Tıbbi Uzmanlık Tez Koleksiyonu
Bu koleksiyon için kalıcı URI
Güncel Gönderiler
Öğe Lomber dejeneratif disk, spinopelvik parametreler, modic değişiklik, paraspinal kas kitlesi, yağ infiltrasyonu ve akut faz reaktanları arasındaki ilişkilerin araştırılması(Kırıkkale Üniversitesi, 2022) Ayan, Fazilet; Kültür, TurgutAmaç: Lomber dejeneratif disk tanılı hastalarda, disk dejenerasyonu, paraspinal kas değişimleri, spinopelvik parametreler, modic değişiklikler, ağrı düzeyleri ve enflamasyon parametreleri arasındaki ilişkileri araştırmaktır. Materyal ve Metod: Bu retrospektif çalışmaya, bel ağrısı şikayeti ile kliniğimize başvurarak lomber dejeneratif disk hastalığı tanısı konulmuş, hastane kayıtlarımızda lomber magnetik rezonans görüntüleme ve lomber direk grafisi ile yakın zamanlı tam kan parametleri, sedim, crp, albumin değerlerine bakılmış olan, 30-65 yaş arasındaki kişiler dahil edildi. Katılımcıların demografik özellikleri kayıtlardan öğrenildi. Hastanemiz arşivinde kayıtlı MRG sonuçlarından, dejeneratif disk skorlaması olan Pfirrman skoru, Goutallier yağlı dejenerasyon evresi, Sagital spinopelvik parametreler (lomber lordoz açısı, pelvik insidans açısı, sakral slope açısı, pelvik tilt açısı), paraspinal kas kitlesi hacim ölçümü uygulandı. Ayrıca hasta başvurusu sırasında uygulanmış olan VAS (visual analog skala) sonuçları kaydedildi. Sonuçlar IBM SPSS Statistics 22 programı kullanılarak analiz edildi. Bulgular: L4/5 disk Pfirrman skor derecelendirmesi ile L4 seviyesi toplam paravertebral kas ölçümü karşılaştırıldığında istatistiksel anlamlı bir farklılık saptandı (p?0,05). L4/5 disk Pfirrmann skor derecelendirmesi ile yaş, VAS ve yağlı dejenerasyon evresi arasında anlamlı korelasyon saptandı (p?0,05). L5/S1 disk Pfirrmann skor derecelendirmesi ile VAS arasında anlamlı korelasyon saptandı (p?0,05). Pfirrmann toplam skoru ve yaş arasında orta derecede korelasyon (p<0.01), Pfirrmann toplam skoru ve BKİ arasında düşük derecede korelasyon (p<0.01) saptandı. L4/5 seviyesinde Pfirrmann skor dereceleri ile yaş arasında anlamlı korelasyon saptandı (p?0,05). Paraspinal kas çapı ile Pfirman toplam skoru arasında negatif korelasyon saptandı (p?0,05). Pfirrmann toplam skoru ile Sakral Slope ve Pelvik İnsidans arasında negatif yönde anlamlı bir ilişki bulundu (p?0,05). Pfirrmann toplam skoru ile L1/2 disk seviyesi hariç diğer seviyelerde Goutallier yağlı dejenerasyon ile pozitif yönde anlamlı bir ilişki bulunmuştur. Pfirrmann toplam skoru ile paraspinal kaslardaki Goutallier yağlı dejenerasyon evreleri karşılaştırıldığında anlamlı farklılık saptandı (p?0,05). Kadınların Lomber lordoz açısı erkeklere göre istatiksel anlamlı yüksek bulundu (p<0,05). Kadın hastalardaki yağlı dejenerasyon, erkeklere oranla istatistiksel olarak daha yüksekti (p<0,05). Kadın hastaların ortalama Pfirrmann skorları, erkeklerden daha yüksekti (p<0,05). Erkeklerin paraspinal kas çapları kadınlara göre daha yüksek bulundu (p<0,05). Modic tip 1'in sakral slope ve pelvik insidans açısı Modic tip 2'ye göre daha yüksekti (p<0,05). Sonuç: Modic değişiklik, spinopelvik parametre, enflamasyon gibi disk dejenerasyonu patofizyolojisi ve etiyolojisinde bulunan çeşitli nedenlerin birbirini tetikleyebileceği görülse de, hangi etkenin önce geliştiği gösterilememiştir. Bu konuda ileriye dönük çalışmalara ihtiyaç duyulmaktadır. Anahtar Kelimeler: Lomber Dejeneratif Disk, Yağlı Dejenerasyon, Paraspinal Kas Kitlesi, Spinopelvik ParametreÖğe Diyabetik polinöropati tanılı hastalarda femoral kartilaj kalınlığının ultrasonografi ile değerlendirilmesi(Kırıkkale Üniversitesi, 2022) Gürbüz, Gülşah; Karaca, Şahika BurcuGiriş: Diyabetes mellitus (DM) ve osteoartrit (OA) prevelansları artış gösteren yaygın izlenen hastalıklardandır. DM hastalarının yaklaşık yarısında artrit formlarından birisi izlenmektedir. DM varlığı OA progresyonu, şiddetli klinik semptomlar ve eklemde yapısal değişiklikler ile ilişkiliyken, DM tedavisi diz OA progresyonunu yavaşlatmaktadır. Diyabetik periferal polinöropati (PNP) DM'nin en yaygın izlenen, en yüksek mortalite ve engelliliğe neden olan kronik komplikasyonudur. DM ve OA ilişkisi uzun süredir bilinmektedir. Ancak diyabetik PNP'nin OA gelişimindeki rolü tam olarak bilinmemektedir. Bu çalışmada diyabetik PNP hastalarında femoral kartilaj kalınlıklarının ölçülerek OA patogenezinin aydınlatılması amaçlanmıştır. Gereç ve yöntem: Çalışmaya EMG ile tanı koyulmuş 25 diyabetik PNP hastası, yaş ve cinsiyete göre eşleştirilmiş 25 kontrol dahil edildi. Sağ ve sol medial, interkondiler ve lateral bölgeden femoral kartilaj ultrason ile değerlendirildi. Katılımcıların fizik muayenesinde hafif dokunma, diz-eklem pozisyon, sıcak-soğuk, propriosepsiyon, kas güçleri, diz fleksiyon ve ekstansiyon eklem hareket açıklıkları değerlendirildi. Yaşam kalitesinin değerlendirilmesinde Kısa Form-36 (SF-36), yürüme hızının değerlendirilmesinde Zamanlı Kalk Yürü Testi, dengenin değerlendirilmesinde Tek Ayak Üzerinde Durma Testi kullanıldı. Bulgular: Hastaların yaş ortalaması 56,0 ± 6,4 yıl, kontrol grubunun ise 56,1 ± 6,0 yıl idi. kadın/erkek oranı her iki grupta aynıydı (15/10). Diz fleksiyon derecesi, hafif dokunma, sıcak-soğuk duyusu, diz-eklem pozisyon duyusu, sol diz fleksiyon ve sol ayak inversiyon kas gücü PNP hastalarında daha kötüydü (tüm analizlerde p<0,05). PNP hastalarının yaşam kalitesi, Zamanlı Kalk Yürü Testi ve Tek Ayak Üzerinde Durma Testi sonuçları daha kötüydü (tüm analizlerde p<0,05). PNP grubunda femoral kıkırdak kalınlığı, ölçümün yapıldığı sağ medial (p=0,008), sağ interkondiller (p=0,028), sağ lateral (p=0,013), sol medial (p=0,001), sol interkondiller (p=0,019) ve sol lateral (p=0,019) bölgede daha inceydi. PNP grubunda sağ (p=0,040) ve sol (p=0,028) rektus femoris kesit alanı kontrol grubundan anlamlı derecede daha düşüktü. Benzer şekilde, PNP grubunda rektus femoris kas kalınlığı hem sağda (p=0,011), hem de solda (p=0,012) kontrol grubuna kıyasla daha inceydi. Rektus femoris kas kalınlığı ile SF-36 alt skorları koreleydi. Sonuç: Diyabetik PNP OA gelişiminde rol oynayabilir. Diyabetik hastalarda OA gelişimine sinir hasarı ve PNP aracılık ediyor olabilir.