Sağlık Bilimleri Enstitüsü Tez Koleksiyonu
Bu koleksiyon için kalıcı URI
Güncel Gönderiler
Öğe Ruminant hayvanlarda yüksek nişasta içerikli rasyonlarda nişasta düzeyi ile asidoz arasındaki ilişkinin belirlenmesi(Kırıkkale Üniversitesi, 2021) Evci, Şevket; Karslı, Mehmet AkifBu çalışmanın amacı rasyondaki yüksek nişasta düzeylerinin ruminantlarda subakut asidoz oluşumu üzerine etkileri ve nişastaca zengin farklı tipte nişasta içeren bazı protein ve enerji kaynaklarının ruminal besin madde yıkılımlarını incelemektir. Bu amaçla iki ardışık deneme yapılmıştır. İlk olarak In situ denemede arpa, mısır, yem bezelyesi ve macar fiğine ait besin madde yıkılımları 3 adet, kanüllü, Holstein ırkı 5-6 yaşlı inek kullanılarak belirlenmiştir. Yem örnekleri her hayvanın rumeninde 6 tekerrürlü olarak 0, 2, 4, 8, 12, 24 ve 48 saat süre ile inkubasyona bırakılmış ve bu süre sonunda KM, OM, HP ve nişasta yıkılımları ve yıkılım kinetikleri belirlenmiştir. Daha sonra, klasik yedirme denemesi yapılmıştır. Bu amaçla, subakut rumen asidozu oluşturmak için % 25 (1. Rasyon-R1), %30 (2. Rasyon-R2) ve %32 (3. Rasyon-R3) oranlarında nişasta içeriğine sahip üç farklı rasyon hazırlanmıştır. Bu rasyonlar, 6 adet, 11-12 aylık yaşlarda, 30-35 kg canlı ağırlığa sahip, Akkaraman ırkı toklulara tekerrürlü 3x3 Latin Kare deneme deseninde hayvanlara yedirilmiştir. Bu denemede hayvanların günlük besin madde tüketimi, besin madde sindirimleri belirlenmiştir. Her periyotta, rumen fermentayon parametreleri (pH, organik asit ve amonyak azotu) yemleme öncesi (0. saat) ve yemleme sonrası 2, 4, 6, 8. saatlerde alınan rumen sıvısında belirlenmiştir. Ayrıca kan gazları ve kan biyokimya parametrelerinin belirlenmesi amacıyla yemleme öncesi (0.saat) ve yemleme sonrası 6. saatte kan alınmıştır. Alınan bu kan örneklerinde, biyokimya parametresi olarak, glikoz, total protein, trigliserid, üre, kreatinin ve albümin; kan gazı parametresi olarak ise pH, pCO2, HCO3 ve baz açıklığına bakılmıştır. In situ yıkılım denemesinde, baklagiller arasında 48 saat inkubasyon sonrası KM, OM, HP ve nişasta yıkılım oranları ve yıkılım hızları yem bezelyesinde yüksek, buğdaygillerde KM ve OM'ye ait yıkılım oranları mısırda, HP ve nişasta yıkılım oranları ile tüm besinlerin yıkılım hızları arpada daha yüksek olduğu saptanmştır (P<0.05). Rasyonda nişasta artışına paralel olarak hayvanların günlük besin madde tüketimlerinin azaldığı görülmüştür (P<0.05). Benzer şekilde rasyonun nişasta düzeyindeki artışa paralel olarak nişasta sindirimi dışında diğer besin madde sindirimlerinde genel olarak bir azalma eğilimi görülmüştür (P=0.08). Rumen pH, total organik asit, organik asit oranları arasında genel olarak istatistiksel bir farklılık bulunmamış, yalnızca rumen amonyak düzeyi yemleme öncesi ve hemen yemleme sonrası (2. saat) gruplar arasında farklılık gösterdiği saptanmıştır (P<0.05). Kan pH değerleri ve HCO3 değerleri yemleme sonrası bir azalış gösterirken diğer parametrelerde belirgin bir değişim görülmemiştir. Kan biyokinya parametrelerinden yalnızca kreatinin, R1 grubunda yemleme sonrası istatistiksel olarak azalmış (P<0.01), diğer parametreler arasında farklılık gözlemlenmemiştir. Hiçbir kan parametresinde gruplar arasında farklılığa rastlanmamıştır. Sonuç olarak, ruminant hayvanların rasyonlarında nişasta düzeyinin %25'in üzerine çıkartılmasının genel olarak hayvanların besin madde tüketimini ve besin madde sindirimlerini olumsuz etkilediği ve total olarak hayvanların günlük net besin madde alımlarını azalttığı, aynı zamanda kan pH ve HCO3 düzeylerini azalttığı dolayısı ile subakut asidozis riski oluşturabileceği görülmüştür.Öğe Holstein ırkı ineklerde sıcaklık stresinin hspa1a geni ile ilişkili bazı miRNA'lara ve süt verimine etkisi(Kırıkkale Üniversitesi, 2024) Karaman, Kardelen; Çilek, Süleyman; Özmen, ÖzgeBu çalışmada, Ankara ilinde bulunan bir özel işletmede, ağustos ayında laktasyon pik veriminde olan 23 baş, şubat ayında laktasyon pik veriminde olan 24 baş primipar Holstein ineğin mevsimsel sıcaklık stresi altında yağsız süt fraksiyonundaki HSPA1A hedefli bta-mir-15a, bta-mir-34a, bta-mir-197 ve bta-mir-103 miRNA'larının ekspresyonu üzerindeki etkilerinin araştırılması amaçlanmıştır. Ayrıca, mevsimsel sıcaklık stresinin ineklerin fizyolojik parametreleri, süt verimi ve süt bileşimi üzerindeki etkileri de araştırılmıştır. Ağustos ve şubat aylarında hesaplanan, ortalama Sıcaklık-Nem İndeksi değerleri sırasıyla 72 ve 40'tır. Ağustos ayında laktasyon pik veriminde olan hayvanlarda şubat ayına göre daha düşük pik süt verimi (P<0,01) belirlenmiştir ve bu hayvanlardan alınan süt örnekleri daha düşük süt proteini (P<0,05), yağsız kuru madde (P<0,05) ve yoğunluk (P<0,05) değerleri göstermiştir. Fizyolojik parametrelerden rektal sıcaklık, deri sıcaklığı, solunum sayısı ve nabız sayısı incelenmiştir. Ağustos ayında belirlenen fizyolojik parametrelerin şubat ayına göre yüksek olduğu belirlenmiştir (P<0,01). Pik süt verimi ağustos ayında 34,40 kg, şubat ayında 38,40 kg olarak bulunmuştur. Ağustos ayında 305 günlük süt verimi, gerçek süt verimi ve laktasyon süresi 10142,47 kg, 13744,50 kg ve 417 gün iken şubat ayında 10692,37 kg, 11987,80 kg ve 352,50 gün olarak bulunmuştur. İncelenen miRNA ifadelerinden, bta-miR-103 (P<0,001) ifadesinin önemli ölçüde arttığı, bta-mir-197'nin (P<0,05) ise azaldığı belirlenmiştir. Ağustos ayında bta-mir-197, bta-mir-34a, bta-mir-15a ve bta-mir-103 arasında istatistiksel olarak önemli (P<0,05) ve yüksek düzeyde ve pozitif (0,44 ile 0,81 arasında) korelasyonlar bulunmuştur. Sonuç olarak, bta-mir-103 ve bta-mir-197 potansiyel olarak hücresel stres yanıtının düzenlenmesinde ve HSPA1A ekspresyonunun modüle edilmesinde ve ineğin pik laktasyon sırasında sıcaklık stresi ile başa çıkma yeteneğine katkıda bulunabilir. Sütteki bta-mir-103 ve bta-mir-197'nin ekspresyon düzeyi hayvanların sıcaklık stresinden etkilenme düzeyi için biyobelirteç olarak kullanılabilir.Öğe Kedilerde alfaksalon ve medetomidinin sedasyon üzerine etkilerinin karşılaştırılması(Kırıkkale Üniversitesi, 2021) Besler, Mert Soykan; Pekcan, ZeynepBu çalışma, kedilerde alfaksalon ve medetomidinin sedatif ve kardiyovasküler etkilerinin karşılaştırılması amacıyla yapılmıştır. Çalışmada röntgen, ultrason, diş hastalıkları, kulak hastalıkları, bandaj değişimi amacıyla getirilen 18 sahipli kedi kullanılmıştır. Kediler rastgele 2 gruba ayrılmıştır; bir gruba 4 mg/kg alfaksalon ve diğer gruba 0.08 mg/kg medetomidin intravenöz olarak uygulanmıştır. Uygulama sonrasında hareket değişiklikleri ve sedasyon durumları kaydedilmiştir. Sedasyon skoru, analjezi skoru, kalp atım sayısı, solunum sayısı ve gelişen yan etkiler takip edilmiştir. Sedasyon skoru medetomidin grubunda daha yüksek sedasyon süresi daha uzun olarak bulunmuş ve aradaki farklılıklar istatistiksel olarak da anlamlı bulunmuştur. Kalp atım sayısı alfaksalon uygulanan grupta daha yüksek solunum sayısı ise daha düşük olarak kaydedilmiş ve değerlerindeki değişiklikler istatistiksel olarak anlamlı bulunmuştur. Sonuç olarak alfaksalon ve medetomidinin klinik olarak benzer sedatif ve analjezik etkinliği olduğu, kedilerde uzun sedasyon gerektiren uygulamalarda medetomidinin tercih edilmesi gerektiği ve kardiovasküler problemi olan hayvanlarda alfaksalonun daha güvenilir olduğu kanısına varılmıştır.