamaktadır. Biz bu kontrollü çalışmada; aleksitiminin rozase gelişimi için bir risk faktörü olduğunu varsayımından yola çıkarak rozase ile aleksitimik yapı arasındaki ilişkinin değerlendirilmesini amaçlamaktayız. Yöntem: Çalışmamız, hasta grubu olarak Kırıkkale Üniversitesi Tıp Fakültesi Deri ve Zührevi Hastalıklar AD polikliniğine başvuran, 50 rozaseli hasta ile yaş ve cinsiyet dağılımı uyumlu 50 sağlıklı erişkinden oluşan kontrol grubu üzerinde, bilgilendirilmiş onam formları alındıktan sonra gerçekleştirilmiştir. Grupların değerlendirilmesi ve klinik/sosyodemografik veri formlarına kayıt alınması sonrası tüm olgulardan Toronto Aleksitimi Ölçeği-20 (TAÖ-20), Hastane Anksiyete ve Depresyon Ölçeği (HAD) ile Genel Sağlık Anketini (GSA) doldurmaları istenmiştir. Elde edilen verilerle her olgu için aleksitimi, anksiyete ve depresyon riski skorları hesaplanmış, gruplar arası farklar ve parametrelerin arasındaki ilişki açısından istatistiksel analizler uygulanmış, istatistiksel anlamlılık sınırı (p<0.005) kabul edilmiştir. Bulgular: Hasta grubu ile kontrol grubu karşılaştırıldığında TAÖ-20, HAD ve GSA skorları açısından hasta grubunda tüm skorlar kontrol grubu olgularına ait değerlerden istatistiksel olarak anlamlı düzeyde yüksek bulunmuştur. TAÖ'nün duyguları tanımada güçlük (TAÖ-1), duyguları söze dökmede güçlük (TAÖ-2) ve dışa-dönük düşünme (TAÖ-3) alt ölçekleri açısından hasta grubu ile kontrol grubu karşılaştırıldığında; TAÖ-1 ve TAÖ-2 puanları istatistiksel olarak anlamlı ölçüde farklı bulunurken, TAÖ-3 puanları açısından anlamlı fark saptanmamıştır. Hasta ve kontrol gruplarının TAÖ-20 skorları: "0-50", "51-60", "61-100" olarak yeniden derecelendirilerek sırasıyla "aleksitimi yok", "sınırda aleksitimik", "yüksek aleksitimik" olarak gruplar sınıflandırıldığında; hastaların %44'ünde aleksitimi yokken, %42'si sınırda aleksitimik, %14'ü yüksek aleksitimik olarak değerlendirilmiştir. Kontrol grubunun ise %78'inde aleksitimi yokken, %22'sinde sadece sınırda aleksitimi olduğu belirlenmiştir ve gruplar arasında istatistiksel olarak anlamlı fark tespit edilmiştir (p< 0.05). Sonuç: Çalışmamız sonucunda; TAÖ-20, HAD ve GSA skorları değerlendirilerek rozase hastalığı ile aleksitimi ve diğer psikiyatrik belirtiler arasında anlamlı ilişkinin olduğu ortaya konulmuştur. Aleksitimik kişilik yapısının; rozaseyi tetikleyen strese karşı ve immün disfonksiyon oluşturarak somatik bozukluğa yol açmış olabileceği düşünülmüştür. İkincil bir hedef olarak; aleksitimi varlığında hastaya sağlanacak psikiyatrik desteğin rozasenin klinik gidişi ve tedavisinde olumlu katkı sağlaması olası görünmektedir, bu konuda geniş serilerde yürütülecek ileri çalışmaların konuya derinlik kazandıracağına inanmaktayız. Anahtar Kelimeler: Rozase, aleksitimi, psikodermatoloji, Toronto Aleksitimi Ölçeği-20, Hastane Anksiyete ve Depresyon Ölçeği, Genel Sağlık Anketi.