Öğe Diz osteoatrit tanılı hastalarda kısa dalga diatermi ile yüksek yoğunluklu lazer tedavisinin etkinliğinin karşılaştırılması(2021) ZAFER CEYHAN; ŞAHİKA BURCU KARACAAmaç: Yüksek yoğunluklu lazer tedavisi ile kısa dalga diatermi tedavisinin diz osteoartritli hastalarda ağrı, fiziksel fonksiyon ve yaşam kalitesine olan etkilerini araştırmak ve bu modalitelerin etkinliklerini karşılaştırmayı amaçlamıştır. Gereç ve Yöntem: Kırıkkale üniversitesi Tıp Fakültesi Fiziksel Tıp ve Rehabilitasyon AD poliklinik tedavi birimine diz ağrısı yakınmasıyla başvuran hastalar arasından değerlendirme sonrası ACR kriterlerine göre primer diz OA tanısı alan ve radyolojik olarak Kellgren-Lawrence evre 2 ve 3 olarak değerlendirilen toplam 60 hasta çalışmaya alındı. Çalışma prospektif, randomize tasarlandı. Hastalar randomize olarak 2 gruba ayrıldı. Birinci gruba 2 hafta (haftada 5 gün toplam 10 seans) süre ile yüksek yoğunluklu lazer tedavisi ve egzersiz, ikinci gruba 2 hafta (haftada 5 gün toplam 10 seans) süre ile kısa dalga diatermi tedavisi ve egzersiz uygulandı. Hastalar tedavi öncesi ve tedavi sonrası VAS, WOMAC, Zamanlı Kalk ve Yürü Testi, Merdiven İnip Çıkma Testi, 30 Saniye Kalk Otur Testi, 40 Metre Hızlı Tempo Yürüme Testi, SF-36 testleri ile değerlendirildi. Bulgular: HİLT grubunda tedavi öncesi ve sonrası tüm testlerde istatistiksel olarak anlamlı fark saptanmıştır. KDD grubunda ise 30 saniye otur-kalk, 40 metre hızlı tempo yürüme testi hariç tüm testlerde istatistiksel olarak anlamlı fark saptanmıştır. Hilterapi merdiven inip çıkma testi ve 40 metre hızlı tempo yürüme testi hariç tüm testlerde tedavi öncesi- sonrası değişimler açısından Kısa Dalga Ditatermi'ye göre daha etkili bulundu. Sonuç: Her iki gruba uygulanan tedavilerin kısa dönemde etkili olduğu görülmekle beraber; ağrı, fiziksel fonksiyonel ve yaşam kalitesi üzeine Hilterapi'nin daha etkili olduğu saptanmıştır. Evre 2-3 diz osteoartritli hastalarda hilterapi öncelikli olarak tedavi planında düşünülmelidir. Anahtar Sözcükler: Diz osteoartriti, yüksek yoğunluklu lazer tedavisi, Kısa dalga diatermi, Ağrı, WOMAC, SF-36Öğe Kırıkkale ilinde hastaneye başvuran annelerin 0-24 aylıkçocuklarını besleme davranışları(2021) SEVDA AKKUŞAkkuş S, Kırıkkale ilinde hastaneye başvuran annelerin 0-24 Aylık Çocuklarını Besleme Davranışları, Kırıkkale Üniversitesi Tıp Fakültesi, Çocuk Sağlığı ve Hastalıkları Anabilim Dalı, Sevda Akkuş, Uzmanlık Tezi, Kırıkkale, 2021. Bu çalışmada amaç Kırıkkale ilinde Kırıkkale üniversitesi hastanesine başvuran annelerin 0-24 ay çocuklarını besleme davranışlarını incelemek, annelerin anne sütü, tamamlayıcı beslenme konularında eğitim düzeylerini belirlemek, bu konularda gerekli uygulamalar geliştirmek için zemin hazırlamaktır. Çalışmamızda Ocak 2020 ve Ağustos 2020 tarihleri arasında Kırıkkale Üniversitesi Tıp Fakültesi'ne başvuran 400 annenin 0-2 yaş çocuklarını besleme davranışları değerlendirilerek toplum alışkanlıkları gözden geçirildi. Bulgular SPSS 26 paket programı kullanılarak analiz edildi. %12,5'i (n=50) sağlık çalışanı, %67'si (n=268) ev hanımı ve %20,6 sı (n=82) diğer (bankacı, işçi, memur, avukat, öğretmen, müdür, öğrenci, polis ve tekstil çalışanı) grubundadır. Tek çocuğu olan anneler %30,5'tir. Araştırmaya katılan annelerin %25,3'ü ilkokul, %56,9 u lise ve üzeri eğitim almışken, %2,5'i okur-yazar değildi. Annelerin doğum şekli 49,5 sezaryen, spontan vajinal yol ile %48,3'tü. Annelerin emzirme süreleri annelerin mesleklerine göre farklı bulunmadı (p>0.05). Annelerin çocuklarını ilk 6 ay sadece anne sütü ile besleme sürelerinin annelerin mesleklerine göre değiştiği saptandı (p<0.05). Katılımcıların ek gıdaya başlama zamanlarının annelerin meslek grubuna göre değişmediği görüldü (p>0.05). Sağlık çalışanlarının anne sütü ve ek gıda başlama konusunda eğitim alımları diğer meslek gruplarına göre anlamlı olarak yüksek saptandı (p<0.05). Sonuç olarak, çoğunluğun 30 yaş ve üzerinde olan "ANNE" katılımcılarımızın, eğitim düzeyi lise düzeyi ve üzerinde olmakla beraber ilk 6 ay sadece anne sütü alımı ise yeterli saptanmadı. Anahtar Sözcükler: Anne sütü, Emzirme, Beslenme eğitimi, Tamamlayıcı beslenme, Formül mamaÖğe Ankilozan spondilitli hastalarda denge bozukluğu ve düşme riskinin günlük yaşam aktivitesine etkisinin değerlendirilmesi(2021) ESRA KARAMAN EROLANKİLOZAN SPONDİLİTLİ HASTALARDA DENGE BOZUKLUĞU VE DÜŞME RİSKİNİN GÜNLÜK YAŞAM AKTİVİTESİNE ETKİSİNİN DEĞERLENDİRİLMESİ Amaç: Çalışmamızda Ankilozan Spondilit (AS) tanılı hastaların düşme riski, düşme korkusu, anksiyete ve depresyon durumlarının sağlıklı kontrol grubu ile karşılaştırılması, hasta grubundaki düşme riski ve ilişkili faktörlerin belirlenmesi, düşme riskinin yaşam kalitesi üzerine etkilerinin araştırılması amaçlanmıştır. Hastalar ve Yöntem: 70 AS tanılı hasta ve yaş - cinsiyet açısından hasta grubu ile uyumlu 30 sağlıklı birey çalışmaya dahil edildi. Çalışmamızda AS tanılı hastalar ile kontrol grubu demografik veriler, hastalık süresi ve son 12 ay içindeki düşme öyküsü açısından sorgulandı. Ek olarak AS tanılı hastaların alt ekstremite tutulumu ve kullanmakta oldukları ilaçlar kaydedildi. AS'li hastalarda Visual Analog Skala (VAS) ile ağrı düzeyi, BASFİ (Bath Ankylosing Spondylitis Functional İndex) ile hastanın fonksiyonel kapasitesi, BASMİ (Bath Ankylosing Spondylitis Metrology İndex) ile hastanın spinal mobilitesi ve BASDAİ (Bath Ankylosing Spondylitis Disease Activation Index) ile hastalık aktivitesi değerlendirildi. Ankilozan Spondilit Yaşam Kalitesi Değerlendirme ölçeği (EASi-QoL) ile hastaların yaşam kalitesi değerlendirildi. Modifiye shober testi, tragus - duvar mesafesi, oksiput - duvar mesafesi, göğüs ekspansiyonu, el parmak- zemin mesafesi ölçümü ile hastaların postür değerlendirilmesi yapıldı. AS ve kontrol grubunda Berg Denge ölçeği (BDÖ), Zamanlı Kalk ve Yürü Testi (TUGT), Tinetti Denge (TD) ve Yürüme Testi (TY) ile düşme riski değerlendirildi. Tinetti'nin Düşme Etkinlik Ölçeği (TİNETTİ FES) ile düşme korkusu korkusu, Hastane anksiyete ve depresyon ölçeği (HADS) ile depresyon ve anksiyete düzeyi değerlendirildi. Bulgular: Hasta ve kontrol grubu arasında demografik veriler açısından anlamlı fark saptanmadı. Hasta ve kontrol grubu karşılaştırıldığında Düşme Etkinlik Ölçeği, BDÖ, TD, TY, TUGT Testlerinde iki grup arasında anlamlı fark saptandı (p<0,05). Hastalar BDÖ'ye göre 41 puan ve üstünü alan hastalar düşük riskli, 21-40 arası puan alan hastalar orta riskli olarak gruplandırıldığında BDÖ'ye göre orta düşme riskine sahip olan hasta grubunda yaş ortalamasının daha yüksek, hastalık süresinin daha uzun olduğu görüldü. Yine orta riskli grupta BASMİ, BASFİ, BASDAİ, VAS, Düşme korkusu, HADS anksiyete (HADS-A) ve depresyon (HADS-D), EASi-Qol puanlarının istatistiksel olarak anlamlı yüksek olduğu görüldü (p<0,05). Postüral değişiklikler açısından orta ve düşük riskli grubu karşılaştırdığımızda