Öğe Kedilerde ovaryohisterektomi operasyonunda pre-operatif ve operatif lidokain kullanımının postoperatif ağrıya etkisi(Kırıkkale Üniversitesi, 2024) Uzun, Tuğba; Kalender, HakanBu çalışmanın amacı, hayvanlarda preoperatif ve operatif lidokain hidroklorür kullanımının ovaryohisterektomi (OHE) operasyonu sonrasında şekillenen postoperatif ağrı üzerindeki etkisinin araştırılmasıdır. Hayvanların ağrı eşiklerinin yüksek olduğuna ve operasyon sırasında anestezi altında iken ağrının hissedilmediği düşünülürdü. Bu düşüncenin yanlış olduğu artık tüm dünyada kabul edilmektedir, analjezik ilaçların uygulanmasına preoperatif dönemde başlanması gerektiği bilinmektedir. Çalışma ovaryohisterektomi talebiyle getirilen 40 dişi kedi üzerinde gerçekleştirildi. Kediler 20 deney; 20 kontrol olmak üzere rastgele iki gruba ayrıldı. Deney grubuna operasyon öncesinde ve operasyon sırasında intraperitoneal lidokain uygulandı ve ovaryohisterektomi operasyonu yapıldı. Kontrol grubunda ise benzer çevresel koşullar altında lidokain uygulaması yapılmadan OHE operasyonları gerçekleştirildi. Preoperatif ve postoperatif 24. saatte kan örneği alındı. Preoperatif dönemde, postoperatif 6, 12, 24, 72 ve 120. saatlerde kalp atım sayısı, solunum sayısı ve vücut sıcaklığını içeren yaşamsal fonksiyonlar kaydedildi. Postoperatif 6, 12, 24, 72 ve 120. saatlerde Glasgow Ağrı Skalası, Melbourne Üniversitesi Ağrı Skalası, Basit Tanımlayıcı Ağrı Skalası ve Colorado Üniversitesi Akut Ağrı Skalası ile ağrı değerlendirildi. Kalp atım sayısı, vücut sıcaklığı ve solunum sayılarında anesteziye bağlı olarak tüm gruplarda anlamlı düşüşler görülürken, bu bulguların ağrı değerlendirmesi ile ilişkilendirilemeyeceği düşünüldü. Ağrı ölçeği tüm ölçüm zamanlarında kontrol grubunda deney grubuna göre daha yüksekti ve farklılığın istatistiksel yönden anlamlı düzeyde olduğu belirlendi (P < 0.05).Öğe Transgenik salmonella immunotoksininin insan meme tümörü üzerinde antikanser etkinliği mekanizması(Kırıkkale Üniversitesi, 2024) Kayabaşı, Sevgi Betül; Anteplioğlu, TuğçeAnti-kanser tedaviler özellikle de mevcut meme kanseri tedavileri iştahsızlık; enfeksiyonlara karşı direnç kaybı, halsizlik ve yorgunluk, kilo alımı, erken menopoz ve tümöre dirençli gelişme gibi kritik yan etkileri içermektedir. Bu sebeple; kanserin oluşturduğu potansiyel tehdidi önlemek için teşhis ve tedavide yeni yaklaşımlara ihtiyaç duyulmaktadır. Bu çalışmada; Pseudomonas Ekzotoksin (PE38) ile zayıflatılmış Salmonella Typhimurium'un insan meme adenokarsinomu (MCF-7) üzerindeki anti-tümör etkinliğinin makroskobik ve mikroskobik olarak değerlendirilmesi, uygulanan immunoterapotik tedavinin anti-tümöral etkinliğinin mekanizmasının araştırılması için için apoptoz (Kaspaz 3, 8 ve 9) ve piroptoz (Kaspaz 1, 11 ve GasderminE) varlığının gösterimi ve yolaklarının incelenmesi amaçlanmıştır. Sunulan bu çalışmada, MCF-7 hücre hattının in-vitro pasajlanmasının ardından Atimik Nude farelere implantasyonu gerçekleştirildi. Tümör oluşum ve çapı düzenli kontrol edilerek her birinin çapı 200mm3'ün üzerine çıktığında Pseudomonas ekzotoksin (PE38) ile TGF? ve PE38 ihtiva eden avirülent Salmonella Typhimurium (?ppGpp; relA, spoT and Glm mutant) ile immunoterapi uygulandı. Tedavi sonrası ötenazileri gerçekleştirilen farelerin sistemik nekropsileri yapılarak, oluşan tümöral dokular histopatolojik ve immunohistokimyasal incelemeler için fikse edildi. Buna göre histopatolojik olarak; kontrol grubu farelerde sadece adenokarsinom ilişkili tümöral hücrelere rastlanırken, tedavi uygulanan farelerin tümör dokularında neoplastik epitel hücrelere eşlik eden bakteri kümeleri, nekrotik ve apoptotik figürlere sahip ölü hücre popülasyonları ve yangı hücresi infiltrasyonuna rastlandı. Yine tedavi grubunda yoğun anti-kaspaz 3 ve 11 aktivitesine rastlanırken, orta şiddette anti- kaspaz 1,8 ve 9 aktivitelerine, hafif anti-Gasdermin E immunoreaktivitesine rastlandı. Buna karşın kontrol grubunda hiçbir immun-reaksiyona rastlanmadı. Sunulan bu çalışma ile, avirülent Salmonella Typhimurium' un anti-tümöral etkinliği kanıtlanmış ve bu anti-tümöral mekanizmada; nekroz, apoptoz ve piroptoz varlığı tümör hücrelerinin ölüm mekanizmaları olarak gösterilmiştir. Buna göre; meme kanseri tedavisinde başarılı bir alternatif yöntemin geliştirilmesi ve diğer kanser tedavileri için de temel oluşturacak etki mekanizmalarının belirlenmesi için temel niteliktedir. Anahtar Sözcükler: Anti-tümöral etkinlik, Apoptoz, İmmunohistokimya, MCF-7, Piroptoz, Salmonella Typhimurium.Öğe Süt ve su kefirlerinin morfolojik, fizikokimyasal ve antimikrobiyal özelliklerinin karşılaştırılması(Kırıkkale Üniversitesi, 2024) Erdinç, Ayşe Nur; Çufaoğlu, GizemKefir, kefir tanelerinin süt veya şekerli su ile fermantasyonuyla elde edilen karbonatlı, asitli ve düşük alkol içeriğine sahip fermente bir içecektir. Kefir, süt ürünü olan ve süt ürünü olmayan kefir olmak üzere, fermantasyon için kullanılan kaynak tipine bağlı olarak değişebilmektedir. Süt ve su kefiri arasında tat, kıvam, aroma, homojenlik ve koku gibi duyusal özellikler de farklılık göstermekle birlikte, her iki kefir tanesi de bir polisakkarit matrisine gömülü mayalar, laktik asit bakterileri ve asetik asit bakterilerinden oluşan benzer simbiyotik bir biyokütleden oluşmaktadır. Süt kefiri, süt kefiri tanelerinin sütü fermente etmesi sonucu elde edilen asidik, hafif alkollü geleneksel fermente bir süt ürünüdür. Su kefiri ise su kefiri tanelerinin şekeri fermente etmesi sonucu elde edilen, kuru meyvelerin de fermantasyon sürecine dâhil edilebildiği, meyvemsi ve hafif karbonatlı fermente bir içecektir. Bu tez çalışmasında, ev ortamında geleneksel kefir üretimi yapılırken farklı mevsimlerdeki yaklaşık oda sıcaklıkları gözetilerek üç farklı fermantasyon sıcaklığında (20°C, 25°C ve 30°C) inkübe edilen süt ve su kefirlerinin biyokütle artışı, fizikokimyasal özellikleri, duyusal nitelikleri, mikrobiyal yükleri ve antimikrobiyal özelliklerinin karşılaştırılması amaçlanmıştır. Kefir tanelerinin dört hafta boyunca fiziksel görünüm ve biyokütle artışları takip edilmiştir. İçeceklerin fizikokimyasal analizleri (toplam kuru madde miktarı, yağ miktarı, pH değeri, asit değeri, protein miktarı, Brix derecesi, tuz miktarı), duyusal analizleri, mikrobiyal yükü (Lactobacillus spp., Lactococcus spp., maya, total aerobik bakteri, total anaerobik bakteri ve Bifidobacterium spp.) ve Salmonella Enteritidis, Enterococcus faecalis, Listeria monocytogenes ve Escherichia coli O157:H7 patojenlerine karşı antimikrobiyal etkisi belirlenmiştir. Farklı sıcaklıkta inkübe edilen süt kefiri tanelerinin hepsinde dört haftalık periyotta biyokütle artışı gözlenirken, su kefiri tanelerinde azalma kaydedilmiştir. En fazla biyokütle artışı süt kefiri tanelerinde 25°C'de gözlenmiştir. Süt kefirinde sıcaklık arttıkça kuru madde, protein ve Brix derecesinde azalış; pH ve asitlik değerlerinde artış gözlenmiştir. Su