  • Öğe
    Mikozis fungoides etyopatogenezinde makrofaj hürelerinin rolü
    (Kırıkkale Üniversitesi, 2014) Kara, Deniz Öztürk; Koçak, Mukadder
    Tümör dokusundakimakrofajlar, klasik yoldan aktive olan (M1)veyaalternatif yoldan aktive olan (M2)fenotipler olarak sınıflandırılmaktadır. Tümör dokusundaki M1 ve M2 makrofajların sayısının tedavi ile azaldığına dair kanıtlar vardır. Bu çalışmanın amacı, MF olgularında uyguladığımız tedavinin M1 ve M2 makrofaj sayıları üzerine etkisinin olup olmadığını saptamaktır. Bu çalışmaya, yaşları 42-73 arasında olan ve MF tanısı ile izlenen 21 olgu (8 kadın, 13 erkek)dahil edildi.Doku örnekleri, immünohistomyasal değerlendirme için hazırlandı. İkili immünohistokimyasal değerlendirme yardımıyla, makrofaj M1 (belirteçler:iNOS ve CD68) ve M2 (belirteçler: CD163 ve CD206)fenotipleri saptandı ve hücre sayımı yapıldı. Sekizolgu (% 38.1) evre 1a ve 13 olgu (% 61.9) evre 1b olarak sınıflandı. Olguların 6'sında (% 28.6) plak ve 15'inde (% 71.4) yama tipi lezyon vardı. Olguların tedavi sonuçları; üç hastada (% 14.3) kısmi kür, 16 hastada (% 76.2) tam kür ve iki hastada (% 9.5) rekürrens biçiminde değerlendirildi. Yirmi bir olgunun tedavi sonrası M1 sayısı tedavi öncesi M1 sayısından anlamlı düzeyde düşüktü (p=0.007). M2 sayısında tedavi ile azalma olmakla birlikte anlamlı değişim olmadı (p=0.239). Rekürrens gelişen olgular (n=2) dışlandıktan sonra, analiz 19 olgunun sonuçlarının benzer olduğunu gösterdi (sırasıyla p=0.002 ve p=0.107).M1 ve M2 sayılarında tedavi ile değişim (?) açısından; evreye (sırasıyla p=0.210 ve p=0.697), lezyon tipine (sırasıyla p=0.066 ve p=0.132) veya tedavi sonucuna (sırasıyla p=0.343 ve p=0.247) göre oluşturulan gruplar arasında istatistiksel olarak anlamlı düzeyde farklılık göstermedi. Sonuçlarımız, MF olgularının tümör dokusundaki M1 ve M2 makrofaj sayısının tedavi ile azalma eğiliminde olduğunu; M1 veya M2 sayısındaki değişimin evre, lezyon tipi veya tedavi sonucundan etkilenmeyebileceğini düşündürmektedir. Anahtar Sözcükler:Mikozis fungoides, tümör dokusu, makrofaj fenotipi, tedavi.