modifiye shober testi, el parmak - zemin mesafesi, göğüs ekspansiyonu ölçümlerinin daha kısıtlı, oksiput - duvar, tragus - duvar mesafesi ölçümlerinin ise orta riskli grupta daha fazla olduğu saptandı. Kifoz artışı olan hastalarda BDÖ puanlarının istatistiksel olarak daha düşük olduğu belirlendi (p=0,004). Hastaları düşme öyküsüne göre gruplandırarak değerlendirdiğimizde düşme öyküsü olan grupta sadece BASDAi'nin istatistiksel olarak anlamlı yüksek olduğunu görüldü. Düşme etkinlik ölçeği ile BASDAİ, BASFİ, HADS-A ve HADS-D arasında anlamlı korelasyon saptandı (p<0,01). BASDAİ, BASMİ, BASFİ, VAS ile HADS-A ve HADS-D arasında istatistiksel olarak pozitif yönde anlamlı korelasyon saptandı (p<0,001). Yine BASDAİ, BASFİ, BASMİ, VAS ile HADS-A, HADS-D ve EASi-Qol arasında pozitif yönde korelasyon belirlendi. Sonuç: Çalışmamıza göre AS'li hastalarda, sağlıklı kontrollere göre düşme riski artmıştır. İleri yaş, uzun hastalık süresi, yüksek ağrı skorları, spinal mobilite ve fonksiyonellikteki kayıp, hastalık aktivitesi ve hastalarda meydana gelen postüral deformitelerin düşme için risk faktörleri olduğunu görüldü. Bu klinik özelliklere sahip hastaların poliklinik şartlarında düşme riski açısından değerlendirilmesi gerekmektedir. Hastaların düşme riskinin değerlendirilmesininde düşme öyküsünün sorgulanması ile karar vermek yeterli olmadığı için, hastalar denge ölçümüne yönelik spesifik testler ile değerlendirilmelidir. Yine hastalığı aktif olan, spinal mobilite ve fonksiyonellikte kısıtlılık gelişmiş, yüksek ağrı skorlarına sahip ve düşme riski artmış hastalarda daha fazla anksiyete ve depresyon görüldüğü ve bu durumların yaşam kalitesini olumsuz yönde etkilelediğini saptadık. Poliklinik başvurularında ileri yaş ve uzun hastalık süresine sahip, hastalığı aktif olan, postür bozukluğu gelişmiş, fonksiyonelliği kısıtlanmış AS hastalarının düşme açısından artmış riske sahip oldukları düşünülmeli, bu hastaların depresyona daha eğilimli oldukları bilinerek hastalar değerlendirilmelidir.Öğe Kadın ve erkeklerde kemik mineral yoğunluğunu üzerine etkili faktörler(Kırıkkale Üniversitesi, 2004) Atalar, Ebru; Aydın, Y.GülümserÖZET Atalar E. Kadın ve erkeklerde kemik mineral yoğunluğu üzerine etkili faktörler. Kırıkkale Üniversitesi Tıp Fakültesi Fiziksel Tıp ve Rehabilitasyon Anabilim Dalı Uzmanlık Tezi, Kırıkkale, 2004. Değişik coğrafî bölgelerde yaşayan toplumların kemik mineral yoğunluğunda (KMY) farklılıklar görülmektedir. Bu çalışma, yaşadığımız bölgede KMY üzerine etkili faktörleri saptamak amacı ile planlandı. Premenopozal ve postmenopozal olarak gruplandırılan toplam 194 kadın ile 50 yaş altı ve 50 üstü olarak gruplandınlan toplam 131 erkekte, DEXA yöntemi kullanılarak elde edilen lomber vertebra ve femur boynu KMY ölçümlerinin diğer bağımsız değişkenler (erkeklerde yaş, vücut kitle indeksi (VKİ), kalsiyum alımı, fiziksel aktivite, sigara, kafein, alkol, sosyoekonomik düzey, eğitim düzeyi; kadınlarda bu değişkenlere ek olarak gebelik sayısı, laktasyon süresi, menarş yaşı, menopoz süresi ve giyim tarzı) ile olan ilişkisine Spearman's Rho, Pearson r testleri ve Stepwise regresyon yöntemi ile bakıldı. Premenopozal kadınlarda, lomber vertebra ve femur boynu KMY ile VKİ, gebelik sayısı ve eğitim düzeyi arasında anlamlı ilişki saptandı. Postmenopozal kadınlarda lomber vertebra KMY ile kalsiyum alımı, VKİ, toplam laktasyon süresi ve menopoz süresi, femur boynu KMY ile kalsiyum alımı ve menopoz süresi arasında anlamlı ilişki izlendi. Elli yaş altı erkeklerde lomber vertebra ve femur boynu KMY ile kafein alımı arasında anlamlı ilişki gözlendi. Elli yaş üstü erkeklerde lomber vertebra KMY ile sigara kullanımı, femur boynu KMY ile VKİ ve fiziksel aktivite arasında anlamlı ilişki saptandı. Kadın ve erkeklerin doruk kemik mineral yoğunluğuna 30'lu yaşlarda ulaştıkları görüldü. Bu konuda daha sağlıklı bilgiler elde etmek için kapsamlı longitudinal çalışmalara ihtiyaç vardır. Anahtar kelimeler: Kemik mineral yoğunluğu, lomber vertebra, femur boynu.Öğe Diz osteoartriti tedavisinde farklı frekanslarda tens etkinliğinin değerlendirilmesi(Kırıkkale Üniversitesi, 2004) Zöğ, Şehri Gülfer; Keleş, Y.IşıkIV ÖZET ZÖĞ, ŞG, Diz Osteoartriti Tedavisinde Farklı Frekanslarda TENS Etkinliğinin Değerlendirilmesi, Kırıkkale Üniversitesi Tıp Fakültesi Fiziksel Tıp ve Rehabilitasyon Anabilim Dalı Uzmanlık Tezi, Kırıkkale 2004. Bu çalışmada, diz osteoartritine bağlı ağrı ile başvuran hastalarda, alçak ve yüksek frekanslarda uygulanan transkütan elektriksel sinir stimülasyonu (TENS) tedavisinin kısa ve uzun dönem etkinliğinin plasebo kontrollü olarak incelenmesi amaçlanmıştır. Diz ostoartriti olan 73 hasta alçak frekans (4 Hz - 200 \ıspuls süreli), yüksek frekans (100 Hz - 200 \ıs puis süreli) ve plasebo olarak rastgele üç tedavi grubuna ayrılmıştır. Her tedavi grubuna 10 seans 30 dakikalık uygulama yapılmıştır. Değerlendirmede vizüel analog skala(VAS) ve The Western Ontario andMcMaster Universities (WOMAC) osteoartrit indeksleri kullanılmıştır. Hastaların ayrıca ağrısız maksimum yürüme ve sabah tutukluk süreleri sorgulanmıştır. Hastaların tedavi sonrası ve birinci ay kontrol sonuçları tedavi öncesi sonuçlarıyla karşılaştırıldığında her üç grupta da tedavi sonrası ve birinci ay kontrolde anlamlı iyileşme gözlenmiştir. Tedavi sonrası ve birinci ay kontrolde yapılan değerlendirmeler sonucunda her üç grup arasında anlamlı fark olmasa da, WOMAC osteoartrit indekslerine göre tedavi etkinliği yönünden alçak frekanslı TENS en yüksek etkiye sahip bulunmuştur. VAS'daki iyileşme ise birinci ayda alçak frekans grubunda daha yüksek bulunmuştur. Gruplarda ağrısız yürüme sürelerinde artma saptanmış ancak bu artış gruplar arasında istatistiksel olarak anlamlı farklılık: göstermemiştir. Tedavi sonrası ve birinci ayda tutukluk süresinde istatistiksel olarak anlamlı en belirgin iyileşme yüksek frekanslı TENS grubunda, en az iyileşme ise plasebo grubunda gözlenmiştir. Sonuç olarak TENS uygulamalarında tedavi etkinliğinin metotda seçilen stimülasyon frekansı, puis süresi elektrot tipi, yerleşimi, tedavi süresi gibi parametrelerdeki farklılıklara bağlı olabileceği, dolayısıyla TENS'in daha etkin bir şekilde kullanılabilmesi için, benzer ağrılı durumlarda daha geniş hasta serilerinde yapılacak çalışmalara ihtiyaç olduğu düşünülmüştür.Anahtar Kelimeler: Diz osteoartriti, Trans kutan elektriksel sinir stimülasyonu (TENS), Kronik ağrı, Puis frekansıÖğe Kronik bel ağrısında düşük yoğunluklu lazer tedavisinin etkinliği(Kırıkkale Üniversitesi, 