kefirinde ise sıcaklık arttıkça kuru madde ve Brix derecesinde artış kaydedilirken protein, pH ve asitlikte sıcaklığa bağlı değişim gözlenmemiştir. Duyusal analiz neticesinde en kabul edilebilir kefir 25?'de inkübe edilen süt kefiri olarak belirlenmiştir. Mikrobiyal yük kıyaslamasında, süt kefirinin su kefirine kıyasla daha fazla mikroorganizma yüküne sahip olduğu, ancak farklı inkübasyon sıcaklıklarının süt ve su kefirlerinin mikroorganizma yükleri üzerine etkisinin olmadığı belirlenmiştir. Sadece süt kefirlerinde Bifidobacterium spp. için 30?'lik inkübasyon sıcaklığının bakteri yükünü 20? ve 25?'lere kıyasla önemli ölçüde arttırdığı tespit edilmiştir. Ayrıca, genel olarak süt kefirlerinde 30?'deki 24 saatlik inkübasyonun test edilen patojen bakteri yükünde azalmaya neden olduğu gözlemlenirken, su kefirlerinde sıcaklık fark etmeksizin herhangi bir inhibisyon gözlenmemiştir. Sonuç olarak, süt ve su kefirlerinin fizikokimyasal, duyusal ve mikrobiyal özellikler bakımından farklı özelliklere sahip oldukları ve fermentasyon sıcaklıklarının her parametre üzerinde farklı etkilere sahip olduğu belirlenmiştir. Çalışma sonuçları neticesinde su kefirinin genel olarak tane biyokütle artışının olmaması, besin değerleri (protein, yağ, kuru madde vb.) ve probiyotik karakterdeki mikrobiyal yükünün süt kefirine kıyasla düşük olduğu görülmüştür. Ancak bununla birlikte, ev yapımı su kefiri özellikle vegan, laktoz intoleransı ve süt alerjisi olan bireyler için alternatif bir probiyotik içecek olarak önerilebilir.Öğe Parvoviral enteritli köpeklerde böbrek, karaciğer kalp biyobelirteçlerinin ve sialik asit değerlerinin belirlenmesi(Kırıkkale Üniversitesi, 2024) Anil, Esengül; Gökgöz, MuratTemmuz 2024, 60 sayfa Bu çalışmanın amacı parvoviral enteritli köpeklerde miyokard hasarı ve kalp yetmezliğinin oluşup oluşmadığını serum sialik asit ve kalp biyomarkırlarıyla belirlemek ve sialik asit düzeyi ile CRP, karaciğer-böbrek ve kardiyak biyobelirteçler arasındaki ilişkinin, köpeklerde görülen parvoviral enfeksiyonunun enterit formundaki değişimlerinin belirlenmesidir. Araştırmanın hayvan materyalini, Kırıkkale Üniversitesi Veteriner Fakültesi Araştırma ve Uygulama Hastanesi Küçük Hayvan Kliniği'ne hemorajik gastroenteritis şikayeti ile tedavi amaçlı getirilen, 0-4 aylık, her iki cinsiyetten 25 hasta ve 10 sağlıklı köpek oluşturdu. Köpeklerden alınan kan ile tam kanda WBC, NEU, LYM, RBC, HGB, HCT, MCH, MCV, MCHC, PLT, değerleri ve serum TP, albumin, globulin, üre, kreatinin, CRP, NT-ProBNP, CTn-1 düzeyleri, ALP, ALT, AST, LDH, CK-MB aktiviteleri belirlendi. Hasta köpeklerin sağlıklı olan köpeklere göre WBC (P<0.001), NEU (P<0.05), LYM (P<0.001), RBC (P<0.05), HGB (P<0.01), HCT (P<0.01), MCH (P<0.001) değerlerinde önemli düzeyde bir azalma, PLT (P>0.05), MCV (P>0.05) ve MCHC (P>0.05) değerlerinde ise sayısal bir artma olduğu belirlendi. Hasta köpeklerin sağlıklı olan köpeklere göre TP (P<0.05) ve albumin (P<0.001) değerlerinde bir azalma tespit edildi. Serum ALP (P<0.001), ALT (P<0.001), LDH (P<0.05), AST (P<0.001), CK-MB (P<0.001) aktiviteleri, CRP (P<0.001), NT-ProBNP (P<0.05), cTn-1 (P>0.05) ve sialik asit (P<0.05) değerlerinde önemli bir artış, üre (P>0.05) ve kreatinin (P>0.05), değerlerinde sayısal bir artma olduğu gözlendi. Sonuç olarak, bu çalışmada parvoviral enteritisli köpeklerde nötropeni, lökopeni ve lenfopeni tablosunun oluşmasının klinikte prognostik gösterge olarak kullanılabileceği belirlendi. Serum ALT, ALP, AST, CK-MB, LDH aktivitelerindeki, NT-ProBNP, cTn-1, CRP değerlerindeki artış, karaciğer ve miyokard için tanısal göstergeler olarak kabul edildi. Kalp biyobelirteçleri olan LDH, CK-MB ve AST aktiviteleri, NT-ProBNP, cTn-1 ve sialik asit düzeylerindeki anlamlı artışın parvoviral enteritisli köpeklerde miyokart hasarının ve kalp yetmezliğinin göstergesi olabileceği ortaya konuldu. Elde edilen verilerin veteriner hekimlikte köpeklerde parvoviral enteritis hastalığının prognozu ve teşhisinde faydalı olabileceği kanaatine varıldı.Öğe Bafra ırkı koyunlarda yapağı kalite özellikleri(Kırıkkale Üniversitesi, 2021) Duman, Emine; Erdem, EvrenBafra Irkı Koyunlarda Yapağı Kalite Özellikleri Araştırmanın hayvan materyalini 10 ve 24 aylık yaşta toplam 32 baş Bafra ırkı (16 koç ve 16 koyun) oluşturmuştur. Yapağı kalite özelliklerini belirlemek amacıyla her hayvandan ayrı olmak üzere vücudun üç bölgesinden (omuz, kaburga, sağrı) toplam 96 adet yapağı örneği alınmıştır. Örneklerde yapağı kalite özellikleri (incelik, elastikiyet, mukavemetve randıman) analizleri Uluslararası Hayvancılık Araştırma ve Eğitim Merkezi Müdürlüğü/LALAHAN, Yapağı-Tiftik Laboratuvarı'nda yaptırılmıştır. Bafra ırkında incelik, elastikiyet, mukavemet, randıman özelliklerine ait en küçük kareler ortalama değerleri 10 aylık ve 24 aylık yaşta sırasıyla 31.26 ve 31.24 µm, % 37.04 ve 38.37, 15.92 ve 22.95 cN/tex, % 67.33 ve 67.49 olmuştur. İncelik, elastikiyet, mukavemet ve randıman özelliklerine cinsiyetin etkisi önemli olmuştur (P<0.001) İncelik, elastikiyet, mukavemet ve randıman özelliklerinde dişiler erkeklerden yüksek değerler almıştır. İncelik (P<0.05), mukavemet (P<0.05), ve randıman (P<0.01) özelliklerinde vücut bölgeleri arası farklılık önemli olmuştur. Sağrı bölgesindeki incelik ve mukavemet değerleri omuz ve kaburga bölgelerine göre yüksek değerler almıştır. Araştırma sonuçlarına göre, Türkiye yerli ırklarıyla karşılaştırıldığında Bafra ırkı yapağısının incelik yönünden orta düzeyde kaliteye sahip olduğu, randıman yönünden ise iyi olduğu söylenebilir. Anahtar Kelimeler: Bafra, yapağı, yapağı kalite özellikleri.Öğe Siklosporin uygulanan ratlarda kan parametreleri üzerine n-asetilsistein'in etkileri(Kırıkkale Üniversitesi, 2023) Çınar, Ali; Duru, ÖzkanSiklosporin A (CsA), klinik olarak bir bağışıklık baskılayıcı olarak yaygın şekilde kullanılmaktadır. Siklosporinin en önemli yan etkileri hipertansiyon, nefrotoksisite, hepatotoksisite, nörotoksisite ve hiperlipidemidir. N-asetilsistein (NAC) antioksidan etkileri kanıtlanmış bir maddedir. Bu çalışma siklosporin uygulanan ratlarda kan parametreleri üzerine NACnin etkilerini araştırmak amacıyla yapıldı. Bu amaçla 32 adet dişi rat her bir grupta 8 adet rat olacak şekilde, kontrol (standart şartlarda besleme, FTS) (1), NAC (100 mg/kg ?.P) (2), CsA (20 mg /kg S.C) (3), CsA (20 mg /kg S.C) + NAC (100 mg/kg ?.P) (4) olmak üzere 4 gruba ayrıldı. İki hafta süren bir denemenin sonunda ratların kalbinden alınan kanlardan elde edilen serumlarda aspartat aminotransferaz (AST) ve alanin aminotransferaz (ALT) aktiviteleri, üre, kreatinin, total protein, trigliserit total kolesterol, HDL-kolesterol, LDL-kolesterol düzeyleri ile tam kanda eritrosit (RBC), hematokrit (HCT), hemoglobin (HB), ortalama alyuvar hemoglobini (MCH), ortalama alyuvar hemoglobin konsantrasyonu (MCHC), ortalama alyuvar hacmi (MCV), lökosit (WBC), lenfosit (LYM), monosit (MON) ve nötrofil (NEU) değerleri belirlendi. Serum trigliserit düzeylerinin CsA grubunda diğer gruplara göre yüksek olduğu ve NAC verilmesinin CsA uygulamasıyla artan trigliserit düzeylerini azalttığı tespit edildi (P<0.001). LDL-kolesterol düzeylerinin CsA ve CsA+NAC gruplarında kontrol ve NAC gruplarına göre arttığı saptand (P<0.05). Hem CsA hem de NAC uygulamalarının diğer biyokimyasal parametrelerini gruplar arasında istatistiksel olarak anlamlı düzeyde etkilemediği görüldü (P>0.05). Lökosit (P<0.05) ve RBC (P<0.01) değerlerinin NAC grubunda diğer gruplara göre dü?