  • Öğe
    Kronik prurituslu hastalarda bağlanma biçimlerinin değerlendirilmesi
    (Kırıkkale Üniversitesi, 2014) Özsaraç, Kıvılcım Çınkır; Gündüz, Özgür
    Giris ve Amaç: Pruritus, kiside kasınma arzusu olusturan, hosa gitmeyen ve tam olarak lokalize edilemeyen bir duygudur. 6 haftadan uzun süren kasıntı kronik pruritus olarak tanımlanmaktadır. Kronik pruritus stres yaratan yasam olaylarıyla tetiklenebilir, aynı zamanda depresyon ve anksiyete bozukluğu gibi psikiyatrik komorbiditelerle birliktelik gösterebilir. Yapılan çalısmalarda bağlanma biçimlerinin, bireyin tehlike yaratan durumlardan korunup korunamayacağına iliskin beklentilerini yöneterek, strese reaktif otonomik ve endokrin cevabı etkilediği gösterilmistir. Ancak bugüne kadar kronik pruritus hastalarında bağlanma biçimlerinin irdelendiği bir çalısma mevcut değildir. Bu çalısmadaki amacımız; pruritus patogenezinde rol oynadığı bilinen veya süphelenilen herhangi bir organik ve/veya psikiyatrik hastalığı olmayan hastalarda bağlanma durumunun belirlenmesi, buna yol açabilecek olası diğer etyolojik faktörlerin tanımlanması ve bu hastalardaki bağlanma tiplerini inceleyerek, bu durumun pruritus olusumunda ve klinik yansımasındaki muhtemel etkilerini arastırmaktır Amacımız kronik prurituslu hastalarda bağlanma biçimlerini incelemek, bağlanma tutumu ile depresyon, anksiyete ve yasam kalitesi arasındaki iliskiyi arastırmaktır. Gereç ve Yöntem: Çalısmamız, hasta grubu olarak Kırıkkale Üniversitesi Tıp Fakültesi Deri ve Zührevi Hastalıklar AD polikliniğine basvuran, 60 kronik prurituslu hasta ile yas ve cinsiyet dağılımı uyumlu 60 sağlıklı eriskinden olusan kontrol grubu üzerinde, bilgilendirilmis onam formları alındıktan sonra gerçeklestirilmistir. Grupların yas, cinsiyet, eğitim durumu, medeni durum, ekonomik durum gibi sosyodemografik verilerinin yanı sıra hastalık süresi ve kasıntı siddetleri kaydedildi. Ayrıca Dliski Ölçekleri Anketi (DÖA), Dliski Ankeri (DA), Hastane Anksiyete ve Depresyon Ölçeği (HAD) ile Genel Sağlık Anketini (GSA) ve Dermatoloji Yasam Kalite Dndeksi (DYKD) dolduruldu. Elde edilen verilerle her olgu için bağlanma biçimleri, anksiyete ve depresyon riski skorları, Dermatoloji Yasam Kalite Dndeksi hesaplanmıs, gruplar arası farklar ve parametrelerin arasındaki iliski açısından istatistiksel analizler uygulanmıs, istatistiksel anlamlılık sınırı (p<0.005) kabul edilmistir. Bulgular: Çalısmamıza 60 kronik pruritus hastası (43 kadın, 17 erkek, ort. yas: 44.60±15.26) ile 60 sağlıklı kisi (44 kadın, 16 erkek, ort. yas: 44.25±14.80) alınmıstır. Çalısıp çalısmama durumu dısında sosyodemografik veriler açısından her iki grup arasında VI istatistiksel olarak anlamlı fark saptanmazken (p>0.005), hasta grupta çalısmama oranı kontrol grubuna göre istatistiksel olarak anlamlı derecede yüksek saptandı (p?0.0001). Hasta ve kontrol grubu arasında; anne sütü alma süresi, çocukluğunda kimin tarafından yetistirildiği ve çocukluğunda gördüğü ilgi durumu gibi erken çocukluk yasantılarına iliskin veriler açısından anlamlı bir farklılık tespit edilmedi (p>0.005). Kasıntı siddeti orta-siddetli olan hastalar kasıntı siddeti hafif olan hastalarla karsılastırıldıklarında; DYKD, GSA ve HAD-anksiyete puan ortalamalarının istatistiksel açıdan anlamlı olarak daha yüksek olduğu saptandı (sırasıyla p<0.0001, p=0.003, p=0.003). Benzer sekilde saplantılı bağlanma biçimi puan ortalaması da kasıntı siddeti orta-siddetli olan hastalarda, kasıntı siddeti hafif olan hastalara göre istatistiksel olarak anlamlı derecede yüksek tespit edildi (p=0.01). Kronik prurituslu hastalarda sağlıklı kontrol grubuna göre ortalama depresyon puanlarının (8.03±4.35'e karsın 4.95±3.86, p<0.0001) ve ortalama anksiyete puanlarının (8.23±4.74'e karsın 6.00±4.03, p=0.006) istatistiksel olarak anlamlı derecede daha yüksek olduğu görüldü. Kontrol grubu ile karsılastırıldığında hasta grubunda; korkulu bağlanma, kayıtsız bağlanma ve saplantılı bağlanma puan ortalamalarının istatistiksel açıdan anlamlı olacak sekilde daha yüksek olduğu saptandı (sırasıyla p<0.001, p=0.04, p=0.048). Güvenli bağlanma puan ortalamasının ise kontrol grubunda hasta grubuna göre istatistiksel olarak anlamlı derecede yüksek olduğu tespit edildi (p<0.001). Sonuç: Güvensiz bağlanma kisinin kendisine, baskalarına ve dünyaya bakıs açısını olumsuz etkileyerek kendilik gelisimini olumsuz etkilemektedir. Güvensiz bağlanma temsilinin, Kronik pruritus gibi etyolojide psikosomatik faktörlerin rol oynayabileceği hastalıklarının gelisimindeki rolleri net olarak ispatlanamasa da, stres regülasyonun etkileyerek algılanan stresi arttırdığı, fizyolojik stres yanıtını bozduğu asikardır. Çalısmamız kronik prurituslu hastalarda güvensiz bağlanma tutumunun daha fazla olduğunu ve güvensiz bağlanma biçiminin depresyon ve anksiyetede rol oynayan faktörlerden biri olduğunu göz önüne sermektedir.