2005) Yılmaz, Özlem Latife; Keleş, Y.IşıkÖZET YILMAZ ÖL, Kronik Bel Ağrısında Düşük Yoğunluklu Lazer Tedavisinin Etkinliği, Kırıkkale Üniversitesi Tıp Fakültesi Fiziksel Tıp ve Rehabilitasyon Anabilim Dalı Uzmanlık Tezi, Kırıkkale 2005. Bu çalışma kronik bel ağrısı olan hastalarda lazer tedavisinin; bel ağrısı, lomber mobilite ve fonksiyonel özürlülük düzeyi üzerine etkinliğini araştırmak üzere planlandı. Kronik bel ağrısı olan 40 hasta aktif gallium- arsanide (Ga-As) laser (20 hasta) ve plasebo lazer (20 hasta) tedavisi uygulamak üzere rastgele iki gruba ayrıldı.Tüm hastaların bel ağrısının şiddeti, bel hareket açıklığı ve fonksiyonel özürlülük düzeyleri tedavi öncesi ve tedavi sonrasında değerlendirildi. Değerlendirme parametreleri olarak vizuel analog skala (VAS), Likert skalası, modifiye Schober, lateral fleksiyon ölçümleri, Roland Morris disabilite sorgulaması yapıldı. Lazer grubunda hastaların L3-L4, L4-L5, L5-S1 interspsnöz ve paravertebral bölgesine, her noktaya 4,4 j/cm2 yoğunluğunda Ga-Ar lazer, iki hafta, haftada beş gün uygulandı. Kontrol grubundaki hastaların aynı bölgelerine tedavi uygulanırken lazer çıkışı kapatıldı. Hastalar tedavi öncesi ve tedavi sonrası değerlendirildi. Tedavi sonrasında ağrı ve fonksiyonel özürlülük parametrelerinde her iki grupta da anlamlı iyileşme gözlendi. Tedavi sonrası sağ lateral fleksiyon ölçümü kontrol grubunda iyileşme gösterirken, lazer grubunda iyileşme gözlenmemişdir. Sonuç olarak, lazer ve kontrol grubunda hastaların bel ağrısı ve fonksiyonel özürlülük düzeylerinde iyileşme gözlenmekle birlikte, iki grup arasında sağladıkları iyileşme açısından anlamlı fark saptanmamıştır. Kronik bel ağrısında düşük yoğunluklu lazer uygulaması ile tedavi sonucunu değerlendirmek için daha geniş metodolojik çalışmalara ihtiyaç vardır. Anahtar Kelimeler: Kronik bel ağısı, düşük yoğunluklu lazerÖğe Primer fibromiyalji sendromlu kadınlarda düşük yoğunluklu lazer tedavisinin etkinliğinin değerlendirilmesi(Kırıkkale Üniversitesi, 2005) Ergün, Gülbahar; Aydın, Y.GülümserÖZET Ergün G, Primer fıbromiyalji sendromlu kadınlarda düşük yoğunluklu lazer tedavisinin etkinliğinin değerlendirilmesi, Kırıkkale Üniversitesi Tıp Fakültesi Fiziksel Tıp ve Rehabilitasyon Anabilim Dalı Uzmanlık Tezi, Kırıkkale, 2005 Bu çalışmanın amacı primer fıbromiyalji sendromlu (FMS) hastaların klinik semptomlarının tedavisinde ve yaşam kalitesinin düzeltilmesinde düşük yoğunluklu lazer (DYL) tedavisinin etkinliğini araştırmaktır. Primer FMS'lu 60 hasta tedavi için aktif galyum-arsenid (GaAs) lazer (30 hasta) ve plasebo lazer (30 hasta) olmak üzere rastgele iki gruba ayrıldı. Tüm hastalarda tedavi öncesi ve sonrası; hassas nokta sayısı, ağrı yoğunluğu, sabah sertliği, uyku bozukluğu, yorgunluk, kas spazmı, sübjektif şişlik hissi ve parestezilerin yoğunluğu değerlendirildi. Yaşam kalitesinin değerlendirilmesi ise Fıbromiyalji Etki Sorgulamasına (FES) göre yapıldı. Aktif lazer grubunda hastaların ağrılı her noktalasına, 2 dakika süreyle 4,4 J/cm2 olacak şekilde 10 gün lazer uygulandı. Plasebo tedavisi için de sadece ışın çıkışı kapalı olacak şekilde aynı cihaz ve aynı metod kullanıldı. Sonuçlar tedavi öncesi ve tedavi sonrası değerlendirildi. Hastaların hiçbirinde herhangi bir yan etki izlenmedi. Tedavi sonrasında tüm parametrelerde her iki grupta da istatiksel olarak anlamlı düzeyde iyileşme saptandı. Sonuç olarak, DYL FMS'da kısa dönemde semptom ve bulgular üzerine pozitif etkilidir, fakat bu etki plaseboya eşdeğerdir. Bu eşitlik FMS'nun psikosomatik boyutundan kaynaklanıyor olabilir. Yine de lazerin FMS'da ki etkinliği konusunda farklı metodlarla, daha geniş serilerde yapılacak çalışmalara ihtiyaç olduğu kanaatindeyiz. Anahtar Kelimeler: Fibromiyalji, düşük yoğunluklu lazerÖğe Osteoporotik dişi ve erkek sıçanlarda oksidan/antioksidan dengenin ve vitamin C desteğinin oksidatif stres ve kemik mineral yoğunluğu üzerine etkilerinin incelenmesi(Kırıkkale Üniversitesi, 2008) Arslan, Ayşe; Orkun, SevimBu çalışma, sıçanlarda overektomi/orşiektominin kemik mineral yoğunluğu (KMY) ve oksidan durum üzerine etkilerini ve bu etkilerde vitamin C desteğinin oluşturabileceği değişiklikleri araştırmak amacıyla planlandı. Bu amaçla 20 erkek (E) ve 20 dişi (D) olmak üzere toplam 40 adet Wistar Albino Rat çalışmaya alındı. Her iki cinsteki sıçanlardan randomize şekilde kontrol grubu, uygulanacak işleme göre overektomi/orşiektomi ve overektomi/orşiektomi+vitamin C olmak üzere 3 grup oluşturuldu. Gruplar; erkek kontrol grubu (EK, n=6), orşiektomi grubu (EO, n=7), orşiektomi+vitamin C grubu (EOV, n=7), dişi kontrol grubu (DK, n=6), overektomi grubu (DO, n=7), overektomi+vitamin C grubu (DOV, n=7) olarak tanımlandı. Cerrahi işlem yapıldıktan sonra vitamin C grubunun içme suyuna askorbik asit 1g/500 ml su dozunda eklendi. Cerrahi işlemden 100 gün sonra ötenazi öncesinde tüm sıçanların KMY'si dual enerji X-ray absorbsiyometri kullanılarak ölçüldü ve intraabdominal bölgeden kan, femurdan kemik doku örneği alındı. Oksidatif stres (OS)'i değerlendirmek için plazma ve kemik homojenatlarında katalaz (CAT), süperoksit dismutaz (SOD), glutatyon peroksidaz (GPx), malondialdehit (MDA), nitrik oksit (NO) ve total sülfidril (t-SH) düzeyleri ölçüldü. İstatistiksel değerlendirme sonucunda KMY'de DO grubunda DK grubuna kıyasla anlamlı azalma (p=0.015), DOV grubunda ise DO'ya göre anlamlı artış (p=0.003) saptandı. Oksidan/antioksidan parametreler açısından her iki cinse ait alt gruplar kendi aralarında kıyaslandığında kemik dokuda: MDA aktivitesi ve NO seviyesi DO'da DK'ye göre anlamlı düzeyde yüksek (p=0.032, p=0.022), DOV'de DO'ya göre düşüktü (p=0.025, p=0.018). SOD aktivitesi ise DO'da DK'ye göre anlamlı düzeyde yüksek (p=0.032), EOV'de EO'ya göre düşüktü (p=0.032). Plazmada; MDA aktivitesi DO'da DK'ya göre (p=0.022), NO seviyesi DO'da DK ve DOV'ye göre anlamlı yüksekti (p=0.017, p=0.018). KMY ile oksidan/antioksidan parametreler arasında herhangi bir korelasyon saptanmadı. Bulgularımız overektominin dişilerde osteoporoz ve oksidatif stres (OS) oluşturabileceğini ve vitamin C desteğinin OS ve KMY değerlerinde iyileşme yönünde değişiklik sağlayabileceğini düşündürmüştür. OS-KMY ilişkisi ile ilgili kesin bir yargıya varmak için ise denek sayısının daha fazla olduğu çalışmalara gereksinim olduğu kanaatindeyiz.