ük olduğu belirlendi. Hemoglobin ve HCT değerlerinin NAC ve CsA gruplarında kontrol grubuna göre azaldığı tespit edildi (P<0.05). Sonuç olarak ratlara iki haftalık CsA uygulamasının trigliserit, LDL-kolesterol, HB ve HCT düzeyleri hariç diğer kan parametrelerini etkilemediği, 100 mg/kg NAC'nin ise CsA uygulaması ile artan trigliserit düzeylerini azalttığı, ancak diğer parametreleri anlamlı olarak etkilemediği tespit edildi. Ratlara uygulanan 20 mg/kg CsA?ya karşı NAC?nin farklı doz, verilme süreleri ve değişik formlarının kullanıldığı araştırmalarının yapılmasının faydalı olabileceği kanaatine varıldı.Öğe Farelerde monokrotalin ile indüklenen hepatik hasarda apoptotik belirteçlerin ekspresyon seviyelerindeki değişikliklerin incelenmesi(Kırıkkale Üniversitesi, 2024) Şenol, Ali; Devrim, Alparslan Kadir; Çınar, MiyaseBu çalışmanın amacı, canlılarda hepatotoksisiteye neden olduğu bilinen pirolizidin alkaloidlerinden monokrotalin (MCT) kaynaklı hepatik hasarın biyokimyasal ve moleküler düzeyde meydana getirdiği değişikliklerin incelenmesidir. Bu amaçla 30 adet erkek BALB/c faresi; kontrol, akut toksisite ve subakut toksisite olmak üzere üç gruba ayrıldı. Kontrol grubuna %0,9 salin, akut toksisite grubuna 120 mg/kg tek doz MCT, subakut toksisite grubuna 5 gün arayla toplam 3 kez 120 mg/kg MCT uygulandı. Tüm uygulamalar intragastrik olarak gerçekleştirildi. Deneme sonunda plazma AST, ALT ve GGT aktiviteleri ile TBIL, TCHO ve TP düzeyleri belirlendi. Ayrıca deney sonlandırılmasında toplanan karaciğer dokuları, oksidatif stres belirteçlerinden TAK, TOK ve OSİ düzeylerinin belirlenmesi, histopatolojik incelemeler ve moleküler tekniklerde kullanılmak üzere total RNA'nın izole edilmesi amacıyla kullanıldı. Yapılan incelemelerde kontrol grubuna göre deneme gruplarında ALT (P?0,05) ve GGT (P<0,001) aktiviteleri ile TBIL (P<0,001) düzeylerinin istatistiksel açıdan önemli düzeyde, AST aktiviteleri ve TCHO düzeylerinin sayısal olarak arttığı (P>0,05), TP düzeylerinin ise önemli düzeyde azaldığı (P<0,001) belirlendi. Karaciğer doku homojenatlarında oksidatif stres parametrelerinden TOK (P<0,001) ve OSİ (P>0,05) düzeylerinin kontrol grubuna kıyasla deneme gruplarında artış gösterdiği tespit edildi. Total antioksidan kapasite düzeylerinin ise kontrol grubuna göre akut toksikasyon grubunda sayısal olarak azaldığı (P>0,05), subakut toksikasyon grubunda ise önemli düzeyde arttığı (P<0,05) belirlendi. Ayrıca doku homojenatlarında Bcl-2, Bax ve Kaspaz-3 protein düzeyleri ELISA tekniği ile belirlendi. Deneme gruplarında pro-apoptotik markır Bax (P>0,05) ile Kaspaz-3 (P<0,05) protein düzeylerinde artma, anti-apoptotik markır Bcl-2 (P<0,001) düzeylerinde ise azalmaların olduğu görüldü. Aynı markırların qPCR ile gen ekspresyon düzeylerindeki değişikliklerin ELISA sonuçları ile uyumlu olduğu ancak istatistiksel açıdan önemli düzeyde olmadığı belirlendi (P>0,05). Moleküler düzeyde yapılan qPCR analizinin yanında aynı prensibe dayanan PCR array analizi ile de apoptotik belirteçler, JAK/STAT proteinleri, STAT etkileşimli transkripsiyon faktörler, hücre döngüsü, proliferasyonu, büyümesi ve/veya onarımı, akut faz tepkisi ile inflamatuar yanıttan sorumlu çok sayıda gen ekspresyonu, eş zamanlı olarak taranarak kontrol grubuna göre artan ya da azalan genlerin eksresyon profili tespit edildi. Monokrotalinin sebep olduğu karaciğer hasarının hücresel boyutta incelenmesi için yapılan mikroskobik incelemelerde, deneme gruplarında hasar belirteçlerinde değişikliklerin olduğu ve akut toksikasyon grubundaki değişikliklerin daha şiddetli düzeyde olduğu görüldü. Sonuç olarak MCT'nin sebep olduğu hepatik hasar sürecinde karaciğer enzim aktivitelerinin ve oksidatif stres mekanizmasının olumsuz yönde etkilendiği, ayrıca gerçekleştirilen ELISA ve qPCR analizleri ile de hem protein hem de gen düzeylerinde elde edilen Bcl-2, Bax ve Kaspaz-3 ekspresyonlarının önemli değişiklikler sergilediği anlaşıldı. Ayrıca, PCR array tekniği ile de incelenen hepatik hasar süreci ile ilişkili moleküler yolaklarda ekspresyon değişiklikleri gen panelleri seviyesinde belirlenerek potansiyel biyokimyasal ve patolojik belirteçler ortaya konuldu. Elde edilen verilerin yeni çalışmaların planlanması için önemli veriler sunduğu kanaatine varıldı.Öğe Doğum sonrası depresyon ve taburculuğa hazır olma ilişkisi(Kırıkkale Üniversitesi, 2024) Aygün, Berkay; Kar, AhmetDepresyon tüm bireylerde görülebilen, belirtileri arasında kaygı, mutsuzluk, umutsuzluk, değersizlik hissi ve fiziksel yetilerde durgunlaşma gibi birtakım olumsuzlukları bulunduran bir ruhsal sağlık sorunudur. Postpartum depresyon, medeni hal, kişinin yaşı, annenin kaç çocuk sahibi olduğu, karakteristik özellikleri, erken süreçte yaşanan depresyon, hayat kaygısı, yakın çevresinden duygusal destek almama durumu, doğum sonrası yaşanan negatif duygudurum hali, çocuk sahibi olmaya hazır olmama durumu, bebeğinin ihtiyaçlarını karşılayamayacak olma korkusu gibi unsurlardan etkilenebilmektedir. Hastaneden çıkış süreci yaşanabilecek olumsuz durumlar sebebiyle dikkatle takip edilmesi gereken bir durumdur. Taburculuğa hazır olma, hastaneden çıkıp evde bakımına devam edebilme yetisine sahip olmak olarak tanımlanır. Doğum sonrası taburculuğa hazır olma kararının verilebilmesi için fiziksel yetkinlik, evde kendine bakabilmeye hazır olma, çevre yardımının olması, istediği zaman sağlık imkanlarından faydalanılması, bebekle uyum yakalama gibi etkenler önemlidir. Bebeği dünyaya getirdikten sonra kısıtlı bir vakitte sağlık kurumundan taburcu olan kadınların taburculuğa hazır olma durumları daha dezavantajlı hale gelmektedir. Postpartum depresyon gibi olumsuz duygu durumlarının taburculuğa hazır olma sürecini daha da sekteye uğratacağı düşünülmektedir. Çalışmanın temel amacı yeni doğum yapmış annelerde doğum sonrası depresyon ile taburculuğa hazır olma düzeyleri arasındaki ilişkiyi belirlemektir. Doğum sonrası depresyon ve taburculuğa hazır olma üzerinde etkili olan faktörleri belirlemek ve bu iki değişkenin bireysel ve demografik özellikler açısından farklılık gösterip göstermediğini ortaya koymak da çalışmanın amaçları arasında yer almaktadır. Çalışma kapsamında kullanılacak veri yüz yüze görüşme ile anket aracılığıyla toplanmıştır. Anketler Samsun ilinde bir özel hastanede toplam 400 kişi üzerinde uygulanmıştır. Veri toplama aracı demografik sorular, anne ve bebeğe ilişkin özelliklerle ilgili sorular, doğum sonrası taburculuğa hazır olma ölçeği ve Edinburgh doğum sonu depresyon ölçeği olmak üzere toplam 4 bölümden oluşmaktadır. Çalışma kapsamında veri toplama aracı olarak kullanılan anketi oluşturan ölçek ve bilgi formlarına verilen yanıtların minimum, maksimum, ortalama, standart sapma, çarpıklık ve basıklık değerleri hesaplanmış ve