  • Öğe
    Kırıkkale il merkezinde adölesan skolyozu prevelansı
    (Kırıkkale Üniversitesi, 2015) Yıldırım, Yusuf; İnal, Elem
    Sağlıklı bir kişide vertebralar frontal ve transvers düzlemlerde nötral pozisyonda yer alırlar. Skolyoz, vertabranın asimetrik deformasyonu ile birlikte vertebral kolonun frontal planda laterale deviasyonu olarak açıklanan gövdenin 3 boyutlu kompleks deformitesini ifade etmektedir. İdiyopatik skolyoz normal sağlıklı bir çocukta zamanla, fark edilmeden ortaya çıkarak, iskelet gelişimiyle birlikte ilerlemektedir. Skolyoza erken dönemde tanı konularak tedaviye geçilmesi durumunda büyük ölçüde ilerlemesi önlenebilmektedir. Erken tanıda en sık kullanılan yöntem olan okul taramalarının uygunluğu onaylanmıştır. Dünya genelinde yapılan okul taramalarında skolyoz prevelansı %0.2-%3 gibi geniş sınırlar içerisinde bulunmuştur. Skolyozda erken tanı koymak için yapılan okul taramaları, skolyozun ilerlemesinin önlenmesi ve cerrahi girişimsiz tedavi imkanı sağlanması açısından çok önemlidir. Bu çalışmanın amacı, Kırıkkale İl Merkez'inde ilköğretim okullarında okuyan 10-13 yaş arasındaki çocuklarda skolyoz prevalansının belirlenmesidir. Bu araştırmada, Kırıkkale İl Merkez'i sosyoekonomik açıdan 6 bölgeye ayrılarak, tabakalı küme örneklem yöntemiyle örneklem alındı. Çalışmaya alınan öğrenci sayısı 2355 idi. Muayenede Adam's testi, vertebra palpasyonu, yürüyüş ve asimetri değerlendirildi. Adam's öne eğilme testi olumlu olan 68 öğrenciden 52'si radyolojik değerlendirme için hastanemize başvurdu. Hastanemize başvuran öğrencilerin anteroposterior spinal radyografileri Cobb yöntemiyle ölçülerek değerlendirildi ve 32 öğrenciye skolyoz tanısı kondu. Skolyozlu olguların radyografik değerlendirilmesinde saptanan ortalama Cobb açısı değeri 10.22°±5.39° olup, 6° ile 26° arasında değişmekteydi. Ailelerin eğrilik hakkında farkındalığı sorgulandığında Cobb açısı 20° üzerinde olan 2 öğrencinin ailesi hariç, diğer ailelerden hiçbirisi eğriliğin farkında değildi. Prevalans değeri kızlarda %2.23, erkeklerde %0.56 olup, kızlarda erkeklere göre 3.6 kat daha fazla görüldüğü saptandı. Skolyoz tespit edilen hastaların beden kitle indeksine (BKİ) göre; %65.6'sı zayıf, %31.2'si normal, %3.1'i ise fazla kilolu grupta yer almakta idi. Kız cinsiyet ve BKİ<18.5 olma, skolyoz için risk faktörü olarak tespit edildi (p < 0.05 ). Saptanan eğriliklerin çoğunluğunun düşük derecelerde olması ve aile üyelerinin dikkatinden kaçması göz önüne alındığında tarama programları aile ve aile bireylerinin konuya farkındalığı arttmakta ve aynı zamanda skolyoz saptanan adölesanlara erken tedavi imkanı sağlanmaktadır. Sonuç olarak ülkemizde rutin tarama programları içerisinde idiopatik skolyozun da yer almasının uygun olacağı düşünülmüştür. Anahtar kelimeler: Skolyoz, okul taraması, prevalans, Adams testi
  • Öğe
    Liken planus hastalarında oküler yüzey değişiklikleri ve korneal duyarlılığın araştırılması
    (Kırıkkale Üniversitesi, 2016) Dikiş, Fehmi Cihan; Karabulut, Ayşe Anıl