Öğe Nokturnal enürezisli çocuklarda otonom sinir sistemi fonksiyonlarının elektrofizyolojik değerlendirmesi(Kırıkkale Üniversitesi, 2008) Elem, İnal; Keleş, IşıkNokturnal enürezis Uluslararası Çocuk Kontinans Cemiyeti (International Children Continence Society - ICCS) tarafından 5 yaş ve üzerindeki çocuklarda, ürodinamik açıdan normal bir işeme eyleminin uygun olmayan bir ortamda (uyku sırasında) gerçekleşmesi olarak tanımlanmıştır. Enürezis etiyolojisi multifaktöryeldir. Etiyopatogenezinde başlıca 3 hipotez söz konusudur: nokturnal poliüri, detrüsör hiperaktivitesi ve uyanma bozukluğu. Otonom sinir sistemi (OSS)'nin bu üç faktör üzerinde düzenleyici etkisi olduğu düşünülmektedir. Bu nedenle çalışmamızda enüretik çocuklarda otonomik sinir sisteminin değerlendirilmesi amaçlanmıştır. Bu amaçla çalışmaya yaş ortalaması 10.75 ± 3.49 yıl olan 22 (12 erkek ve 10 kız) nokturnal enürezisli (enürezis grubu) ve yaş ortalaması 10.91 ± 3.10 yıl olan 20 (14 erkek ve 6 kız) sağlıklı çocuk (kontrol grubu) dahil edildi. Tüm olgular otonomik semptomlar açısından sorgulandı. Her iki grupta OSS'nin sempatik bölümü bilateral palmar ve plantar sempatik deri yanıtı (SDY) testiyle, parasempatik bölümü ise RR aralık değişkenliği (RRAD) testi ile elektrofizolojik olarak değerlendirildi. Bu değerlendirmelerde SDY yanıtlarının minimum ve ortalama latansları ile maksimum ve ortalama amplitüdleri, istirahatte ve derin solunumla elde edilen RRAD değerleri, istirahatte ve derin solunumla elde edilen RRAD değerlerinin farkları ve oranları, ayrıca istirahatte ve derin solunum ile elde edilen maksimum RR mesafesinin minimum RR mesafesine oranı hesaplandı. Otonomik semptom sadece %22.7 enüretik olguda pozitifti. Elektrofizyolojik olarak elde edilen bütün parametreler enürezis ve kontrol grubu arasında istatistiksel olarak Mann-Whitney U testi ile karşılaştırıldı ve hiç bir parametrede gruplar arasında anlamlı fark tespit edilmedi (p>0.05). Elde edilen sonuç etiyolojik olarak sınıflandırılmamış enüretik çocuklarda OSS fonksiyonlarının normal olabileceğini düşündürmektedir. Yine de OSS'nin yukarıda bahsedilen her bir etiyolojik faktör üzerindeki etkisi olasılıkla farklı derecelerdedir, dolayısıyla etiyolojilerine göre ayrılmış enüretik gruplarda OSS fonksiyonlarının ayrı ayrı değerlendirilmesi enürezis ? OSS disfonksiyonu ilişkisinin gösterilmesinde daha faydalı olabilir.Öğe Gebelerde yumuşak doku romatizmalarının izlenme sıklığı ve demografik özelliklerle iişkisi(Kırıkkale Üniversitesi, 2009) Ünlüsoy, İhsan; Aydın, GülümserGebelik; fetusun büyümesine uygun bir ortamın hazırlanabilmesi ve annenin bu dönemi tolere edebilmesi için birçok fizyolojik değişikliğin geliştiği bir süreçtir. Bu değişikliklerden diğer sistemler gibi muskuloskelatal sistem de etkilenir. Muskuloskeletal kaynaklı ağrıların cinsiyete spesifik özellik taşıdığı bilinmektedir. Dolayısıyla cinsiyete özgü hormonal ve anotomik özelliklerin belirginleştiği gebelik döneminde bu değişimin muskuloskelatal kaynaklı yumuşak doku romatizmaları (YDR)'nın gelişimine zemin hazırlama olasılığı da yüksek gözükmektedirBu çalışma muskuloskeletal kaynaklı YDR'lerin gebelikte izlenme sıklığını ve bunun demografik parametrelerle ilişkisini saptamak amacıyla planlandı. Bu amaçla randomize 300 gebe çalışmaya dahil edildi. Olguların yaş, meslek, eğitim düzeyi, evlilik yaşı, gravite sayısı, gebelik haftası, bulunduğu trimester, kronik sistemik hastalık varlığı, kullandığı ilaçlar kayıt edildi. Yakınmaları; süre, lokalizasyon ve yayılım yönünden sorgulandı. Ön tanı olarak düşünülen YDR'ye spesifik tanı kriterleri ve gerektiğinde ilgili tetkikler yapılarak tanı kesinleştirildi.Yaş ortalaması 25.7±5.4 olan gebelerin %37.3'ü ilkokul eğitim düzeyinde, %87'sinin mesleği ev hanımı idi. Gebelerin %40'ı primigravit, %58'i üçüncü trimesterdeydi. Ortalama gebelik haftası 27.9±10.2 idi. Muskuloskelatal sisteme ait yakınması olan 259 gebe vardı. En sık yakınma ağrı(%51.3) idi. Gebelerin %64.3'ünde en az bir YDR mevcuttu, bunların da %11'inde yaygın [fibromiyalji sendromu (FMS)], %47'sinde bölgesel [miyofasial ağrı sendromu (MFAS)], %33'ünde lokal (tendinit vb.), %18'inde çoklu YDR vardı. YDR olan tüm gebelerde YDR olmayanlara kıyasla demografik parametrelerden eğitim düzeyi anlamlı oranda düşüktü (p= 0.07). FMS ve lokal YDR tanılı gebelerde de düşük eğitim düzeyine sahip olanların oranı daha yüksekti (sırasıyla p=0.025, p=0.03). Ayrıca ek bir kronik hastalığı olanlarda FMS daha fazla orandaydı (p=0.026).Bu bulgular muskuloskelatal rahatsızlıklarların genel kadın populasyondaki izlenme oranı (%18-45) ile kıyaslandığında YDR'lerin, demografik özelliklere fazla bağlı olmaksızın gebelikte daha sık izlenebileceğini düşündürmektedir. Bunda gebelikte düzeylerinin arttığı bilinen östrojen, progesteron, relaksin hormonlarının bağ dokusu ve ağrı algısı üzerine etkilerinin ve değişen postürün rolü olabilir. Yinede kesin bir yorum için aynı tanısal kriterlerin kullanıldığı genel populasyonla karşılaştırmalı çalışmalara gereksinim olduğu kanaatindeyiz.Anahtar kelimeler: Gebelik, Yumuşak doku romatizması, Miyofasial ağrı sendromu, Fibromiyalji sendromu, Tendinit, BursitÖğe Lazer uygulamasının erken osteoartrit tedavisinde etkinliği(Kırıkkale Üniversitesi, 2010) Özbay, Kadri Koray; Orkun, SevimBu çalışmada, kimyasal olarak oluşturulan sıçan osteoartrit (OA) modelinde Infrared Galyum-Arsenid (Ga-Ar) lazer tedavisinin erken dönemde diz eklem kıkırdağı ve ağrı üzerindeki etkilerinin incelenmesi amaçlanmıştır. Çalışmada ağırlıkları 250-300 gr olan 56 adet Wistar Albino sıçan kullanıldı ve sıçanlar 3 gruba ayrıldı. Kontrol 1'de (K-1) 32 sıçanın sol diz eklemine intraartiküler serum fizyolojik, kontrol 2 de (K-2) aynı 32 sıçanın sağ diz eklemine intraartiküler 1 mg monoiodoasetat (MİA), deney (D) grubunda 24 adet sıçanın sağ dizlerine 1mg MİA uygulandı, 24 saat sonrasında Ga-Ar lazer tedavisi başlandı ve 15 gün boyunca 24 saat ara ile uygulandı. Günlük olarak diz bükme testi uygulandı. K-1 ve K-2 de yer alan 8'er rata 1,7,15 ve 30.; D grubundaki 8'er sıçana ise 7,15 ve 30. günlerde ötenazi uygulanarak diz eklemleri alındı ve ışık mikroskobunda histopatolojik olarak değerlendirildi. İstatistiksel değerlendirme sonucunda; K-1 ve K-2 grupları arasındaki total skorlar arasındaki değerlendirmede; tüm zaman noktalarında belirgin fark bulundu (p=0.001, p=0.002). Bununla birlikte D ile K-2 grupları karşılaştırıldığında, istatistiksel olarak anlamlı farklılık saptanmamış (p>0.05) olup, total skorlar için D grubunda daha düşük değerler izlendi. Diz bükme testi uygulanan K-1, K-2 grupları arasında injeksiyonun 2 ve 3. günlerinde yapılan istatistiksel değerlendirmede anlamlı fark saptandı (p<0.001), ancak K-2 ve D grupları arasında aynı zaman dilimindeki değerlendirmede anlamlı fark saptanmadı (p>0.05). Bu sonuçlar; Ga-Ar lazer tedavisinin erken dönem OA'da (ilk 30 günde) etkili olmadığını, hastalığın inflamatuar ve dejeneratif sürecine etki ederek ilerleyici özelliğini engelleyebilecek yeni tedavi protokolleri geliştirilmesini amaçlayan çalışmalar yapılmasının uygun olacağını düşündürmektedir. D grubundaki daha düşük ancak istatistiksel olarak belirgin olmayan skorlar lazer tedavisinin kondroprotektif etkilerinin gösterilebilmesi için ileri düzeyde klinik, prospektif ve deneysel çalışmalara ihtiyaç olduğunu göstermektedir.