norma dağılıma uygunluk kontrol edilmiştir. Ölçeklerin geneline ve alt boyutlarına ait güvenilirlik düzeyi cronbach alfa iç tutarlılık katsayısı ile değerlendirilmiştir. Anne ve bebeğe ilişkin kategorik özellikler sayı ve yüzdeler ile açıklanırken oran sürekli sayısal özellikteki değişkenler ortalama ve standart sapma değerleri ile açıklanmıştır. Doğum sonrası taburculuğa hazır olma toplam puanı ve alt boyutları ile doğum sonrası depresyon arasındaki ilişki pearson korelasyon analizi ile değerlendirilmiştir. Doğum sonrası taburculuğa hazır olma durumu üzerinde etkili olan faktörler regresyon analizi ile değerlendirilmiştir. Doğum sonrası depresyon ölçeğinin güvenilirlik düzeyi 0,864 doğum sonrası taburculuğa hazır olma ölçeğinin güvenilirliği ise 0,915 olarak bulunmuştur. Doğum sonrası taburculuğa hazır olma ile post partum depresyon arasında negatif yönlü yaklaşık %62 düzeyinde anlamlı bir ilişki bulunmuştur. Kronik hastalık, bebek yoğun bakım yatışı, doğum türü ve doğum ağırlığı değişkenlerinin doğum sonrası depresyon düzeyi üzerinde anlamlı etkisi olduğu ve değişkenlerin hep birlikte doğum sonrası depresyon düzeyinin %28,7'sini açıkladığı görülmüştür. Doğum türü, kronik hastalığa sahip olma durumu, bebeğin doğum ağrılığı ve annenin depresyon toplam puanının taburculuğa hazır olma puanındaki varyansın yaklaşık %40'ını açıkladığı görülmüştür. Sonuç olarak doğum sonrası taburculuğa hazır olmada doğum sonrası depresyonun önemli bir faktör olduğu ve bu nedenle taburculuğa hazır olmayan annelerin taburculuk sonrası yaşayabileceği olumsuz deneyimlerin önüne geçilebilmesi için depresyon durumlarını yenmelerine yönelik stratejilerin önemli olduğu ifade edilebilir.Öğe Kedilerin enfeksiyöz peritonit hastalığında damar ilişkili lezyonların patomorfolojik değerlendirilmesi(Kırıkkale Üniversitesi, 2024) Yapıcı, Tilbe Su; Kul, OğuzKedilerin Enfeksiyöz Peritoniti, tüm kedi ırklarında görülebilen, ıslak ve kuru olmak üzere iki ayrı formda seyreden ölümcül sistemik viral bir hastalıktır. Islak formda, yaygın vaskülitis nedeniyle fibrinden zengin plazma sıvısı damar dışına çıkarak, vücut boşluklarında eksudat birikmesine neden olur. Sunulan tez çalışmasında; ölümle sonuçlanan 10 ıslak formda FIP olgusunda, granülom ve vaskülitis lezyonlarının organ dağılımı, şiddeti, FIPV immunolokalizasyonu ile VEGF ve VEGFR2 ilişkisinin değerlendirilmesi amaçlanmıştır. Organlardaki lezyon dağılımına bakıldığında; efüzyonun şiddetli olduğu ıslak FIP vakalarında, peritoneal sıvı birikiminin belirgin şekilde daha yaygın ve lezyonların böbrek ve karaciğer serozasından ilerleyen granülomlarla karakterize olduğu tespit edildi. Genelde küçük ve orta çaplı damarların etkilendiği vaskülitis lezyonları, endotel hipertrofisi ve şişkinliği, müsküler katta ödem ve hyalinizasyon, adventisyal nötrofil lökosit ve makrofaj infiltrasyonu ile karakterizeydi. Granülomlarda ise genellikle merkezinde trombotik ve/veya dejeneratif birkaç damar etrafında yoğun makrofaj ve lenfosit infiltrasyonu ile karakterize mikroskobik bulgular hakimdi. Histopatolojik olarak vaskülitis ve granülom şiddeti, FIPV immunopozitiflik derecesine göre herbir karaciğer ve böbrek dokusu hafif ve şiddetli FİP lezyonu olarak ayrıldı. Buna göre, olgulardaki VEGF ve VEGFR2 ekspresyon oranı değerlendirildi ve FIPV lezyonlarının hafif olduğu olgulara kıyasla şiddetli olgularda VEGF ve VEGFR2'nin daha yüksek oranda eksprese edildiği gösterildi.Öğe Üniversite öğrencilerinin çocuk haklarına ilişkin tutumlarının farklı değişkenler açısından incelenmesi: Kırıkkale Üniversitesi örneği(Kırıkkale Üniversitesi, 2024) Özer, Merve; Çetin, HüsamettinÇocuklar korunması gereken hassas grupların başında gelmektedir. Çocuk hakları da bu düşünceden doğan insan hakları olgusunun özelleşmiş bir alanıdır. Bu kapsamda araştırma, üniversite öğrencilerinin çocuk haklarına ilişkin tutumlarının, çocuğa yönelik şiddete duyarlılık ve erken yaşta evliliklere yönelik tutumlar gibi değişkenler üzerinden incelenmesi amacıyla yapılmıştır. Araştırmada nicel araştırma yöntemlerinden ilişkisel tarama yöntemi kullanılmıştır. Araştırmanın çalışma grubunu Kırıkkale Üniversitesi Sağlık Bilimleri Fakültesi bölümlerinin 1. ve 4. sınıf öğrencileri oluşturmaktadır. Çalışmaya 420 öğrenci katılım sağlamıştır. Araştırmanın verileri, Karaman Kepenekçi (2009) tarafından geliştirilen Çocuk Haklarına İlişkin Tutum Ölçeği (ÇHTÖ), Özyürek (2017) tarafından geliştirilen Çocuğa Yönelik Şiddete Duyarlık Ölçeği (ÇOYŞDÖ), Çakmak vd. (2020) tarafından geliştirilen Erken Yaşta Evliliklere Yönelik Tutum Ölçeği (EYEYTÖ) ile araştırmacı tarafından oluşturulan görüşme formu ile toplanmıştır. Araştırmada elde edilen verilerin analizinde tanımlayıcı istatistiksel analizler, bağımsız örneklemler t-testi, Tek Yönlü Varyans Analizi (ANOVA), Pearson Korelasyon ve Hiyerarşik Regresyon Analizi kullanılmıştır. Araştırma sonucunda genel olarak öğrencilerin çocuk haklarına ilişkin tutumlarının, çocuğa yönelik şiddete duyarlılıklarının ve erken yaşta evliliklere yönelik tutumlarının yüksek olduğu görülmüştür. Çocuk haklarına ilişkin tutumlarda 21-24 yaş grubunda olan, kentlerde yaşayan ve kadın olan öğrencilerin tutumlarının daha olumlu olduğu ortaya çıkmıştır. Çocuğa yönelik şiddete duyarlılık incelendiğinde 21-24 yaş grubunda olan ve 1. sınıfa devam eden öğrencilerin duyarlılıklarının daha yüksek olduğu görülmüştür. Erken yaşta evliliğe yönelik tutum puanları incelendiğinde ise kadınların ve sosyal hizmet bölümü öğrencilerinin daha yüksek puanlar aldığı ortaya çıkmıştır. Öğrencilerin çocuk hakları ile ilgili eğitim almaları, Çocuk Hakları Sözleşmesini okumaları, çocuk haklarına uygun olarak yetiştirilmeleri çocuk haklarına yönelik tutumlarını olumlu etkilemektedir. Çocuğa yönelik şiddete bakış açısı ve erken yaşta evliliklere yönelik tutumlar, çocuk haklarına ilişkin tutumların önemli yordayıcılarıdır. Anahtar Kelimeler: çocuk hakları, çocuğa yönelik şiddet, erken yaşta evlilik, hak temelli sosyal hizmetÖğe Tip 2 diabetes mellitus ve periodontitisli bireylerde cerrahi olmayan periodontal tedaviye ek olarak verilen vitamin d takviyesinin etkisi(Kırıkkale Üniversitesi, 2023) Aydoğan, Tolga; Hendek, Meltem; Ünsal, Fatma BerrinPeriodontal hastalık gelişiminde bakteri-konak ilişkisiyle beraber çeşitli genetik, çevresel ve kazanılmış risk föktörlerinin de rol oynadığı bilinmektedir. Diabetes Mellitus (DM)'un periodontitisin prevalans ve şiddetini artırması ile beraber periodontitis varlığının diyabetli hastalarda glisemik kontrolü zorlaştırması iki hastalık arasında çift yönlü ilişki olduğunu göstermektedir. D vitamini takviyesi Tip 2 DM (T2DM)'li hastalarda glisemik kontrolü ve insülin duyarlılığını iyileştirir. Ayrıca D vitamini, periodontitis tedavisinde takviye edici olarak kullanılabilir ve periodontal sağlığın iyileşmesine katkıda bulunur. K vitamini takviyesi insülin duyarlılığını artırır ve T2DM riskini azaltır. Bu klinik çalışmanın amacı, T2DM ve periodontitisli bireylerde cerrahi olmayan periodontal tedaviye ek olarak verilen vitamin D takviyesinin klinik ve biyokimyasal sonuçlarının araştırılmasıdır. Çalışmaya