    Ön bilgi ve Amaç: Liken planus (LP); patogenezi tam olarak bilinmeyen, kronik seyirli, papüllü skuamlı, inflamatuar bir dermatozdur. LP; derinin yanı sıra kıl folikülleri, tırnaklar ve mukozal yüzeyleri de etkiler. Bu çalışmada LP'nin mukozal yüzeyleri tutma eğilimi ve artan oküler LP olgu bildirimleri nedeniyle LP tanısı almış, erişkin. gönüllü hastalarda, sağlıklı gönüllülerde karşılaştırmalı olarak oküler yüzey değişikliklerinin sistematik olarak araştırılması hedeflenmiştir. LP olgularında şiddetli kutanöz kaşıntı iyi bilinen bir semptomdur ve LP'de korneal duyarlılık bulunması olası görünmektedir. Bu nedenle LP olgularında bugüne kadar araştırılmamış bir özellik olarak korneal duyarlılığın varlığının da ortaya konulması amaçlanmıştır. Hastalar, Materyal ve Metot Çalışmamız; KÜTF, Deri ve Zührevi Hastalıklar Anabilim Dalı polikliniğine başvuran, bilgilendirilmiş gönüllü olur formunu dolduran daha önceden klinikopatolojik olarak liken planus tanısı doğrulanmış olan 30 liken planuslu hasta ve kontrol grubu olarak liken planuslu hastalarla yaş ve cinsiyet uyumu sergileyen, bilinen dermatolojik ve oftalmolojik hastalık öyküsü olmayan 30 gönüllü erişkin bireyler üzerinde gerçekleştirilmiştir. Hasta grubundakiler ve gönüllü erişkin olgular daha sonra KÜTF Göz Hastalıkları Anabilim Dalı polikliniğinde rutin oftalmolojik muayene kapsamında değerlendilerek invaziv olmayan yöntemler(en iyi düz görme keskinliği, oküler biyomikroskopik muayene, fundus muayenesi, esteziyometre, gözyaşı film kırılma zamanı testi, Schirmer-1 testi,ultrasonografik pakimetre ile korneal kalınlık ölçümü ve santral korneal mekanik sensitivite ölçümü ile konjonktival impresyon sitolojisi) ile detaylı değerlendirmeye alınmıştır. Elde edilen verilerle, gruplar arası farklar ve parametrelerin arasındaki ilişki açısından istatistiksel analiz uygulanmış, istatistiksel anlamlılık sınırı(p<0.005) kabul edilmiştir. Bulgular: Hasta grubu ile kontrol grubu en iyi düz görme keskinliği, oküler biyomikroskopik muayene, fundus muayenesi, esteziyometre, gözyaşı film kırılma zamanı testi, Schirmer-1 testi, ultrasonografik pakimetre ile korneal kalınlık ölçümü ve santral korneal mekanik sensitivite ölçümü ile konjonktival impresyon sitolojisi ve oküler yüzey hastalıkları indeksi(OSDI) anketi skorları yönünden karşılaştırıldığında ilgili parametrelerden yalnızca impresyon sitoloji evreleri ve OSDI skorları yönünden LP hasta grubu ile kontrol grubuy karşılaştırıldığında hasta grubunda istatistiksel olarak anlamlı artış tespit edilmiştir (p<0.005). Beklenenin aksine, LP olgularında santral korneal mekanik sensitivite açısından kontrol olgularıyla anlamlı farklılık görülmemiştir. Sonuç: Çalışmamız sonucunda LP hastalarda impresyon sitolojisi evrelerinde kontrollere göre daha yüksek skorlar olduğu belirlendi. OSDI skorlarında hasta grubunda yükseklik saptanması oküler yüzey tutulumunun LP'de beklenen bir tutulum olduğunu ve OSDI skoru ile belirlenebileceğini ortaya koymaktadır. Sonuç olarak asemptomatik olgular dahil LP'de tüm olgularda oftalmolojik değerlendirme yapılması gereklidir.