Öğe İdiopatik karpal tünel sendromu tedavisinde ultrasonun etkinliği(Kırıkkale Üniversitesi, 2010) Sığırcı, Serap; Aydın, Gülümserİdiopatik Karpal Tünel Sendromu (KTS) karpal tünel düzeyinde median sinirin transvers karpal ligament ve elin fleksör tendonları arasında herhangi bir nedenle bası altında kalması sonucu gelişir. En sık izlenen tuzak nöropati olup patofizyolojisi belli değildir. Literatürde konservatif tedavisinde uygulanan yöntemler çeşitlidir ve bu yöntemlerin birbirlerine üstünlükleri ve etkinlikleri tartışmalıdır. Bu çalışma ultrasonun (US) idiopatik KTS tedavisindeki etkinliğini klinik, elektrofizyolojik, ve radyolojik parametreler ile değerlendirmek amaçlı plasebo kontrollü çift kör olarak planlandı. Çalışmaya idiyopatik KTS tanısı konmuş 39 hasta (tümü kadın, 21'i bilateral, 60 el) alındı. Hastalar US (n=30 el) ve plasebo US (n=30 el) gruplarına randomize edildi. US grubuna 1,5 W/cm² dozda ultrason tedavisi uygulandı. Plasebo grubuna ise 0,0 W/cm² dozda tedavi uygulandı. Hastalar tedavinin başlangıcında ve sonrasında elektrofizyolojik (median sinir motor; distal latansı, amplitütü ve median duyusal sinir; latansları, amplitütleri, iletim hızları, distal-proksimal oran), klinik (Vizüel analog skala, Boston Skalası semptom şiddeti ve fonksiyonel kapasite, el kavrama kuvvet ölçümü) ve radyolojik olarak Manyetik Rezonans Görüntüleme (median sinir kalınlık, fleksör retinakulum kavis oranı, karpal tünel alanı, T2 sinyal artış oranı ölçümleri) parametreleri ile değerlendirildi. Tedavi öncesi ve tedavi sonrası ölçümlerin gruplar içerisindeki karşılaştırmalarında Student's t test veya Mann-Whitney U test kullanıldı. Tedavi sonrasında ortaya çıkan yüzde değişimlerinin gruplar arasındaki karşılaştırılması ise Mann-Whitney U testi ile yapıldı. US grubunda klinik ve elektrofizyolojik parametrelerde anlamlı gelişme tespit edilirken, plasebo US grubunda sadece klinik parametrelerde anlamlı iyileşme saptandı. Bu sonuç hem US hem de plasebonun `tedavi' amaçlı belli seans ve süredeki kullanımının hasta adına iyileşme sağladığını düşündürmektedir. US ile tedavi edilen grupta özellikle daha fazla elektrofizyolojik parametrede plaseboya oranla daha anlamlı iyileşme saptanmış olması ise US'nin KTS tedavisinde plaseboya oranla fizyolojik boyutta da daha belirgin düzelme sağladığını, dolayısı ile US ile elde edilen düzelmenin daha kalıcı olabileceğini düşündürmüştür. Tüm bu veriler ışığında KTS'de US tedavisinin etkinliğini değerlendirmek amaçlı objektif yöntemlerin kullanıldığı ve tedavi sonrası uzun dönem takiplerin yapıldığı geniş serilerden oluşan plasebo kontrollü çalışmalara gereksinim olduğu sonucuna varılmıştır.Anahtar kelimeler: Karpal tünel sendromu, fizik tedavi, ultrason, elektrofizyoloji, Manyetik rezonans görüntüleme.Öğe Türk toplumunda PER3 genindeki 4/5 VNTR ve CLOCK genindeki T3111C SNP polimorfizmlerinin fibromiyalji sendromunun gelişimindeki rolü, eşlik eden durumlarla ve klinik parametrelerle ilişkisi(Kırıkkale Üniversitesi, 2010) Özoğuz, Aynur; Aydın, GülümserFibromiyalji sendromu (FMS); yaygın vücut ağrısına yorgunluk, tutukluk, uyku bozukluğunun eşlik ettiği, bir yumuşak doku romatizmasıdır. Etiyopatogenezi ise henüz tam aydınlatılmamıştır. Etiyopatogenezde çevresel ve genetik faktörlerin rolü olabileceği düşünülmektedir. Mood ve uyku bozukluklarının etiyopatogenezine yönelik son çalışmalarda sirkadiyen ritmi düzenleyen genlerdeki genetik varyasyonların, kişilerin diürnal tercihlerinde, uyku bozuklukları ve mood değişikliklerinde rol oynadığı gösterilmiştir. Bu nedenle çalışmamızda uyku bozuklukları ve depresyonda suçlanan sirkadiyen ritmi düzenleyen genlerden PER3 genindeki 4/5 VNTR polimorfizminin ve CLOCK genindeki T3111C polimorfizminin FMS'nin etiyopatogenezindeki olası etkisini araştırmayı planladık. Bu amaçla çalışmaya 113 FMS'li ve 88 gönüllü sağlıklı kadın (kontrol grubu) dahil edildi. Tüm olguların demografik özellikleri, semptom ve bulguları kaydedilerek, psikiyatrist tarfından DSM IV kriterlerine göre muayeneleri yapıldı. Değerlendirme ölçekleri olarak Fibromiyalji Etkilenme Ölçeği (FES), Visuel Analog Skala (VAS), Horne-Östberg (HÖ) Sabahçıl Akşamcıl Anketi, Beck Depresyon Ölçeği (BDÖ) ve Pittsburg Uyku Kalite İndeksi (PUKİ) kullanıldı. Tüm olgularda DNA örneklemesi ile PER3 genindeki 4/5 VNTR ve CLOCK genideki T3111C polimorfizmlerinin varlığı araştırıldı. Elde edilen bütün parametreler fibromiyalji ve kontrol grubu arasında istatistiksel olarak karşılaştırıldı. Gruplar arasında anlamlı farklılık tespit edilmedi. Bu sonuçlar sözü geçen polimorfizmlerin FMS genetiğinde belirgin bir rol oynamadığını ortaya koyar ancak FMS etiyopatogenezinde sirkadiyen ritimde etkili genlerdeki polimorfizmlerin olası rolünü ve eşlik eden durumlarla ilişkisini aydınlatmak için daha geniş serilerde ve sirkadiyen genlerle ilişkili daha çok değişkenin araştırıldığı çalışmalara gereksinim olduğu kanaatindeyiz.Anahtar Kelimeler: Fibromiyalji, Etiyopatogenez, Sirkadiyen ritim, Genetik polimorfizm,Öğe Primer fibromiyaljili hastalarda oksidatif stres ve eritrosit deformabilite değişikliklerinin değerlendirilmesi(Kırıkkale Üniversitesi, 2010) Sezer, Refia; Aydın, GülümserFibromiyalji sendromu (FMS) yaygın musküloskelatal ağrı ve spesifik anatomik bölgelerde hassas noktaların varlığı ile karakterize; uyku bozukluğu, sabah tutukluğu, yorgunluk, parestezi ve subjektif şişlik gibi pek çok semptomun eşlik ettiği, eklem dışı, kronik romatizmal bir hastalıktır. Etiyopatogenezi henüz tam olarak bilinmemektedir. Geçerli genel kanı multifaktöryel olduğu yönündedir. Genetik faktörler, kas anormallikleri, otonomik ve santral sinir sistemi bozuklukları, psikolojik faktörler, nöroendokrin anormallikler ve uyku bozuklukları nedensel faktörler olarak araştırılmıştır. Son zamanlarda oksidatif stres (OS)'in de etiyopatogenezde rolü olabileceği üzerinde durulmaktadır. Bu nedenle