T2DM ve periodontitisli 38 birey dahil edildi. Tüm bireylerden serum ve diş eti oluğu sıvısı (DOS) örnekleri alınarak sondlama derinliği, klinik ataşman seviyesi, plak ve gingival indekslerini içeren klinik periodontal ölçümler kaydedildi. Çalışmaya dahil edilen bireyler iki gruba ayrıldı: periodontal tedavi ile birlikte D3K2 verilen bireyler test grubuna, periodontal tedavi ile birlikte plasebo verilen bireyler kontrol grubuna dahil edildi. Cerrahi olmayan periodontal tedavisi yapılan bireylerden tüm serum ve DOS örnekleri 3. ve 6. aylarda tekrar alınıp, klinik periodontal ölçümler kaydedildi. Serum örneklerinde glikozillenmiş hemoglobin A1c (HbA1c), açlık kan şekeri (AKŞ), 25(OH)D3, paratiroid hormon (PTH), kalsiyum (Ca) ve magnezyum (Mg) değerleri belirlendi. DOS ve serum IL-1ß ve IL-10 seviyeleri enzim bağlı immunosorbent analiz (ELİSA) yöntemi ile analiz edildi. Her iki grupta da tedavi sonrası 3. ve 6. ayda başlangıca göre klinik periodontal parametrelerde ve DOS hacim değerlerinde istatistiksel olarak anlamlı azalma görüldü (p<0.05). DOS hacim ve tüm klinik periodontal parametrelerde gruplar arasında tüm zaman noktalarında istatistiksel olarak anlamlı fark gözlenmedi (p>0.05). DOS IL-1ß total miktarı her iki grupta da tedavi sonrası 3.ve 6. aylarda başlangıca göre azalırken, DOS IL-10 total miktarı artış gösterdi. Serum IL-1ß değeri her iki grupta da tedavi sonrası 6.ayda başlangıca göre istatistiksel olarak anlamlı azalma gösterdi (p<0.05). HbA1c değerleri her iki grupta da tedavi sonrası 3. ve 6. aylarda başlangıca göre azaldı (p>0.05). Test grubunda 25(OH)D3 değeri tedavi sonrası 6. ayda başlangıca göre istatistiksel olarak anlamlı artış gösterdi (p=0.035). 25(OH)D3 değeri 6.ayda test grubunda kontrol grubuna göre istatistiksel olarak anlamlı yüksekti (p=0.02). HbA1c, AKŞ, Mg, Ca, ve PTH değerleri gruplar arasında tüm zaman noktalarında istatistiksel olarak anlamlı farklı değildi (p>0.05). Sonuç olarak, bu çalışmanın bulgularına göre, T2DM ve periodontitisli bireylerde cerrahi olmayan periodontal tedaviyle birlikte verilen D vitamininin sınırlı bir ek faydası bulunmaktadır. D vitamini takviyesinin etkisi ve D vitamininin hem DM hem de periodontitis ile ilişkisini gösteren biyolojik mekanizmalar ile ilgili gelecek çalışmalara ihtiyaç vardır. Anahtar Kelimeler: Periodontitis, T2DM, HbA1c, IL-1ß, IL-10, 25(OH)D3, D3K2, AKŞ.Öğe Hekim-hasta arasındaki güven iletişiminin algılanan hizmet kalitesi ve hasta memnuniyeti ile ilişkisi: ağız ve diş sağlığı hizmetleri açısından bir değerlendirme(Kırıkkale Üniversitesi, 2024) Öz, Baha; Saygılı, MeltemBu tez çalışması ağız ve diş sağlığı hizmeti kullanan hastaların hekimleriyle kurdukları güven iletişimini, aldıkları hizmete ilişkin kalite ve memnuniyet algı düzeylerini belirlemek; değişkenlerin hastaların sosyodemografik özelliklerine göre farklılık gösterip göstermediğini incelemek, hekim ile kurmuş oldukları güven iletişiminin hizmet kalitesi algısı ve memnuniyet düzeyi ile olan ilişkisini ortaya koymak amacıyla gerçekleştirilmiştir. Bu araştırma kapsamında öncelikle, Luo vd. (2018) tarafından önerilen DSQ ölçeği için Türkçe geçerlilik ve güvenirlik çalışması gerçekleştirilmiştir. Ölçeğin dil ve kapsam geçerliliği için uzman görüşleri alınmış; kapsam geçerlilik oranı ve indeksi hesaplanmıştır. Oluşan ölçek diş hekimliği fakültesine başvuran 250 hastaya uygulanmıştır. Elde edilen veriler SPSS-AMOS-21 programları ile analiz edilmiştir. Ölçeğin yapı geçerliliğini değerlendirmek için (KMO=820) ve Bartlett Küresellik Testi (?2=1100,755) yapılmış, sonrasında açımlayıcı ve doğrulayıcı faktör analizleri kullanılmıştır. Güvenilirliği belirlemek için madde toplam korelasyonu ve Cronbach's Alpha iç tutarlılık katsayısı (0,799) hesaplanmıştır. Yapılan analizler neticesinde 16 maddeli ve 2 faktörlü Türkçe Diş Sağlığı Hizmetlerinde Hasta Memnuniyet Ölçeği (DSHHMÖ) ortaya konulmuştur. Ölçeğin toplam varyansı açıklama oranı % 40,295; alt boyutlar ve ölçek toplamı için güvenirlik katsayıları ise sırasıyla; 0,807; 0,656 ve 0,799 bulunmuştur. İkinci aşamada araştırmanın amacını gerçekleştirmek üzere sosyodemografik bilgi formu, DSHHMÖ, SERVQUAL hizmet kalitesi ölçeği ve Hekim-Hasta İlişkisinde Güven İletişimi Ölçeği kullanılmıştır. Araştırma Kırıkkale'deki kamu üniversitesi ağız ve diş sağlığı hastanesinden hizmet alan hastalarla gerçekleştirilmiştir. Örneklem için "basit rastgele örnekleme" yöntemi kullanılmış, gönüllülük esaslı yüz yüze görüşmeyle anketler uygulanmış, 452 hastayla araştırma tamamlanmıştır. Verilerin değerlendirilmesinde tanımlayıcı analizler, güvenirlik analizi, normallik testleri, bağımsız örneklem t-testi, ANOVA testi ve Pearson korelasyon analizi kullanılmıştır. Araştırmadan elde edilen sonuçlar; katılımcıların Hekim-Hasta İlişkisinde Güven İletişimi puanlarının ortalamanın üzerinde olduğunu (ort:3,75); SERVQUAL Hizmet Kalitesi skorlarının "düşük düzeyde" olduğunu (Skor:-0,921) ve hasta memnuniyeti puanlarının (ort:3,61) ise ortalamanın üzerinde olduğunu göstermektedir (p<0,05). Analizler neticesinde katılımcıların Hekim-Hasta İlişkisinde Güven İletişimi Ölçeği ve alt boyutlarından aldıkları puan ortalamalarının sosyodemografik özelliklerinden meslek, gelir seviyesi, sunulan hizmete ilişkin genel değerlendirme, sunuluan hizmetin kalitesine ilişkin genel değerlendirme, hizmet alırken problem yaşama durumu, hastaneyi başkalarına tavsiye etme durumu ve tekrar tedavi olma isteği değişkenleri ile istatistiksel olarak anlamlı farklılıklar oluşturduğu tespit edilmiştir (p<0,05). Ayrıca, katılımcıların SERVQUAL Hizmet Kalitesi Ölçeği ve alt boyutlarından aldıkları puan ortalamalarının sosyodemografik özelliklerinden yaş, cinsiyet, meslek, gelir seviyesi, başvuru sıklığı, sunulan hizmete ilişkin genel değerlendirme, sunuluan hizmetin kalitesine ilişkin genel değerlendirme, hizmet alırken problem yaşama durumu, hastaneyi başkalarına tavsiye etme durumu ve tekrar tedavi olma isteği değişkenleri ile istatistiksel olarak anlamlı farklılıklar oluşturduğu tespit edilmiştir (p<0,05). Son olarak katılımcıların DSHHMÖ ve alt boyutlarından aldıkları puan ortalamaları sosyodemografik özelliklerinden yaş, meslek, başvuru sıklığı, Hizmet alırken problem yaşama durumu, problemin çözülme durumu, hizmet kalitesi genel izlenim, tekrar tedavi alma isteği, hizmete ilişkin genel izlenim ve hastaneyi başkalarına tavsiye etme değişkenleriyle istatistiksel olarak anlamlı farklılıklar oluşturduğu belirlenmiştir (p<0,05). Gerçekleştirilen korelasyon analizleri katılımcıların Hekim-Hasta Arasındaki Güven İletişimi Ölçeği ile SERVQUAL Hizmet Kalitesi Ölçeği arasında orta düzey (r=0,457); Hekim-Hasta Arasındaki Güven İletişimi Ölçeği ile DSHHMÖ arasında orta düzey (r=0,511) ve SERVQUAL Hizmet Kalitesi Ölçeği ile DSHHMÖ arasında orta düzey (r=0,614) ilişkiler olduğunu göstermiştir.