  • Öğe
    Telogen effluviumlu hastalarda vitamin ve mineral eksikliği saptanabilir mi ve anomali varsa dermoskopi bulgularıyla ilişkili midir?
    (Kırıkkale Üniversitesi, 2019) Arslan, Hakan; Gündüz, Özgür
    Giriş ve Amaç: Bu araştırma Kırıkkale Üniversitesi Tıp Fakültesi Hastanesi Deri ve Zührevi Hastalıkları Anabilim Dalı'nda 2015-2018 yılları arasında telogen effluvium tanısı alan hastalar üzerinde yapılan tanımlayıcı kesitsel tipte bir çalışmadır. Araştırmamızın amacı, telogen effluvium tanısı konulan hastalarda vitamin ve mineral eksikliği durumunun araştırılması ve bunun saç çekme testi ve otomatik yazılımlı bilgisayarlı fototrikogram sonuçları ile ilişkisinin incelenmesidir. Gereç ve Yöntem: Araştırmaya 973 hasta katılmıştır. Ferritin, vitamin B12 ve folik asit düzeyi, hemoglobin değeri gibi telogen effluvium ile ilişkili olabilecek parametreler ve bu parametrelerin saç çekme testi ve otomatik yazılımlı bilgisayarlı fototrikogram sonuçları ile ilişkileri araştırılmıştır. Bulgular: Bu çalışmada, ferritin ve demir düzeyleri düşük olan hastalarda saç çekme testi pozitifliği sıklığının anlamlı düzeyde daha fazla olduğu saptanmıştır. Hemoglobin düzeyleri ile anagen/telogen saç oranları arasında pozitif yönde anlamlı bir ilişki saptanmıştır. Vitamin B12 eksikliği olan ve olmayan hastalarda saç çekme testi pozitifliği açısından anlamlı bir fark olmadığı saptanmıştır. Benzer şekilde folik asit eksikliği olan ve olmayan hastalarda saç çekme testi pozitifliği açısından anlamlı fark saptanmamıştır. Vitamin D eksikliği olan hastalar ile olmayan hastalar saç çekme testi ile değerlendirme sonuçları açısından, iki grup arasında anlamlı fark saptanmamıştır. Çinko eksikliği olan ve olmayan hastalar arasında saç çekme testi ve otomatik yazılımlı bilgisayarlı fototrikogram testi sonuçlarına bakıldığında iki grup arasında anlamlı fark saptanmamıştır. Sonuç: Ferritin ve demir düzeyleri düşük olan hastalarda saç çekme testi pozitifliği sıklığının anlamlı düzeyde daha fazla olduğu saptanmıştır. Hemoglobin düzeyleri ile anagen/telogen saç oranları arasında pozitif yönde anlamlı bir ilişki saptanmıştır. Anahtar Kelimeler: Telogen effluvium, Otomatik yazılımlı bilgisayarlı fototrikogram, Vitamin, Mineral
  • Öğe
    Eritematotelenjiektatik tip rozase hastalarında serum triptaz düzeylerinin araştırılması
    (Kırıkkale Üniversitesi, 2020) Koçak, Gülşah; Gündüz, Özgür