çalışmamızda primer fibromiyaljili hastalarda OS ve OS'yle ilişkili olabilecek eritrosit deformabilite değişikliklerinin değerlendirilmesi amaçlanmıştır. Bu amaçla çalışmaya yaş ortalaması 34,69 ± 8,14 yıl olan 23 primer FMS'li kadın hasta (fibromiyalji grubu) ve yaş ortalaması 34,95 ± 7,76 yıl olan 20 sağlıklı kadın (kontrol grubu) dahil edildi. Tüm olgulara klinik değerlendirme ölçekleri olarak Fibromiyalji Etki Sorgulaması (FES), Beck Depresyon Ölçeği (BDÖ) ve Vizüel Analog Skala (VAS) uygulandı ve fizik muayenede tespit edilen hassas nokta sayıları kaydedildi. Her iki grupta OS'yi değerlendirmek için plazma ve eritrositte oksidan durum paramatreleri olarak malondialdehit (MDA) ve nitrik oksit (NO), antioksidan durum parametreleri olarak ise süperoksit dismutaz (SOD) ve katalaz (CAT) düzeylerine bakıldı. Eritrosit deformabilite değişikliklerini saptamak için de eritrosit deformabilite indeksi (EDİ) ölçümleri yapıldı. Elde edilen tüm parametreler fibromiyalji ve kontrol grubu arasında istatistiksel olarak Mann-Whitney U testi ile karşılaştırıldı ve verilerin istatistiksel ilişkisini incelemek için Spearman korelasyon analizi kullanıldı. Fibromiyalji grubunda kontrol grubuna göre EDİ değeri anlamlı yüksek (p=0,034), eritrosit SOD düzeyi anlamlı düşük (p=0,005) ve eritrosit NO seviyesi anlamlı yüksek (p=0,035) saptandı. Diğer oksidan/antioksidan parametrelerde ise iki grup arasında anlamlı fark tespit edilmedi (p>0,05). Fibromiyalji grubunda EDİ değerleri ile oksidan/antioksidan durum parametreleri arasında herhangi bir korelasyon saptanmazken, SOD plazma ile VAS skoru değerleri arasında ve hassas nokta sayısı ile SOD ve CAT plazma değerleri arasında negatif bir korelasyon saptandı. Bu bulgular fibromiyaljili hastalarda OS varlığını ve OS ile eritrosit deformabilitesi değişikliklerinin bir sebep-sonuç ilişkisi içinde FMS etiyopatogenezinde rolü olabileceğini düşündürmektedir. Bu konuda daha kesin bir sonuca varmak için geniş serilerde ve OS ile ilişkili daha çok değişkenin araştırıldığı ileri klinik çalışmalara gereksinim olduğu kanaatindeyiz.Anahtar Kelimeler: Fibromiyalji, oksidatif stres, MDA, NO, SOD, eritrosit deformabilitesiÖğe Diyabetik periferik nöropatisi olan tip 2 diyabetes mellituslu hastalarda ayak bileği eklem pozisyon duyusunun izokinetik dinamometre ile değerlendirilmesi(Kırıkkale Üniversitesi, 2013) Kılıç, Özlem; İnal, Doç. ElemKılıç Ö. (Diyabetik periferik nöropatisi olan Tip 2 Diyabetes Mellituslu hastalarda ayak bileği eklem pozsiyon duyusunun izokinetik dinamometre ile değerlendirilmesi) Kırıkkale Üniversitesi Tıp Fakültesi Fiziksel Tıp ve Rehabilitasyon Anabilim Dalı Uzmanlık Tezi, Kırıkkale, 2013. Diyabetik nöropatinin en sık görülen tipi olan distal sensorimotor polinöropatide (DSPN) sıklıkla kalın ve ince sinir liflerinin etkilendiği miks tutulum izlenir. Kalın liflerin etkilenmesiyle eklem pozisyonu gibi proprioseptif duyularda bozukluk gelişebilir. Bu da nöromusküler kontrolün yeterli düzeyde yapılamamasına sonuç olarak da düşme ve kırık riskinde artışa neden olabilir. Bu nedenle çalışmamızda diyabetik hastalarda eklem pozisyon duyusunun (EPD) değerlendirilmesi amaçlanmıştır. Grup 1 (DMPNP) DSPN?si olan tip 2 diyabetik 30 hasta, grup 2 (DM) DSPN?si olmayan tip 2 diyabetik 30 hasta ve grup 3 sağlıklı 30 gönüllüden oluşturuldu. Grup 1-2 ayrımı rutin elektrofizyolojik yöntemler kullanılarak yapıldı. Tüm olguların demografik özellikleri ile hastalık süresi ve seyri gibi detaylı hikâyesi alındı ve dominant ekstremiteleri kaydedilerek ayrıntılı nöromusküloskeletal sistem muayeneleri yapıldı. Olgulara Michigan nöropati tarama enstrümanı (MNSI) formu, LANSS ağrı skalası uygulandıktan sonra ayak bileği pasif EPD ölçümü izokinetik test ve egzersiz sistemi (Biodex System 3) ile yapıldı. Hedef açılar 10 ve 30 ° plantar fleksiyon ile 10 ° dorsifleksiyon olarak belirlendi. Her açıda üç denemenin ortalama mutlak açısal hataları (OMAH) hesaplandı. Üçlü ve ikili karşılaştırmalar için sırasyla Kruskal Wallis ve Mann-Whitney U testleri kullanıldı. Çalışmaya dahil edilen olguların yaş ortalamaları DMPNP grubunda 55.2±3.87 (15 kadın, 15 erkek), DM grubunda 53.57±4.55 (25 kadın, 5 erkek) ve kontrol grubunda 52.43 ± 4.65 (9 kadın, 21 erkek) idi. Sonuçlara göre DMPNP grubunda tüm açılarda OMAH DM ve kontrol grubuna göre anlamlı yüksekt (p 0.001). DM grubunda se sağ ayak b leğ 10 plantar fleks yon ve 10 dors fleks yon le sol ayak b leğ 10 plantar fleksiyonda elde edilen OMAH kontrol grubuna göre anlamlı yüksekti (sırasıyla p=0.004, p=0.007, p=0.008). Çalışmamızın sonuçları diyabetik hastalarda, polinöropati elektrofizyolojik olarak gelişmeden önce de EPD?nin bozulabileceğini düşündürmektedir. Dolayısı ile erken dönem diyabetik hastalarda EPD değerlendirilerek klinik takipte düşme ve kırık riski açısından koruyucu programlar geliştirilmesi gerektiği kanaatindeyiz. Anahtar Kelimeler: Eklem pozisyon duyusu, Diyabetik nöropati, İzokinetikÖğe Ratlarda deneysel olarak oluşturulan periferik sinir hasarı sonrası alçak frekanslı elektroterapinin sinir iyileşmesi üzerine etkilerinin araştırılması(Kırıkkale Üniversitesi, 2015) Katmerlikaya, Kıvanç; Aydın, GülümserPeriferik sinirler, fizyolojik ve topoğrafik özellikleri nedeniyle yaralanmaya yatkındırlar. İnfeksiyöz, tümoral, otoimmün, genetik, toksik ve metabolik hastalıklara bağlı olarak hasarlanabilecekleri gibi, travmatik etkenlere bağlı yaralanmalarda sıklıkla karşımıza çıkabilir. Elektroterapinin uygulandığı bölgede periferik sinirleri uyararak mikrosirkulasyonu geliştirici, ödem giderici, analjezik, ve rejenerasyonu hızlandırıcı etkilerini gösteren çalışmalar mevcuttur. Bu özellikleri nedeniyle tıpta önemli bir fizyoterapi yöntemi olarak birçok klinik tarafından sıkça kullanılmaktadır. Buradan yola çıkarak, sıçanlarda deneysel siyatik sinir hasarı (aksonotmezis) oluşturulması ve bu modelde elektroterapinin (alçak frekanslı akım) sinir iyileşmesi üzerine olan etkilerinin araştırılması planlanmıştır. Çalışmada toplam 30 adet adetWistar cinsi dişirat kullanıldı. Bütün ratların siyatik sinirlerine ezilme tarzı hasar (aksonotmezis) oluşturuldu. .Siyatik sinirde aksonotimozis düzeyinde hasar oluşturulan tüm ratlarrandomize olarak tedavi (elektrik stimülasyonu) ve şam grubu olacak şekilde ikiye ayrıldı.Elektroterapi için ayrılan 18 rat tedavinin başlanacağı ve biopsinin yapılacağı döneme göre 3, şam grubu ise 2 alt gruba bölündü. Tedavi uygulanmayan 2 alt gruptan grup 1'e 15. günde, grup 2'ye ise 30. günde elektrofizyolojik çalışma