Öğe Kırıkkale ilinde uluslararası ve geçici koruma sağlanan yabancıların ağız ve diş sağlığı durumu ve tedavi ihtiyaçlarının değerlendirilmesi(Kırıkkale Üniversitesi, 2021) Şeran, Elif Ülkü Demir; Bağlar, SerdarAğız ve diş sağlığının sıklıkla ihmal edildiği bilinmektedir. Üstelik göçmenler için pahalı ve karşılanamaz olarak görülebildiği gibi menşe ülkelerde genel bir diş sağlığı hizmeti eksikliği olabilmektedir. Bu çalışmanın amacı, Kırıkkale'deki göçmenlerin ağız hijyeni ve diyet alışkanlıklarını, kendi algıladıkları ve muayene ile saptanan ağız ve diş sağlığı durumlarını, alışkanlıklarının ağız sağlığı üzerindeki etkisini ve ağız diş sağlığı hizmetlerinden ne ölçüde yararlandıklarını değerlendirmektir. Kırıkkale'de yaşayan 150 Iraklı, 128 Afgan, 68 Suriyeli ve 50 İranlı toplam 396 göçmen ve 100 Türk vatandaşının katılımıyla bir kesitsel saha çalışma gerçekleştirilmiştir. Çalışma verileri, bu çalışmaya uyarlanan DSÖ (Dünya Sağlık Örgütü) anketi ve DSÖ Muayene Formu ile toplanmıştır. Iraklıların %60'ı İranlıların %80'i; Afganların %20,4'ü; Suriyelilerin ise %27,5'i Türkiye'de diş hekimine gitmiş, Afganların %63'ü tüm katılımcıların %34,6'sı hiç diş hekimine gitmemiştir. Katılımcılarımızın neredeyse yarısı sağlık sigortasından ve devlet desteğinden yararlanabildiklerini bilmediğini; %67,7'si sağlık hizmetinde asla ayrımcılık yaşamadığını belirtmiştir. Katılımcıların çoğunluğu (%69,6) son bir yıldır diş ve dişetleri kaynaklı ağrı veya rahatsızlık yaşamıştır. Çalışmamızda Iraklılar (%64,7) dışında bütün gruplar diş fırçası kullanımı bildirmiştir. Çalışmamızdaki Türk katılımcılarda DMFT 6,26+5,06; Afganlarda 5,94+5,17; Iraklılarda 5,46+3,48; İranlılarda 6,54+5,20; Suriyelilerde 8,00+6,11 bulunmuştur. Katılımcılar arasında en yüksek D (4,20+3,62) ve M (2,07+3,69) değerleri Suriyelilerde; en düşük F (0,51+1,47) Afgan; en düşük M (1,28+2,61) İranlı katılımcılarda görülmüştür. Toplumsal periodontal indeks bulgularımıza göre en sağlıklı dişetine sahip grup Türklerdir (%79). Göçmen katılımcıların yarısından fazlasında dişeti kanaması (%52,6) ve tartar (%53,4) mevcuttur. Sonuç olarak, göçmenlerin ağız diş sağlığı durumlarının, ağız ve diş sağlığı algıları ve ağız ve diş sağlığına erişimlerinin, göçmen olmayan sağlıklı bireylerden daha kötü durumda olduğu bulunmuştur.Öğe Sağlık kurumlarında bilgi güvenliği kültürü(Kırıkkale Üniversitesi, 2024) Dağdelen, Mehmet; Yılmaz, AliBu araştırmada sağlık kurumlarında bilgi güvenliği kültürünü tespit etmek ve sosyodemografik yapının buna etkisini ölçmek amaçlanmıştır. Bu araştırma kapsamında öncelikle Sari vd. (2021) tarafından geliştirilen ISC ölçeği için Türkçe geçerlilik ve güvenirlik testi gerçekleştirilmiştir. Ölçeğin dil ve kapsam geçerliliği için uzman görüşleri alınmış; kapsam geçerlilik oranı ve indeksi hesaplanmıştır. Oluşan ölçek bir eğitim ve araştırma hastanesinde çalışan 244 personele uygulanmıştır. Elde edilen veriler IBMM SPSS 26.0, AMOS 24 paket program aracılığıyla analiz edilmiştir. Ölçeğin Türkçe geçerliliğini değerlendirmek için Kaiser-Meyer-Olkin (KMO=933) ve Barlett Küresellik Testi (?2=6381,698) uygulanmış daha sonra açımlayıcı ve doğrulayıcı faktör analizi kullanılmıştır ve daha sonrasında uyum bulguları tespit edilmiştir. Güvenirliği belirlemek için madde toplam korelasyonu ve Cronbach's Alpha iç tutarlılık kat sayısı (0,92) olarak hesaplanmıştır. Yapılan açımlayıcı faktör analizi neticesinde 6 boyut ve 35 sorulu Türkçe Bilgi Güvenliği Kültürü (BGK) ölçüm aracı ortaya konulmuştur. Araştırmanın evrenini, 09/03/2024-10/05/2024 tarihleri arasında bir eğitim ve araştırma hastanesi çalışanlarından uzman doktor, asistan-pratisyen doktor, hemşire, yardımcı sağlık personeli (tekniker, teknisyen, sağlık memuru) ve diğer sağlık personeli (bilgi işlem, kayıt kabul, veri giriş elemanı) 18 yaş üstü gönüllüler oluşturmaktadır. Kullanılan ölçeğin ve boyutlarının bu çalışmadaki güvenilirlik düzeyi Cronbach's Alpha değeri ile ölçülmüştür. Katılımcılara ilişkin sosyodemografik veriler; ortalama, standart sapma, minimum ve maksimum değerle özetlenmiştir. Bilgi güvenliği kültürü düzeyi cinsiyet, medeni durumu açısından farklılık gösterip göstermediği bağımsız örneklem t testi ile değerlendirilirken yaş, eğitim durumu, meslek ve çalışma süresine göre farklılık gösterip göstermediği tek yönlü anova testi ile değerlendirilmiştir. Analizler neticesinde katılımcıların Bilgi Güvenliği Kültürü ve alt boyutlarından elde ettikleri puan ortalamalarının sosyodemografik özelliklerden eğitim durumu, meslek durumu ve çalışma süresine göre anlamlı farklılıklar gösterdiği belirlenmiştir (p<0,05). Sağlık çalışanlarının ve sağlık kurumlarının bilgi güvenliği kültürünü artırmak için eğitimlerini kaliteli ve verimli şekilde artırması ve farkındalığı yükseltmesinin faydalı olacağı düşünülmektedir.Öğe Salmonella enterıtıdıs ve salmonella kentucky'nin bakteriyofaj uygulaması ile yumurta kabuğunda kontrolü(Kırıkkale Üniversitesi, 2023) Kızal, Başak; Ayaz, Naim DenizSalmonella, gıda kaynaklı salgınlarından sorumlu halk sağlığı problemleri arasında en yaygın görülen bakteriyel hastalık etkenlerinden birisidir. Kontamine sofralık yumurtalar gıda kaynaklı Salmonellozun birincil kaynağı olarak kabul edilmektedir. Bu çalışmanın amacı, halk sağlığı açısından önemli olup yumurtadan sıklıkla izole S. Enteritidis ve S. Kentucky'nin yumurta kabuğu kaynaklı kontaminasyonunun önlenmesi için SEnt1-2-1 ve SKen1-1-1 kodlu iki litik etkili bakteriyofajın kullanım etkinliğinin araştırılmasıdır. Çalışmada kullanılan bütün haldeki yumurtalar kontrol ve faj grubu olarak sınıflandırılmış ve kabukları düşük (~2 log kob/g) ve yüksek (~4 log kob/g) düzeyde S. Enteritidis ve S. Kentucky ile kontamine edilmiştir. Faj grubunda yer alan yumurtalara Salmonella kontaminasyonunu takiben 1 ml olarak 108 pob/ml düzeydeki litik etkili faj süspansiyonu uygulanmıştır. Oda sıcaklığında bekletilen gruplardaki Salmonella sayısının karşılaştırılarak faj uygulamasının biyokontrol etkinliğinin belirlenmesi amacıyla 0, 1, 3, 6 ve 24. saatlerde Salmonella sayımları gerçekleştirilmiştir. Elde edilen bulgulara göre, yumurtaların başlangıç kontaminasyon düzeylerinin S. Enteritidis için 2,6 ve 4,23 log kob/g olduğu S. Kentucky için ise 2,3 ve 4,04 log kob/g olduğu belirlenmiştir. Her iki serotipin kontrol gruplarında ilk 6. saatte Salmonella sayısında belirgin bir değişme olmazken faj gruplarında önemli derecede bir redüksiyon şekillenerek hem S. Enteritidis hem de S. Kentucky sayısının her iki kontaminasyon düzeyinde de tespit sınırı olan 1 log kob/g'nın altına düştüğü gözlenmiştir. Sonuç olarak, SEnt1-2-1 ve SKen1-1-1 kodlu bakteriyofaj izolatlarının bütün haldeki yumurta kabuğunda S. Enteritidis ve S. Kentucky'nin biyokontrolünde etkin olarak kullanılabilecekleri ortaya konmuşturÖğe Bireylerin sağlığa ilişkin algılarının informal ödeme tutumlarına etkisi(Kırıkkale Üniversitesi, 2024) İlter, Ebru; Akca, NesrinBu çalışma, bireylerin sağlığa ilişkin algılarının informal ödemeleri yapmaya yönelten unsurlarına ve informal ödeme tutumlarına etkilerini araştırmayı amaçlayan kesitsel tipte nicel bir araştırmadır. Araştırmanın evrenini Hatay'da yaşayan 18 yaş ve üzeri yetişkin bireyler oluşturmaktadır. Araştırmada basit tesadüfi örnekleme yöntemi kullanılmış, gönüllülük esas alınarak 400 bireye anket yöntemi uygulanmıştır. Araştırmada