    Amaç: Rozase, deride yüzün santral konveks alanlarında eritem, telenjiektaziler, papül, püstül ve fimatöz lezyonlarla karakterize olan kronik ilerleyici inflamatuvar bir hastalıktır. Triptaz, mast hücre sayısı ve aktivasyonunun bir göstergesi olarak kullanılmaktadır. Mast hücrelerinin, rozasenin etyopatogenezinde rolü olduğuna dair araştırmalar mevcut olmasına rağmen henüz kesin olarak bu ilişki kanıtlanamamıştır. Bu çalışmada, vazodilatasyon ve anjiogeneze ait klinik semptom ve bulguların ön planda olduğu eritematotelenjiektatik tip ve eritematotelenjiektatik tip ile kombine olan rozase alt tiplerinde triptaz düzeylerinin araştırılması amaçlanmıştır. Gereç ve Yöntem: Hasta grubuna Kırıkkale Üniversitesi Tıp Fakültesi Deri ve Zührevi Hastalıklar Anabilim Dalı polikliniğine başvurmuş ve rozase klinik tanısı konulmuş olan kişiler; kontrol grubuna ise, rozaseli hastalarla yaş ve cinsiyet açısından eşleştirilmiş, mast hücre yüksekliği beklenmeyen hastalıklar nedeniyle polikliniğe başvuran kişiler dahil edilmiştir. Çalışma gruplarına dahil edilen kişilerin serum total triptaz düzeyleri ölçülerek sosyodemografik özellikler, Fitzpatrick deri tipleri, hastalık başlama yaş ve süreleri, tetikleyici faktörler, tutulan bölgeler, ilk semptomlar, kullanılan tedaviler ve tedavi yanıtı, rozase klinik skoru, oküler tutulum ve şiddeti, aile öyküsü, ilaç kullanımı ve bazı laboratuvar değerleri ile ilişkisi araştırılmıştır. Bulgular: Çalışmamız 40 eritematotelenjiektatik rozase hastası ve 40 kontrol hastası ile yürütülmüştür. Serum total triptaz düzeyleri rozase grubunda, kontrol grubundan istatistiksel olarak anlamlı düzeyde yüksek bulunmuştur (p<0,001). Rozase grubunda ve kontrol grubunda cinsiyetlere, ek hastalık durumlarına, Fitzpatrick deri tiplerine, tedavi durumlarına, aile öyküsü durumlarına, oküler tutulum durumlarına, oküler tutulum şiddetine ve laboratuvar değerlerine göre serum total triptaz düzeyleri bakımından istatistiksel olarak anlamlı fark bulunmamıştır (p>0,05). Rozase grubunda ve kontrol grubunda sigara kullananlarda serum total triptaz düzeyleri, sigara kullanmayanlara göre anlamlı düzeyde yüksek saptanmıştır (p<0,05). Rozase grubunun ve kontrol grubunun serum total triptaz düzeyleri ile yaşlar arasında anlamlı korelasyon bulunmamıştır (p>0,05). Rozase grubunun ve kontrol grubunun serum total triptaz düzeyleri ile vücut kitle indeksleri arasında pozitif yönde istatistiksel olarak anlamlı korelasyon bulunmuştur (p<0,05). Rozase grubunda hastalık başlama yaşı, hastalık süresi ve rozase klinik skoru ile serum total triptaz düzeyi arasında istatistiksel olarak anlamlı korelasyon bulunmamıştır (p>0,05). Sonuç: Çalışmamızda rozase hastalarında serum total triptaz düzeyi kontrol grubundan anlamlı düzeyde yüksek saptanmıştır.Bu bulgu, rozase hastalarında mast hücre aktivasyonu olduğu hipotezini desteklemektedir.