yapılıp, biopsi örnekleri alındı. Tedavi uygulanan 3 gruptan grup 3'e hasarın ertesi gününde başlanarak 15 gün süreyle elektroterapi uygulandı ve 15.gündeelektrofizyolojik çalışması yapılıp, biopsi örneği alındı. Grup 4'e hasarın ertesi gününde başlanarak 15 gün süreyle elektroterapi uygulandı ve 30. günde elektrofizyolojik çalışması yapılıp, biopsi örneği alındı. Grup 5'e hasarın 15. gününde başlanarak 30. güne kadar 15 gün süreyle elektroterapi uygulandı ve 30. günde biopsi alındı. Grup 6 ise hasar oluşturulmamış diğer taraf arka bacaktan oluşan kontrol grubu olarak belirlendi. Fonksiyonel,elektrofizyolojik, histomorfometriktümdeğerlendirmelerdeiyileşmelehinebulgularıngrup5' deelektroterapiuygulanmayan (grup 1-2) ve ilk 15 günelektroterapiuygulanan (grup 3-4) gruplaragöredahabelirginolduğusaptanmıştır. Buçalışmada;ezilmetipi siniryaralanmalarısonrasıciltüzerindengeçdönemuygulananalçakfrekanslıelektrostimülasyonunsinirrejenerasyonunakatkısı hem fonksiyonel hem elektrofizyolojik hem de histolojikolarakgösterilmiştir.Bu nedenleaksonotimezisderecesindekibirsinirhasarında,hasarıtakiben2.haftadansonragünlükuygulanacakbifazik,60Hz frekansındakirektangüleralçakfrekanslıakımınsinirinrejenerasyonununakatkısağlayabileceğidolayısıyla da klinikpratiktekullanılmasınınuygunolacağısonucunavarılmıştır. Maliyetinin düşük, non-invaziv ve gerektiğinde hastanın kendisinin kullanabilmesinin avantaj olarak kabul edilebileceği kanaatine varılmıştır.Öğe İdiyopatik karpal tünel sendromunda steroid fonoforezi, ESWT ve splint tedavilerinin etkinliğinin karşılaştırılması(Kırıkkale Üniversitesi, 2015) Paşaazgınosmanoğlu, Fatih Mehmethan; Aydın, GülümserKarpal tünel sendromu (KTS);median sinirin karpal tünelden geçerken transvers ligamanın altında sıkışması sonucu meydan gelen semptomların oluşturduğu bir klinik tablodur. En sık izlenen tuzak nöropati olup patofizyolojisi tam olarak aydınlatılamamıştır. Konservatif tedavisinde uygulanan yöntemler çeşitlidir ve bu yöntemlerin birbirlerine üstünlükleri ve etkinlikleri tartışmalıdır. Bu çalışma idiopatik KTS tedavisinde steroid fonoforezi, ESWT ve splintin etkinliğini klinik ve elektrofizyolojik olarak karşılaştırmak amacıyla prospektif, tek kör, randomize, kontrollü olarak planlandı. Çalısmaya idiyopatik KTS tanısı konmus 40 kadın, 8 erkek toplam 48 hasta 90 el alındı. Hastalar, randomize olarak 3 gruba ayrıldı. Grup I (17 hasta, 30 el): İstirahat splinti ve steroid fonoforezi, Grup II (16 hasta 30 el): İstirahat splinti ve ESWT, Grup III (15 hasta, 30 el): Sadece istirahat splinti verildi. Grup I' e betametazon-17-valerat kullanılarak ultrason cihazının 5cm lik probu ile 1mhz, 1w/cm²1/5 pulsasyon ile fonoforez tedavisi uygulandı. Tedavi 2 hafta boyunca haftada 5 gün 5'er dakikalık seanslarla (toplam 10 seans) yapıldı. Grup II'ye dakikada 360 şokla toplam 1000 atımlık ESWT tedavisi tek seans olarak uygulandı. Her üç gruba da ilk 1 ay gece-gündüz, sonraki 1 ay sadece gece olmak 2 ay el bilek istirahat splinti kullandırtıldı. Tüm gruplarda ev programı olarak tendon kaydırma egzersizleri verildi. Hastalar; tedavinin başlangıcında, tedavi sonrası 10. gün ve tedavi sonrası 3. ayda klinik (Tinel, Phalen, Buda testleri, Vizüel analog skala, Likert ağrı skalası, Boston semptom siddeti ve Boston fonksiyonel skalası, el kavrama ve lateral kavrama gücü ölçümü) ve elektrofizyolojik (median duyusal sinir; amplitüdleri, iletim hızları, median sinir motor; distal latansı, amplitütü, ileti hızı) olarak değerlendirildi. Klinik değerlendirmelerde fonoforez ve ESWT gruplarında splint grubuna kıyasla, elektrofizyolojik değerlendirmelerde ise fonoforez grubunda ESWT grubuna kıyasla daha fazla parametrede anlamlı düzelme mevcuttu. Hem klinik hem de elektrofizyolojik değerlerdeki anlamlı düzelmeler fonoforez grubunda daha belirgin ve kalıcıydı. Steroid fonoforezi grubundaki hastaların değerlendirme parametrelerinde istatistiksel olarak daha belirgin düzelme göstermesi ve 3. ayda bu düzelmenin daha çok devam ediyor olması nedeniyle KTS tedavisinde steroid fonoforezinin ESWT tedavisinden daha etkili olduğu, birlikte splint kullanımının bu etkinliği artırabileceği kanaatine varılmıştır. Anahtar kelimeler: Karpal tünel sendromu, fizik tedavi, steroid fonoforezi, ESWT, splint, elektrofizyoloji.Öğe Karpal tünel sendromunda nöropatik ağrı düzeyinin el fonksiyonları üzerindeki etkisi(Kırıkkale Üniversitesi, 2016) Özdemir, İbrahim; Kültür, TurgutÖzdemir İ. Karpal tünel sendromunda nöropatik ağrı düzeylerinin el fonksiyonları üzerindeki etkisi. Kırıkkale Üniversitesi Tıp Fakültesi Fiziksel Tıp ve Rehabilitasyon Anabilim Dalı, Uzmanlık Tezi, 2016. Amaç: Karpal tünel sendromu (KTS) median sinirin karpal tünelde kompresyona uğraması sonucu oluşan semptom ve bulguları içeren bir tablodur. En yaygın görülen tuzak nöropatisi olmasına rağmen patofizyolojisi net olarak anlaşılamamıştır. Bu çalışmanın amacı KTS hastalarında nöropatik ağrı düzeyinin el fonksiyonları ve elektrofizyoloji üzerindeki etkisinin gösterilmesidir. Gereç ve yöntem: Çalışma 137 idiopatik KTS hastasında gerçekleştirildi. KTS ve KTS şiddeti American Association of Electrodiagnostic Medicine (AAEM) rehberlerine göre belirlendi. Nöropatik ağrı düzeyleri LANSS (The Leeds assessment of neuropathic symptoms and signs), painDETECT ve Boston Karpal Tünel Sorgulamasının Semptom Şiddeti Alt skalası ile el fonksiyonları Jamar dinamometresi, DASH (Disabilities of the Arm, Shoulder and Hand) ve Boston Karpal Tünel Sorgulamasının Fonksiyonel Durum Alt skalası ile değerlendirildi. Elektrofizyolojik KTS şiddeti hafif, orta ve ağır olarak sınıflandırıldı. Bulgular: Hastaların ortalama yaşı 49.4 ± 9.8 yıldı. 48 hasta (%35.3) hafif KTS, 63 hasta (%46.3) orta KTS, 25 hasta (%18.4) ağır KTS olarak saptandı. Tüm nöropatik ağrı skalaları ortalama skorları el fonksiyon skala ve ölçekleri skorlarıyla ilişkiliydi. LANSS, BSS ve painDETECT skorlarıyla elektrofizyolojik bozukluk derecesi arasında bir korelasyon vardı (p<0.001). KTS tarafı ile (bilateral veya unilateral) nöropatik ağrı düzeyi veya el fonksiyonları arasında bir ilişki saptanmadı. Sonuç: Çalışmamızda KTS hastalarında nöropatik ağrı ile el fonksiyonları ve elektrofizyolojik bulgular arasında önemli bir ilişkinin olduğu gösterilmiştir. Nöropatik ağrı düzeyi hastaların üst ekstremite fonksiyonlarını etkilemektedir, bu nedenle KTS hastalarında nöropatik ağrının gösterilmesi önem taşımaktadır. Anahtar kelimeler: Karpal tünel sendromu, nöropatik ağrı, el fonksiyonları, elektrofizyoloji.