veri toplama araçları olarak; kişisel bilgi formu, Sağlık Algısı Ölçeği, İnformal Ödeme Yapmaya Yönelten Unsurları Belirlemeye Yönelik Ölçek ve İnformal Ödemelere Yönelik Tutumu Belirlemeye Yönelik Ölçek kullanılmıştır. Sonuçların elde edilmesinde tanımlayıcı analizler, güvenirlik analizi, normallik testleri, bağımsız örneklem t-testi, Pearson korelasyon analizi, doğrusal regresyon ve tek yönlü varyans analizi (ANOVA) kullanılmıştır. Yapılan analiz sonuçlarındaki farklılığı belirlemek için Post-Hoc. çoklu karşılaştırma testlerinden biri olan Tukey-HSD testinden faydalanılmıştır. Sağlık Algısı Ölçeği puan ortalamalarının (ort:50,09 Min:32-Max:72), İnformal Ödeme Yapmaya Yönelten Unsurları Belirlemeye Yönelik Ölçek puan ortalamalarının (ort:2,5 Min1-Max:4,94) ve İnformal Ödemelere Yönelik Tutumu Belirlemeye Yönelik Ölçek puan ortalamalarının (ort:2,93 Min:1,94-Max:4,25) orta düzeyde olduğu araştırma sonuçlarından görülmektedir. İnformal ödemeleri yapmaya yönelten unsurların, informal ödemelere yönelik tutumun ve bireylerin sağlık algılarının; demografik özellikler ve informal ödeme ile ilgili görüşlerine göre anlamlı farklılık gösterdiği belirlenmiştir (p<0,05). İnformal ödemeleri yapmaya yönelten unsurlar, informal ödemelere yönelik tutum ve bireylerin sağlık algıları arasında anlamlı ilişkiler olduğu bulunmuştur (p<0,05). İnformal ödemeleri yapmaya yönelten unsurların arttırılmasıyla informal ödemelere yönelik tutumun da artacağı; bireylerde sağlık algısının arttırılması ile informal ödemeleri yapmaya yönelten unsurların azalacağı tespit edilmiştir. Bireylerin sağlık algılarının informal ödemeleri yapmaya yönelten unsurların %8'ini anlamlı olarak açıkladığı; sağlık algısının kontrol merkezi alt boyutunun bireylerde informal ödeme yapmaya yönelten unsurları negatif yönde istatistiksel olarak anlamlı bir şekilde etkilediği belirlenmiştir. Bireylerin sağlık algılarının informal ödemelere yönelik tutumların %5,4'ünü anlamlı olarak açıkladığı; sağlık algısının kontrol merkezi alt boyutunun bireylerde informal ödemelere yönelik tutumları negatif yönde; sağlığın önemi alt boyutunun ise bireylerde informal ödemelere yönelik tutumları pozitif yönde istatistiksel olarak anlamlı bir şekilde etkilediği görülmektedir. Bireylerin bir kısmı; informal ödemenin yasaya aykırı, etik dışı, ahlaki açıdan yanlış, yolsuzlukla eşdeğer olduğunu ve mesleki yozlaşmaya neden olacağını düşünürken; bir kısmı da hızlı ve kaliteli hizmet almak, sıra beklememek, tanınmış bir doktora muayene olmak, özel ilgi görmek ve sağlık hizmetini tam olarak alamamaktan korktukları için informal ödemeye başvurduklarını belirtmişlerdir. Bireyleri bu tür ödeme yapmaya yönelten sağlık algılarının değiştirilmesi ve alınacak sağlık politikası önlemleriyle birlikte informal ödemelerin azalacağı düşünülmektedir.Öğe 2023 Maraş Depreminde görev alan sağlık çalışanlarının travma sonrası stres ve psikolojik dayanıklılık açısından değerlendirilmesi: Kırıkkale ili örneği(Kırıkkale Üniversitesi, 2024) Aslan, Adil; Selvi, ÖzgürBu çalışma, 2023 Maraş Depremi'nde görev alan sağlık çalışanlarının travma sonrası stres (TSS) ve psikolojik dayanıklılık düzeylerini değerlendirmeyi amaçlamaktadır. Deprem, ani ve yıkıcı etkileriyle sağlık çalışanları üzerinde büyük bir travmatik baskı oluşturmuş, bu süreçte sağlık hizmetlerinin sürdürülebilirliği açısından önemli bir test ortamı yaratmıştır. Sağlık çalışanlarının bu tür kriz durumlarında karşılaştıkları zorluklar ve bunlarla başa çıkma stratejileri, sağlık sisteminin gelecekteki krizlere hazırlıklı olabilmesi için kritik öneme sahiptir. Araştırmanın temel amacı, deprem gibi yüksek düzeyde stres ve travma yaratan olayların sağlık çalışanları üzerindeki etkilerini belirlemek ve bu etkilerin psikolojik dayanıklılık bağlamında nasıl yönetildiğini ortaya koymaktır. Bu bağlamda, deprem sırasında ve sonrasında görev alan sağlık çalışanlarının deneyimlerini, yaşadıkları travmanın düzeyini ve bu travmaya karşı geliştirdikleri dayanıklılık mekanizmalarını incelemek hedeflenmiştir. Elde edilen veriler, sağlık çalışanlarının psikolojik destek ihtiyaçlarının belirlenmesine ve travma sonrası iyileşme süreçlerine yönelik stratejilerin geliştirilmesine katkı sağlayacaktır. Araştırma, nitel ve nicel veri toplama yöntemlerinin bir arada kullanıldığı karma bir tasarıma sahiptir. Nicel veriler, yapılandırılmış anketler aracılığıyla toplanmış ve bu veriler SPSS programı kullanılarak analiz edilmiştir. Anketler, TSS ve psikolojik dayanıklılık düzeylerini ölçmeye yönelik standart ölçekler içermektedir. Nitel veriler ise yarı yapılandırılmış derinlemesine görüşmeler yoluyla elde edilmiş ve içerik analizi yöntemi ile değerlendirilmiştir. Araştırmanın örneklemi, 2023 Maraş Depremi'nde aktif olarak görev yapan sağlık çalışanlarından oluşmaktadır. Araştırma bulguları, deprem sürecinde ve sonrasında sağlık çalışanlarının yüksek düzeyde travma yaşadıklarını ortaya koymaktadır. Anket sonuçları, katılımcıların büyük bir bölümünün TSS belirtileri gösterdiğini ve bu belirtilerin mesleki performanslarını olumsuz etkilediğini göstermektedir. Bununla birlikte, psikolojik dayanıklılık düzeylerinin, sağlık çalışanlarının TSS ile başa çıkma becerileri üzerinde önemli bir rol oynadığı tespit edilmiştir. Özellikle kişisel güç, sosyal destek ve problem çözme yeteneklerinin, travmatik deneyimlerin olumsuz etkilerini hafifletmede etkili olduğu gözlemlenmiştir. Nitel bulgular ise, sağlık çalışanlarının yaşadıkları duygusal ve psikolojik zorlukları ayrıntılı bir şekilde ortaya koymaktadır. Katılımcılar, deprem sırasında yaşadıkları korku, kaygı ve belirsizlik duygularını paylaşmış, aynı zamanda mesleki sorumlulukları ile kişisel travmalarını dengeleme sürecindeki zorluklarını anlatmışlardır. Psikolojik müdahale ve destek hizmetlerinin yetersiz olduğu durumlarda, sağlık çalışanlarının dayanıklılık mekanizmalarının zorlandığı ve uzun vadeli psikolojik etkilerin daha belirgin olduğu belirlenmiştir. Bu araştırma, deprem gibi büyük çaplı travmatik olayların sağlık çalışanları üzerindeki etkilerini anlamak ve bu etkileri yönetmek için gerekli stratejileri belirlemek adına önemli bulgular sunmaktadır. Araştırma sonuçları, sağlık çalışanlarının TSS ve psikolojik dayanıklılık düzeylerinin değerlendirilmesi ve bu doğrultuda psikolojik destek programlarının geliştirilmesi gerektiğini vurgulamaktadır. Özellikle kriz durumlarında sağlık çalışanlarına yönelik hızlı ve etkili psikolojik destek mekanizmalarının oluşturulması, hem bireysel hem de kurumsal düzeyde dayanıklılığı artıracaktır. Bu bağlamda, deprem sonrası sağlık çalışanlarına yönelik olarak sürekli eğitim programları, psikolojik danışmanlık hizmetleri ve sosyal destek ağlarının güçlendirilmesi önerilmektedir. Ayrıca, sağlık kurumlarının kriz yönetimi planlarında, sağlık çalışanlarının psikolojik dayanıklılığını artırmaya yönelik önlemlerin yer alması gerektiği düşünülmektedir. Bu tür önlemler, gelecekte benzer kriz durumlarıyla karşılaşan sağlık çalışanlarının travma sonrası iyileşme süreçlerini hızlandıracak ve mesleki performanslarını olumlu yönde etkileyecektir